- 290 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İÇ GÜZELLİĞİ
İÇ GÜZELLİĞİ ŞİİRİNİ YAZDIRAN GÜZEL
İÇ GÜZELLİĞİ
Çocukluğumdan beri mücadele ruhum gelişerek ve mesafeler katederek; o zamanki sağlık koşullarıma rağmen; varmak istediğim hedeflerim vardı. İlkokulu bitirebilmek işi köyümüzde olduğu için fazla sıkıntı ve eza vermemişti. İlkokulu büyük bir başarı ile bitirdim.
Çal Orta Okuluna kayıt oldum ama ulaşım sorunu büyüklerimi ve beni kara kara düşündürüyordu: Çünkü, babam Federal Almanya’da işçi olarak bulunmaktaydı. Annemin diğer kardeşlerimle Çal’da bir ev tutup yaşamamızı, büyükler tehlikeli görüyorlardı.
Tek bir yol kalmıştı, her gün sabah erkenden kalkıp, köyümüzün altından geçen Çal - Denizli şosesine kadar tek bastonla yürüyüp, Soğuk Kuyu’da ilçeye giden otobüs, dolmuş, jip, traktör gibi motorlu taşıtlara binip okula gitmekti. O vefalı ve merhametli şoförler beni alıyorlardı ve Orta Okul’un önünde indiriyorlardı.
Köyümüz Çal’a dört beş kilometre kadardı. Bu yolculuğu o zamanın parasıyla yirmibeş kuruş vererek yapıyordum. Saat dokuzdaki derse zor bela da olsa yetişebiliyordum. Geç kaldığım bazı zamanlarda da öğretmenler kızmıyordu, durumu idare ediyorlardı.
Karda kışta da durum aynıydı. Bu sıkıntıları, ezaları, cefaları sırf okuyup bir yerlere gelebilmek ve kimseye yük olmamak için sabırla çekiyordum. Çünkü, ilerisi için çok büyük hayal ve ümitlerim vardı.
Soğuk bir günde, akşam üzeri okuldan bir taşıt ile Soğuk Kuyu’ya geldim. Oradan evimize kadar yaklaşık bir kilometre yürüyordum. Eve gelirken çamurlu yolda köyün keçilerinden birisi beni süstü ve çamurlu yola yüz üstü düşürdü. Allah sizi inandırsın sanki bütün keçiler bir şey sanıp sırtımdan geçtiler. Düştüğüm yerden kalktığım zaman pantolonumun paçasından bütün ön tarafım ve yüzüm çamur olmuştu. Bu çileler bile, o hayallerimden ve geleceğe olan ümit ve hedeflerimden vazgeçirememişti.
Orta Okulu bitirdiğim yıl Çal’da lise açıldı. Denizli Lisesi’ne kaydolmak, özellikle lisenin pansiyonuna da yerleşmek istiyordum. Fakat, Çal Lisesi’ne öğrenci kaydı olsun diye Denizli Lisesi, Çal’dan öğrenci kabul etmiyordu. Araya halamın beyi olan doktor eniştemiz sayesinde Denizli Lisesi’nde müdür yardımcılığı görevini yapan öğretmen Özcan beyin aracılığıyla hem liseye, hem de lisenin pansiyonuna özel durumumdan dolayı kayıt oldum. Lise hayatımda kelimenin tam manasıyla rahata kavuşmuştum. Dört katlı yeni lise binasında asansör yoktu; dördüncü kattaki sınıfımıza çıkarken zorlanıyordum ama başka çarem yoktu...
Akademi yılları bir başka çileydi... İstanbul gibi bir dünya şehrinde en önemli şeylerin başında barınma geliyordu. Neyse başlangıçta Devlet Öğrenci yurtlarında bir yer bulabildim.
Anarşi ve karışıklık Türk Milletinin başına adeta püsküllü bir bela olmuştu. Millet birbirine düşman bir hale gelmişti. Türk Milletinin ve Devletinin Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Türk Sanat Dersine” faşizm damgasıyla vuran bazı tipler yüzünden; okutmak ve okumak çok zordu.
Türk Büyüklerine saygısız sol ve güya dindar geçinen bir kesim, memlekette felaket rüzgarları estiriyorlardı. Karl Marks, Lenin, Stalin, Mao, Fidel Kastro, Che Guevara, Ho Shi Minh, Georg Habbash gibi komünist liderler peşinden koşanlar; Oğuzhan, Atilla, Bilge Han, Alp Arslan, Fatih, Atatürk, Şeyh Şamil, Osman Batur, Çolpan gibi Türk büyüklerinin isminin dahi geçmesine tahammül edemiyorlardı...
