- 388 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dost Dost Diye Nicesine Sarılmak
Başlığı okuduğunuzda, içinizden derin bir ah çektiğinizi duyar gibi oluyorum. Ama çektiğiniz o derin ahı anlatacak insanlara ihtiyaç duyduğunuzu da biliyorum. İnsanın insanla ilintili paradoksu da bu değil midir zaten? Tek başımıza doğup, tek başımıza öldüğümüz şu dünya da, o iki tek başınalığımızın arasında ki ömür dediğimiz yolda, yalnız yapamıyoruz işte. Hep birilerine ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü; bedenen zayıf ve çıplak olduğumuz için, diğer insanlarla bir araya gelerek güçlene biliyoruz sadece ve yaşayabiliyoruz. Doğuştan itibaren her ne kadar aile bireyleriyle birlikte olsak da, zamanla kan bağımız olmayan insanların da bize yakın olabileceğini, hatta zaman zaman ailemizden bile daha yakın olabileceğini görürüz. ‘’Kardeşten öte’’ ne güzel bir söz değil mi?
Bilimsel veriler, uzun süre bir arada zaman geçiren arkadaşların kalp ritimlerinin eş güdümlü olduğunu, vücutlarında ki elektrik akışı değerlerinin birbirine benzemeye başladığını ve beyin dalgalarının senkronize olduğunu söylemekte. Bilim insanları ateş böceklerinin nasıl olup da bu kadar senkronize bir şekilde yanıp söndüklerini, ışık saçtıklarını merak edip araştırmaya başladıklarında, onların bir önderi olduğunu düşünüyorlardı. Ama zamanla; her ateş böceğinin kendi dahili saati olduğunu ve saat on iki ye geldiğinde parladığını fark ettiler. Ve bir grup ateş böceği parıldarken, yanlarına gelen diğer grupla senkronize olmak için, önce bir Meksika Dalgası oluşturuyor sonra da saatlerini biraz ileri alarak, yani diğerine göre ayarlayarak, birlikte yanıp sönmeye başlıyorlardı. Yani insanda ki bu senkronize oluş hali doğada da mevcut. Ve bu her canlı için mutluluk verici bir ahenk. O halde insanlar arasında ki bu ahengi bozan ne?
Mevlânâ Mesnevisinde dostluğu şu hikâye ile anlatır: ‘’Bir gün, bir bilge, yol kenarında kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar. Hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, diğeri leylek. O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar. Sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran.’’ Belki nedeni budur, belki de başka bir şey. Ama ne olursa olsun çevremizde kendimize yakın hissettiğimiz, kucakladığımız zaman ağrımızı dindirdiğine inandığımız, içimizde bir yerlerde adeta bir uçağın kara kutusu gibi duran, o el dokunmaz alanımıza dair konuşmak istediğimiz birilerinin olmasını isteriz.
Ama zamanla, ilişkilerimizde bir şeyler ters gitmeye başlayabilir. Ömer Hayyam dizelerinde; ‘’Can yoldaşı dostlar çekildi gittiler/ Ecel çiğnedi hepsini birer birer/ Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına/ Bizden birkaç kadeh önce sızdı gittiler.’’ Dese de, maalesef daha ecel çiğnemeden masadan kalkanlar, ya da senin masandayken, başka masalara kadeh kaldıranlar olabilir. Nedeni ne olursa olsun, bazı şeyler bitiyor zamanla. Hem çevremizde eşyalara, hem de sözcüklere yüklediğimiz anlamlarda, yaşadığımız olaylarda geçmişten getirdikleriyle, her insanın heybesinde farklı doluluklar olduğu için, aynı şeye çok farklı anlamlar yükleyebiliyor. Her insanın yorgunluğu farklı olabiliyor. Kırılma noktalarından biri de bu oluyor sanırım. Bu sadece karşımızdakiyle değil bizimle de alakalı. Karşımızdakinin değiştiğini, o ilk hallerinden eser kalmadığını düşünürken, kendimizdeki değişimi fark edemiyoruz. Hayaller birleşmeden, hayatlar birleşmiyor. Bir süre aynı yolda yürümüş olsak bile, insanın özü itibariyle sınırlarını aşmak için var olduğundan, farklı hayaller ve amaçlar edinebiliyor. Haddini aşmayan hududunu bilemeyecektir ne de olsa. Ve yol ayırımı burada başlıyor. ‘’Açlığımıza göre insanlar arıyoruz. Açlığımızın değişmesi durumunda, insanlar değişti diyoruz’’ [Bediz Kılıçkını]. Kendi etrafında ve güneşin etrafında dönen dünya da yaşayıp da bunun farkında olamamak gibi kendi dönüşümümüzün de farkında olamıyoruz. Bazı insanlar, risk almaya korktukları için o değişimi başaramasa da; değişim insancıl bir durum kesinlikle.
