- 1224 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MELETLİLER
Halk arasında “Melet” olarak da algılanan bölge, Melet (Melantios/Melanthios) Irmağı havzasının yukarı kısımları ve bu ırmağı besleyen kolların yer aldığı havzanın adıdır. Bu havzanın ilkçağ ve Ortaçağ ile Osmanlı dönemindeki adı Milas’tır. Sahil insanı bu kırsal bölgeyi “Melet” olarak da ifade etmektedir.
Milas, günümüzdeki Mesudiye ilçesi civarıdır. Burası tarih boyunca bir yerleşke değil, coğrafi ad olarak kullanılmaktadır. Adını, M.Ö. Karadeniz kıyılarına koloniler kuran Miletoslulardan veya Antik bir Anadolu dili olan “Luwi” dilinden almış olmalıdır. Miletoslular, Karadeniz kıyılarına M.Ö. 7. yüzyılın ortalarından itibaren koloniler kurmaya başlamışlardır. Doğal limanlarda kurdukları kolonilerin dışında Orta Karadeniz Bölümü’nün iç kesimlerine de yerleşen Miletoslular, günümüzdeki Mesudiye yakınlarında “Meletios” kalesini yaptırmışlar, bölgeye de kendi adlarını vermişlerdir. Bu kalenin Helenistik dönemde yapılması da olasıdır. Bilimsel bir tarihlendirme konuyu açıklığa kavuşturacaktır. Ancak, taş işleme yöntemleri Helenistik dönemi andırmaktadır.
Milas’ın bir ilkçağ yahut ortaçağ Mylasa/Mylassa olması mümkündür. Fakat adın aslı Luwi dilindeki Mela yahut Mila sözcüğü olup Helenleşme döneminde sonuna (–s) eklendiği ve bu eklemeli adın Türkleşme döneminde “Milas” edilmiş bulunduğu da olasıdır.
Milas kelimesi, bir antik Anadolu dili olan Luwi dilinde “değirmen” anlamına gelmektedir. Nitekim 15. ve 16. Yüzyıl Osmanlı Tahrir Defterleri kayıtlarında Yukarı Melet havzasında bulunan Milas’ta bol miktarda değirmen bulunduğu ve sahiplerinden “asiyap vergisi” alındığı bilinmektedir.
Milas, kimilerinin sandığı gibi bir kasaba adı değildir. Yukarıda belirtildiği gibi bir coğrafi addır. Tahrir Defterleri döneminde “Nahiye-i Milas” olarak adlandırılan bölgenin yönetim merkezi sürekli olarak değişiklik göstermiştir.
Bu bölgenin iklimi ne Karadeniz İklimine ne de Karasal iklime uyar. Tam anlamıyla bir geçiş iklimi hâkimdir. O nedenle de dünyada emsali görülmemiş bir floraya sahiptir. Bir başka deyişle yörede muazzam bir bitki çeşitliliği görülür. Bu çeşitlilik ve sahillerdeki salgın hastalıkların yaygınlığı, tarih boyunca bu yöreyi göçebe ve yarı göçebe hayatı yaşayan kavimlerin çekim alanına dönüştürmüştür. Beylikler ve Osmanlılar döneminde Melet’in yaylaları ve otlakları yarı göçebelerin çekişme alanı olmuştur.
Mesudiye toprakları, Osmanlılar döneminde Ordu kazasında en fazla hububatın üretildiği ve en fazla verginin verildiği yerler olarak görülmektedir. Nitekim 1455 yılında Milas’ta 41.160 Akçe buğday ve 24.880 Akçe arpa vergisi toplanmaktadır. Aynı tarihte Ünye’de 7320 Akçe buğday ve 4808 Akçe arpa vergisi alınmaktadır. Diğer kazalarda ise daha az miktarda hububat üretimi yapıldığı görülmektedir. 1485 Tarihli Osmanlı Tahrir Defteri kayıtlarında benzer durumlar görülmektedir.
17 Ağustos 1727 Tarihinde “Tebriz caniblerinde olan tevaif-i askeriyenin tayinatları için iktiza eden zehairin şimdiden mahsul-i ceddidden mübayaa olunmasına ve mevcud-ı anbar ettirilmesine dair emr-i ali, Erzurum’da Karahisar Sancağı’nda Milas Kazası’ndan mahsul-i cedidden mübayaası hakkında zirinde muharrer diğer emr-i âli.” denilerek Milas Kazası’ndan asker tayinatı için zahire satın alınması istenmektedir. Bu durum, yörede tahıl üretiminin anılan yılda iyi durumda olduğunu gösterdiği gibi, devasa bir ordunun tayın ihtiyacının (ekmek) Milas’tan karşılanması yörenin özelliğinin anlaşılması bakımından önemlidir.
Peki, ne olmuştur da gerek önceki dönemlerde gerekse Osmanlılar döneminde önemli bir hububat üreticisi ve hayvan varlığı olan Milas’ta yani kimi sahil insanının günümüzde bile ironiyle bahsettiği Melet’de 1920-1960 arasındaki büyük sefalet yaşanmıştır?