Aynı zamanda Dünya Türk Sanat Tarihi konusunda tanınmış olan Prof. Dr. Nejat Diyarbekirli, Türk Sanat Tarihi hocam oluyordu. Kendisiyle ve kürsüde bulunam diğer iki profesörle samimi ilişkiler kurmuştum. Nejat beyin “Hun Sanatı” kitabını büyük bir zevk ile okudum.
Almanya’ya ailemin yanına geldiğim zamanlarda da Orta Asya Türk Sanat Tarihi sahasındaki kitapları temin etmeye çalıştım. Bu arada Rus emperyalistlerinin, Türk Milletini alt kimliklere ayırıp, her şiveye farklı alfabe yaptığını gördüm. Türkistan, Turan ve Türk adını unutturmak için Tatar, Başkurt, Çuvaş, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Azeri, Türkmen, Uygur gibi boy adlarını ayrıştırarak bir kimlik verip ötekileştirme yoluyla onsekiz ayrıl krill alfabesini 1936’da Türk düşmanı Stalin’in emri ile uygulamışlar.
Akademi’de ve vakit bulduğum zamanlarda Türklere dikte ettirilmiş bu onsekiz alfabeyi hem yazmasını, hem de okumasını öğrendim. Sovyet Rusya’nın Almanya Münih’te olan Kniga Verlag’dan esir Türk illerinden kitap, dergi, haftalık gazete alıyordum. Özbek Tili ve Edebiyatı, Türkmenistan’dan Sungat ve Adabiyat, Şark Musulmanları, To Day Azerbaycan, Kirpi, Edebiyat ve İnce Sanat, Aydın gibi dergi ve gazeteler bunlardan birkaç örnektir.
Kendisini Dünya Türk Sanatına adamış olan Hocam Nejat Diyarbekirli ile Akademi eğitimimi tamamladıktan sonra irtibatım kesildi. Ben Almanya’da iken bizzat köyüme gidip benim adresimi ve telefonumu orada bulunan akrabalardan almış. Almanya’da da eğitimimi bitirip çalışmaya başladıktan sonra, benim Türk Sanat Tarihi üzerine özellikle de Uygur Sanatı üzerine yoğunlaşıp doktora yapmamı istedi.
Doksanlı yıllarda sosyalist ülkeler tarih sahnesinden birer birer çekilip rejimlerini değiştirip, serbest ve müstakil devletler olunca; koskoca Sovyetler Birliği çöktü. Milyonlarca Sovyetler Birliği taraftarı olanlar adeta boşluğa düştüler. Artık Türk ülkelerine gidip gelmek kolaylaşmıştı.
1994 yılının Eylül ayında Hocam Nejat Bey, Almanya’ya bana telefon açıp;
“Halil, ben, hayatımda üç Türk Devleti’nin sanatı hakkında kitap yazacaktım ama Hun Sanatı ile Göktürk Sanatı hakkında kitap ve makaleler yazdım. Uygur Sanatı bu konuda eksik kaldı” dedi “Onu da senin yazmanı istiyorum” deyince çok sevindim.
Bu konularda donanımım yeterince var olduğuna da inanıyordum. Türkçeyi Arap, Latin ve Krill alfabeleriyle okuyup yazabiliyordum. Çocukluğumdan beri ufkumu aydınlatan hedeflerimin gerçekleşmesi hayaliyle yaşamıştım.
Türk Edebiyatına ve Sanatına düşkünlüğüm şiir, hikaye, kültür ve bilimsel konularda yazdığım yazılardan oluşan yayınladığım kitaplarım da vardı.
Düsseldorf Kunst Akademisi’nde okurken Orta Asya Türk Sanatları hakkında bir çok kitap görmüştüm. Hele Uygurların Bezeklik Eserleri beni çok etkilemişti. Bu teklif ile hocamla buluşmak için Ekim’in ilk haftasında İstanbul’da buluşmak için sözleştik.
05 Elim’de Düsseldorf’tan Türk Hava Yolları uçağına bindim. Uçak doluydu. Benim oturduğum bölüme bakan hosteslerden birisi dikkatimi bir ressam ve şair olarak çekti. Çok güzel bir hanımdı. Gözlerinin içi gülüyordu. Bakışıyla tebessümü ve edepli davranışıyla beni çok etkiledi.
Düsseldorf İstanbul arası o zamanlar üç saat filan sürüyordu. Hemen çantamdan bir kağıt ve siyah renkli tükenmez kalemimi çıkararak hafızama alabildiğim cemalini ve yüzüne yansıyan iç güzelliğini gösteren portresini çizdim. Bir başka kağıda da, çizdiğim o resmin kelime ve cümleye yansıyan şiirini yazdım. Resim ve şiir bittikten sonra yanımıza yaklaşan o güzel hostese gösterdim.
