- 400 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bu B/aşka Kahır ( 4 )
Dükkânı içeriden kilitleyip ışıkları söndürdü. Gizli bölüme geçerek dolaptan çıkardığı birayı açıp sırtını koltuğa yaslayarak ayaklarını sehpanın üzerine uzattı. Sigarasının ucundaki ateşten başka içeriyi aydınlatan ışık yoktu. Baba yadigârı tik tak duvar saatinin saniyesinin sağa sola çarparken çıkardığı ses dışında çıt çıkmıyordu. Sessizliğin arasında ses ararcasına sessizdi o akşam. Birasından henüz ilk yudumu almıştı ki ısrarcı şekilde çalan kapı zili dikkatini dağıttı. Kapalı ve ışıkları söndürülmüş dükkânın zili çaldığına göre o saatte içeride olduğunu tahmin eden arkadaşlarından biri olmalıydı. Yerinden kalkıp ışığı yakmadan zifiri karanlıkta sağa sola tutunup küçük adımlar atarak girişe yaklaştı. Dışarıya doğru baktığında gülümseyen bir yüz gördü ama karaltıdan dolayı kim olduğunu anlayamayıp hemen kapıyı açtı.
-Merhaba neşesiz adam… Müsait misin?
-Seda! Ama sen… Nasıl buldun burayı?
-İznin olursa onu da anlatırım. Ama önce nezaket gereği beni içeri davet etmelisin, dedi sempatik ve çocuksu sevimlilikle.
Şaşkınlığını gizleyemiyordu Tolga.
-Eee şey… Edeyim etmesine ama…. Kafe değil, bar değil. Burası birkaç saat önce kapatmış olduğum bir dükkân. Nasıl buyur gir içeri denir ki bir kadına!
-Gece vakti buraya kadar nasıl geldiğim önemli değil, içeriye nasıl gireceğim mi önemli Tolga? Yapma lütfen. Ayrıca merak etme, korkmuyorum. Çalıştığım barda sana kimlerin asıldığını ve yüzlerine bile bakmadığına çok kez şahit oldum.
-Peki Seda. Şaşkınlığımı anlayışla karşıla. Lütfen Buyur.
Bize öğretilen görgü kuralından dolayı mı? Çok fazla vicdanlı oluşumuzdan mı? Yoksa savunmasız olduklarını tahmin edişimizden mi? Nedendir bilinmez, dışarıda en sevdiklerimizle bile kavga edebilirken kapımıza düşmanımız gelse en güzel şekilde ağırlamaya özen gösteriyorduk.
--Ekmek çalmaz aç olmayan. Merhem aramaz yarası olmayan. --
Dükkânın arka tarafındaki gizli bölüme geçtikleri sırada ışıkları yaktı Tolga.
-Kusura bakma ortalık biraz dağınık.
-Hah o zaman tam denk geldi desene. Zaten ben de kafaları dağıtırız diye getirdim, diyerek çantasındaki kırmızı şarabı çıkardı Seda.
-Senin şarap içmediğini biliyorum. Ama bu elimdeki çok özel ve pahalı bir içki. Beni kırmayacağını, birlikte içebileceğimizi düşündüm.
-O kadar kaliteli içkiyi, benim gibi şarap kültüründen hiç anlamayan biriyle rezil etmeseydin keşke Seda.
-Şaka yapıyorum yahu. En ucuzu buydu ve param bu kadarına yetti. Üniversite öğrencisiyiz oğlum. Bir öğünlük yemekten üç öğün çıkarmak gibi özel yeteneklerimiz var bizim. Kaliteli şarap için önce kaliteli bir hayata ihtiyacımız var. Şimdilik çok erken değil mi sence de?
-Ne desem ki? Uzun zamandır hüznüyle alay edebilen, senin kadar pozitif bir insanla karşılaşmamıştım”
-Teşekkürler. O sizin negatifliğiniz Tolga Bey!
Ortam biraz daha yumuşamış Seda’nın samimiyeti, içten tavırları önyargılarını yıkmaya başlamıştı Tolga’nın. Kadehleri boşalıp yenileri dolduruldukça sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek sohbetin içerisine bırakmışlardı kendilerini.
Benim derdim Dem
Senin derdin ham
Bir araya gelip demlenemedik
Bardaklarımızda gam…
O sabah mutluluktan ağladığı için tekrar tekrar makyajını tazelemek zorunda kalmıştı kadın.
-Hadi ama toparla artık kendini. Böyle bir günde ağlanır mı? Biz bu anı yıllarca beklemedik mi? Beklerken olumsuz sonuçlanacak tedirginliği yaşamadık mı? Sen değil miydin, “Bu bekleyiş ne kadar uzun sürerse sürsün yılmayacağım” diyen? Hırkalar, patikler, atkılar ören? Çekmecelerin içinde, üzerlerine lavanta kokularının sinmiş olmasından bıkmadın mı? Ayrıca unutma ki bir yıllık denetim süreci yeni başlıyor. Yetkililere ne kadar kaliteli anne baba olabileceğimizi göstermemiz lazım. Sen böyle sürekli ağlayıp zırlarsan, süreç de olumsuz sonuçlanır haberin olsun.” Diyerek ikna etti karısını adam.
Avuçları terlemişti el ele tutuşup kurumdan içeri girerlerken. Tüm prosedürler hallolmuş sadece 5 yaşına yeni girmiş kız çocuğuyla buluşmak kalmıştı.
Az sonra hasat zamanı akşam serinliğinde rüzgarla dans eden başakları andıran sarı saçları, gökyüzünü kıskandıracak mavilikte gözleri olan küçük Seda girmişti içeri.
Diz hizasındaki eteğinin iki yanından tutup sağa sola sallayarak bütün sevimliliğiyle kadına doğru bakıp ”Şimdi sen benim annem mi olacaksın?” dedi.