Hz. İsa’nın uğradığı öyle bir ihanet ki; ‘’Judas’ın öpücüğü’’ deyimiyle anılır hale gelmiş ve nerede ihanet var ise; o ismi almış ne yazık ki. ‘’ İsa daha konuşurken bir kalabalık çıkageldi. Onikiler’den biri, Yahuda adındaki kişi, kalabalığa öncülük ediyordu. İsa’yı öpmek üzere yaklaşınca İsa, “Yahuda” dedi, “İnsanoğlu’na bir öpücükle mi ihanet ediyorsun?” {Yahuda’nın İhaneti Luka 22-48] İncil’de olay böyle anlatılıyor. Hatta; bu konuyu anlatan, Rönesansın öncülerinden ressam Giotto di Bondone’ın The Kiss of Judas (İhanet Öpücüğü) adıyla bir de eseri vardır. Masum bir öpücüğün ardından gelen, adını hepimizin farklı koyacağı dört çivi işte. Hz.İsa’nın uğradığı ihanet kadar bedeli ağır mı bilemiyorum ama; hangimizin yanağında ‘’Judas’ın öpücüğü’’ izi yok ki?
Ama ne olursa olsun; bu aşamalardan geçerken geride bir şeyleri de kırıp dökmeden yürümenin, yaşama karşı sorumluluğu olduğunun farkında olmalı insan. ‘’ Boğaz dokuz boğumdur’’ der atalarımız. Söz dile varmadan dokuz boğumdan geçmeli yani. Hepimizin gizli bir sandığı var. Hani o eski çeyiz sandıkları gibi. Kaldırıp, kokusuyla birlikte, yolumuzun uğradıklarını sakladığımız. Ve ne zaman geçmişe dair bir söz duysak, ya da bir ezgi; o sandığın kapağı açılıyor, gözlerimizden iki damla yaş olup akan, o koku geliyor burnumuza. Belki ondandır, yalnız kaldığımız zamanlarda, uzaklara dalıp gitmelerimiz. ‘’Birgün bir yerde/ Meselâ bir çınarın gölgesinde/ Bir dost sohbetinde/Elinde yudumladığın kahveye tadını verip de/ Dibine çöken telve gibi/ Gidenleri anlatırsın hayatından/ Çünkü;/ Fincanındaki telvede gidenlerin vardır/ Tıpkı; birilerinin fincanındaki telvede/ Sen olduğun gibi’’ Dizelerinde olduğu gibi; kahveye tadını veren ve sonra dibine çöken telve gibi, hayatımıza tadını verenlerle birlikte yaşadığımız o anlar ve biriktirdiğimiz o anılardır bizi değerli ve güçlü kılacak olan.
Yukarıda dediğim gibi; insan, insanla olan ilişkisinde bir paradoks içinde. Her şeye rağmen ve bütün alacağı darbeleri de göze alarak, kendine yapılan ihaneti, uğradığı haksızlığı da anlatacak bir diğer insana ihtiyaç duyar. Tıpkı Alman filozof Arthur Schopenhauer’ın “Kirpi İkilemi” teorisinde anlattığı gibi, her şeye rağmen birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Dikenlerimizin birbirine batmayacak ve soğuktan donarak ölmeyecek mesafeyi ayarlayarak. Kırmadan, dökmeden. Hiç yaşanmamış gibi saymaya çalışsak bile, birlikte biriktirilen o güzel anıların, bize şifa veren gücüne inanarak. Çünkü hepimiz insan ilişkileri adına bir buzul çağı yaşıyoruz. Farkında değiliz ama donarak öleceğiz. Tabi ki bedenen olmayacak bu ölüm ama zaten; bedenin çok ötesinde değil midir bizi insan yapan tarafımız?
O halde; hadi kalk ayağa. Sol yanında çarpan sesi dinle. Gökyüzünden kalpyüzüne düşeni, esirgeme yeryüzüne…
Saygı, sevgi ve selamlarımla…
[
YORUMLAR
Beğeniyle okudum..
Dostlarımızla aramızda kirpi mesafesi koymadığımız zaman kırılmalar oluyor, o mesafe şart..Yakın ama dikenler birbirine batmayacak şekilde...
Yazı paragrafları beni farklı zaman ve kişileri düşünmeye yöneltti..Böyle yazıları hep sevmişimdir.