Resmî görür görmez gözlerinde, sanki binbir çeşit bahar çiçekleri açmıştı. İki eliyle birlikte resimi “Bana hediye eder misin?” der gibi eğildi ve aldı. Bu arada şiiri de gösterdim. Onuda aldı ve uçak inmeden okuyup fikrini ve takdirini söyledi.
Adını dahi bilmediğim ve daha sonraki uçak yolculuklarımda görmediğim bu güzel hostes için gökyüzünde demir bir kuşla uçarken yazdığım şiiri, Muhabbet Bağının Gülleri adlı kitabımın 36 - 38 sayfalarına yerleştirdim.
Uygur Sanatı için doktora görüşmesine gittiğim Hocam Nejat bey, beni çok iyi karşıladı ve çok yardımcı oldu. Benim mutlaka görmem gerekli olan müzeleri ve eserlerin listesini verdi. Avrupa’da olan müzeler benim için ulaşımı, gezilip görülmesi zor değildi; fakat, Kore, Çin, Moğolistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan gibi yerlerde olan müzelere ve ören yerlerine ulaşabilmem, sağlık yönünden gidebilmem, hele arazilerde araştırma yapabilmem çok zordu.
O günlerde artık bastonlarla da güç yürüyordum ve tekerlekli sandalye kullanmaya da başlamıştım. Çok üzgündüm ama yapacak bir şey yoktu. Sanat Tarihi konusunu ele aldığınız zaman mutlaka sahaya inip araştırma yapmak lazım. Masa başında hazır bilgiler ve malzeme ile böyle hassas bir konuyu ele almak mümkün değildi.
Hayallerime ve hedeflerime bir nokta koymadan Uygur Türk Sanatı konusunu gelecek nesillere bırakıp; Türk Edebiyatı ve Kültürü konusunda yapabileceğim başka hedeflere yöneldim.
Uçakta dönerken hem çok üzgündüm, hem de o güzel hostese bir daha rastlayamadım. Gökyüzünde yazdığım bu şiir bir anı olarak kaldı. Ne o güzel hostes beni, ne de ben onu bir daha görmedik. Adını dahi bilmediğim bir güzel hostesten gönül telimi titreten güzelliğin şiirini, sizlerle paylaşmanın bahtiyarlığı da çok hoş. Hoşça kalınız.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 30.12.2020
İÇ GÜZELLİĞİ
Yolum düşse bir gün gönül diliyle;
Başı karlı dağda pınar başına.
Dolunay inmiştir nurlu haliyle
Yakışmış edası hilal kaşına.
Tebessüm gözdedir, hem de özdedir,
Dili baldır, kaynak tatlı sözdedir,
Sanma ki zerafet yalnız yüzdedir
İçi güzel ise vurur dışına.
“Manevi zenginlik” huzur kaynağı,
Bu duyguyla aşar en yüksek dağı,
Ziyneti imandır süsler her çağı
Akseder yaşantı bütün işine.
Dudağı hoş şeker balı aratmaz,
Ele meydan verip saçın taratmaz,
Vefalıdır dostu yabana atmaz
Sadıktır Hakk için yalnız eşine.
Ak topuklar nazlı basar toprağa,
Gerdan kırar, gamze konmuş yanağa,
İpek saçlar bayrak olmuş bir çağa
Darbe vurur yürür iken döşüne.
Sözleri dökülür sanki pınardan,
Bal toplamıştır tam yedi diyardan,
Ayrılmaz bu gönlüm böyle bir yardan
Gülünce döşenir inci dişine.
Gözleri ışıktır benzer güneşe,
Zemheride sitem eder ateşe,
Mevlam sabır versin ona yanmışa
Hayranım yazına, hem de kışına.
Onu sevmek doğru yola götürür,
Hakk sırrını bulmak - hazzı getirir,
Kıraç yerde sevda, güller bitirir
Yeter ki yol olsun gönül kuşuna.
Merhamet vicdandan doğan fazilet,
Elbette insana yakışan servet,
İmanlı bir hayat en büyük devlet
Lezzet katar helal pişmiş aşına.
Hakk eseri diye insanı sayar,
Manevi sohbetle beslenir, doyar,
Ömrün her anına Kur’an’ı koyar
İşiyle fikriyle uyar yaşına.
Yaradan aşkıyla sevmesi sanat,
Bağlıdır maşuka, eder itaat,
Mutluluk vermeye açar bin kanat
Ressam Halil, ister, girsin düşüne.
Halil GÜLEL
Uçakta / 05.10.1994
(Muhabbet Bağının Gülleri)