Bu sorunun yanıtlarını tarihi olaylarda aramak gerekir.
1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte ilan edilen Seferberlikte Mesudiye köylerinden 5300 civarında 20-45 yaş arasındaki genç nüfus askere alınmıştır. Bunlardan geriye dönebilenler yıllar sonra ancak 260 kadardır. Mesudiye gibi çetin kış şartlarının yaşandığı bir yörede tarım ve hayvancılık yapılabilmesi erkek iş gücüyle mümkündür. Tarla ekilmediğinde, ot ve ekin biçilmediğinde, kış odunu çekilmediğinde bu yörede yaşamak mümkün değildir. Dolayısıyla seferberlik yılları ve izleyen 30-40 yıl geride kalan yaşlılar ve kadınlarla “seferberlik çocukları”dır. Bunların da yarıya yakını açlık, hastalık ve bakımsızlıktan hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu yıllarda yaşamak için “Cenik”e gelmeleri normaldir. Çünkü bu iklimde 3-4 dönüm arazisi olan bir kadın bile erkek işgücü olmadan 8-10 kişilik bir aileyi yaza çıkarabilmektedir. Bu nedenle de yumuşak bir iklime sahip olan sahil kesimde yaşayan insanlar seferberlikteki yıkımdan Mesudiye yöresi kadar olumsuz etkilenmemişlerdir.
Tarihi süreç içinde Mesudiye yöresi hem tarımsal üretim hem de hayvansal varlıklar bakımından Ordu’nun diğer kazalarından daha zengin bir yapıya sahiptir. Yukarıda belirtildiği gibi Tahrir Defterleri döneminde (14. ve 15. Yüzyıllar) Milas’ta toplanan vergiler diğer kazalardan kat kat fazladır. Yetiştirilen hayvan sayısı bakımından da Ordu kazaları içinde “Kıruk İli”nden (Günümüzdeki Bulancak ve Yavuz Kemal) sonra ikinci sıradadır.
1920-1960 yılları arasında Mesudiyeli “seferberlik çocukları” yaşamayı başarabilmişler, üstüne üstlük kendi çocuklarını daha iyi yaşama koşullarına kavuşturmak için her türlü özveride bulunmuşlardır. Aç ve açık kalmışlar ama çocuklarının geleceği için onları okutmuşlar, gurbete gidenlere ise tecrübelerini aktarmışlardır. Memleketlerinde okuma yoluyla ekmek kapısı kazanmak için yıllarca yarışılmış, yeni ve aydın bir nesil yetiştirilmiştir. Günümüzde Mesudiyelilerin başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde binlerce küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşuna sahip iş adamları ve her alanda yetişmiş yüzlerce bürokratı vardır. Bu yetişmiş insanlarıyla Mesudiye, her alanda farkındalık yaratarak Türkiye’deki saygın yerini almaktadır.
Mesudiyeliler, yani Meletliler, Promete misali atalarının küllerinden yeniden doğmuşlardır. Bu doğuşta en önemli faktör kuşkusuz okullaşma olmuştur.
1980’li yıllarda rahmetli Cemil Eribol’la Ordu’daki Çarşamba pazarında geziyorduk. Cemil ağabey, özellikle köylerden gelen kadınlarla “Ceniklü-Meletlü” sohbetlerini çok sever, o kadınları Meletliler aleyhine konuşturmaya bayılırdı. Kadınlar, Cemil ağabeyin de Meletli olduğunu bilmiyor olmalılar ki onun: “Teyze bu karpuzlar şelek, domatesler de çürümüş bunları bana mı satacaksın” dediğinde, “Yok oğul, anlar sana yaramaz, bir Meletli bulur satarım” demişti. Bunun üzerine Cemil ağabey “Aha yanımda bir Meletli var ona sat” dediğinde kadıncağız: “Estağfurullah, o Meletliye benzemiyor” diye cevap vermişti. Bu konuşmalara hem şaşırmış, hem gülmüştüm. Sonra bu güngörmüş yaşlı teyzeye yine sormuştum: “Teyze Meletliler hırsızlık da yapıyorlar mıydı?” Verdiği cevap ilginçti: “Yok oğlum onlar saftır, çakallık bilmezler!” Cemil ağabeyle epeyce gülüşmüştük.
Epey bir zaman bu kadıncağızın “Estağfurullah, o Meletliye benzemiyor” sözünü unutamamıştım. Neydi “Meletli” demenin bilinçaltında bu kadar suç sayılmasının sebebi?
Neyse ki artık sahilde Pazar yerlerinde ürettikleri şelek kabakları ve çürük domatesleri satanlar, onları alacak “Meletlü” bulamıyorlar. Aksine Çambaşı esnafı dükkânlarının “bereketlenmesi” için yaz mevsiminde Meletlilerin gelmesini bekliyorlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.