- 220 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kadim Şehir
Kadim Şehir
Medeniyetlerin üst seviyelerini işaret eden şehir olgusu; yazarların, sanatçıların muhayyilesinde hep yerini almıştır. "İnsanın en büyük erdemi şehir kurmaktır" diyen Platon’a kadar bu anlayışı götürebiliriz. Yazarlar; şehir olgusu, şehirlilik, duyumsanan, yaşanılan şehri içselleştirme, şehirleri anlama gibi birçok kavrama cevaplar aranmaya çalışmışlardır. Bu çerçevede yazar ile şehir arasında ruhsal bir akrabalık kurulmaktadır. Özellikle çok kültürlü şehirler; yerli, yerleşik, muhacir gibi olgular üzerinden de ele alınmaktadır. Şehirlerin inşası, tarihi, bayındırlık, sosyal hayatı ve günümüzün yavaş şehir (Cittaslow) gibi birçok anlayışlarla beraber bu konuyu ele alabiliriz.
Bununla birlikte şehir olgusunun özünü oluşturan kavramlar üzerinde çokça durmak gerekiyor. Bunlardan birisi şehir ve kent karşılaştırmasıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar "Şehir inşa eder, kent imha" bakış açısı, bu konunun bir özeti gibidir. Mesela bu kentler hava kirliliği denen çağdaş mikropları üretirler. Şehirlerimizin bellek yitimine uğratılması diğer başka bir hoyratlık… Yine Tanpınar’a kulak verirsek; “biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu” demesi, yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz hoyratlıkları özetlemekte adeta. Yahya Kemal, Üsküp üzerini şunları söylemiş; "Üsküp’te o çarşılar, camiler, küçük medrese ve tekkeler, kabristanlar, köprüler yaşadığı müddetçe Şar Dağı’nda kaç İskender heykeli yükselirse yükselsin…" Başka bir yerde ülkemizde; yer, mekân isimlerine gösterilen özensizlikte şehir ve mekân kimliğinin tam oluşamamasının özüdür. Nazım Hikmet; şehre bakışını şöyle ele almaktadır: "İki şey var ancak ölünce unutulur, anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü" Yazarların bakış açılarını daha da çoğaltabiliriz. Şehirlerin maddi inşasının yanında ruhunun inşası da paralel götürülmelidir. Şehirler tek başına sahip oldukları kimliklerinin yanında şehirler arasında ülkü, kültür birlikteliğinde etkileşim ve benzeşimler de olmaktadır. Şehirler arasında ki karşılaştırmalar, şehir olgusunu tamamlar ve bütünler bir taraftan. Şehirlinin yaşadığı şehirle arasında böylelikle bir köprü kurulacaktır. Hatta bir şehri için, şehrini iyi tanıması için, şehrinin sokaklarında kaybolmayı dahi göze alması gerekmektedir.
Bütün şehirlerin bir kimliğinin, bir kişiliğinin ve bir karakterinin olması istenir. Şehirleri imar eden mimarlardan daha çok, şehir siluetlerinin baş mimarı yine de doğadır, tabiattır. Bu bağlamda Yazar Metin Önal Mengüşoğlu’nun şehir tasavvuru şu şekildedir. "Şehri kucaklamak, şehir tarafından kucaklanmak isteniyorsa bu gün de yapılacak iş, şehrin ana mekânı olan tabiatına merhametle yaklaşmaktır. Sularını sürekli akar tutmaktır. Vadilerini değiştirmemektir. Tepelerini toparlamamaktır. Yemişlerinin, ürünlerinin kimyasını bozmamaktır" şeklinde ki fikir beyanlarıyla olması gerekenler bir bir sıralanmaktadır. Başka bir taraftan şehirlinin ahvali, şehrin mekânlarının mahâliyle de ilintilidir. Özellikle şehirlerin inşasında hassasiyetler göz ardı edildiği vakit, tabiattan daha vahşi olunabilmektedir. Ecdat; şehirleri inşa ederken, çınar, köknar, çam, servi ve çiçeklere verdiği kıymetin özünde insanın, canlının özüne uygun doğallık yatmaktadır. Bu bağlamda su, özellikle akarsuyun ve içerisinden dereler geçen şehirlerin değeri yadsınamaz. Bu durumu, “Allah her canlıyı sudan yarattı” ilahî öğretisinden almaktadır. Su murattır. Murat, sonsuz şifanın, sonsuz huzur ve muhabbetin karşılığı değil midir?
Metropol şehirlerin olumsuz gidişatlarında çok kültürlülük ve etnisiteli durum, zenginliğin yanında sıkıntılarıyla da beraber gelmektedir. Birçok büyük şehrimiz yerlisini kaybetmiştir mesela. Burada şehirlerin çoğunluğunu oluşturan göçmen/muhacir olgusu da bir etkileyici unsurdur. İbn-i Haldun’un “Bütün büyük medeniyetler, büyük göçler sonrası doğmuştur” sözünü de burada hatırlamak elzem olacaktır. Daha çok şehirlilik bilincinin tam oturmamasına ve yetersizliğinedir itirazlar vardır. Yaşadığı apartmanda komşuluğu göz ardı eden apartman sakinlerinin, yazlıklarında komşular edindiklerini gözlemleriz. Apartmanın yan duvarındaki komşusuyla görüşmek istemeyen insana ne olmuştur da yazlığında komşu edinmek istemektedir. Yaşama mekânı olarak yazlığın, apartmana nazaran daha insani olmasını bir etken olarak görülebilir. Göç/hicret sosyolojisi, şehir olgunun diğer bir ciheti olarak konunun içeriğine dâhil edilebilir. Ama bütün bunlara rağmen bazı şehirlerin denizler gibi, yabancı unsurları bünyesinde barındırmadığı da bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.
Şehirlerin inşası, ihyası ve şehirli olgusu birdenbire gerçekleşmez elbette. Süreç ister. Yaşanılan şehri tarihiyle, kültürüyle içselleştirip şehirli kimliğine sahip olmak elzem olacaktır. Bu bağlamda yaşanılan şehre aidiyet ve mensubiyet önem arz etmektedir. Birbirine her bakımdan muhtaç olan insanın bu mensubiyet hissini taşıması, uyum problemi başta olmak üzere birçok problemi çözecektir. Her şeye rağmen gün gelecek, insanlar yaşadığı yerlere benzeyeceklerdir. Atalarımızın dediği gibi bal küpünden bal, sirke küpünden sirke sızacaktır nede olsa. Filhakika, ideal şehirleri hep arzu edeceğiz. Kadim şehirler, soylu yükselişleri temsil eden dağlar gibi hayatiyetlerini hep sürdürmesini arzu edeceğiz. Göz, zihin ve yaşama zevkini kamçılayan şehirleri inşa etme, arayıp bulma ve yaşatma temennisiyle…
İlkay Coşkun
29.11.2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.