-Evet. Biz bunu çok istiyoruz, eğer sen de kabul edersen?
-Sizin kızınız olmak kötü bir şey mi?
-Elbette hayır. O da nereden çıktı?
-O zaman neden ağlıyorsun?
Bu ikili diyaloğun arasına girip durumu toparlamaya çalıştı kocası.
-İnsanlar her zaman üzgün iken ağlamaz Seda. Mutlu oldukları zamanlarda da ağlayabilirler. Ve biz uzun zamandır kızımız olmanı çok istiyorduk. Annen ördüğü hırkaları, atkıları, patikleri alıp sakladığı oyuncakları sana verecek olmanın, seninle arkadaş olmanın mutluluğunu yaşıyor şu an.
- Ama benim burada arkadaşlarım var ki. Hem onların da anne babaları, oyuncakları yok. Onlar da bizimle gelse olur mu ?
-Seda’cığım. Bu pek mümkün görünmüyor. Sadece senin kızımız olmanı istediğimiz için bile uzun zaman beklemek zorunda kaldık. Ama istersen sana kumbara alırız. Harçlıklarını biriktirirsin. Sık sık burayı ziyarete geliriz. Arkadaşlarına oyuncaklar, hediyeler alabilirsin. Ne dersin?
-Peki, dondurma da alabilir miyim arkadaşlarıma?
-Elbette alabilirsin.
-Anlaştık o zaman.
Ortalarına Sedayı alıp ellerinden tutarak evlerine doğru yürüdüklerinde tarifsiz mutluluk hakimdi yeni anne ve babasında. Öyle ki yıllar önce doktorun “Çocuğunuzun olması neredeyse imkansız. Çünkü…” sözünden sonrasını öğrenmek istememişler kusur, eksiklik, hata… Adı her ne olursa olsun sorunu kişiselleştirmek yerine ortaklaşa üstlenmişler ve cümlenin devamını duymadan çıkıp gitmişlerdi doktorun odasından.
--Aşk kusur aramak değil, kusur örtmektir.--
Yeni ailesinin yanında mutluydu ve el üstünde tutuluyordu onu severlerken annesi “Nazar boncuğum”, babası ise “Uğur böceğim” diye sesleniyordu Seda’ya. Zira evlat edindikleri zamanın üzerinden henüz birkaç ay geçmişti ki annesinin hamile olduğu haberini Seda’nın evlerine getirdiği pozitif enerjiye bağlamışlar, onu öz evlatlarından ayırt etmek yerine daha çok sevmişlerdi.
--İmkânsız diye bir şey yoktur, hayal kurmaya imkânı olanlar için.--
Bilirsiniz; mutsuzlukta pili biter saatlerin, zaman geçmek bilmez. Mutlulukta ise yelkovan ile akrebin rolleri değişir. Aralarına kız kardeşi de dâhil olduktan sonra zamanın su gibi aktığı mutlulukların içinden geçerek büyüdü Seda. Yaptığı her işte ses getirip ödüller alan inşaat mühendisi babasının kurduğu şirketin başına hosteslik görevinden istifa edip geçmişti annesi. Maddi ve manevi doyuma ulaşmış bir ailenin kızıydı. Aynı dilin haylazı, küfürlerin, argo kelimelerin var olduğunu uzunca bir süre hiç bilmedi. Üzerinden eksik olmayan anne baba sevgisinden öğrendiklerini kız kardeşine aktarıyor, onun da mutluluğu daim olsun istiyordu. Tabii hayat uzaktan göründüğü gibi dört dörtlük değildi. Zaman zaman gece yatağına yatıp yalnızlığıyla baş başa kaldığında gerçek anne ve babasının kimler olduğunu düşünüyor, “Acaba evlatlık verilmeyip öz ailemle yaşasaydım, bu kadar mutlu olur muydum?” diyerek sık sık kendini sorguya çekiyordu. Sorguya çekmesindeki en büyük etken ise yakın komşularıydı. Arka sokakta oturan ailenin kızı Aslı ile çok sıkı bir dostluk kurmuşlardı, fakat Aslı’nın ailesi Seda’nın anne babası kadar hoşgörülü değil, daha tutucuydu. Özellikle Aslının düşük ücretle geç saatlere kadar çalışan babasının alkolik oluşundan dolayı yaşadığı ruhsal sıkıntılar, tüm aileyi derinden yaralıyor, hayatlarını zindana çeviriyordu. Geçmiş yıllarda annesine yaptığı psikolojik baskı ve şiddet, ergenlik çağına gelip serpilmeye başlayan Aslı’ya da sıçramıştı. Aslı ise babasının işte olduğu, ev işlerinden arta kalan zamanlarda dertleşmek için Seda’yla buluşuyor, başından geçenleri anlatıyordu. Seda’yı şaşkına çeviren en büyük etken de buydu. Kendi kanını taşımadığı ailesi tarafından el üstünde tutulurken öz evladına baskı yapan baba ve çaresiz anne figürü ona oldukça anlamsız geliyordu.
Üniversite çağına geldiğinde bölüm tercihi yapacağı zaman ise aklına hemen her fırsatta çok sevdiği çocuktan bahsederken gözleri ateş böcekleri gibi ışıldayan, ama babasının baskısına dayanamayıp istemediği biri tarafından zorla evlendirilip uzak bir şehre gelin giden en yakın arkadaşı Aslı gelmişti. Bu yüzden ailesinin ısrarla Tıp ya da hukuk okumasını istemelerine kulak asmayıp sosyoloji bölümünü tercih etti. Zira sevgi içinde büyüdüğünden dolayı hayatın tahmin ettiğinden daha enteresan olduğunu, arkadaşının başına gelenleri görünce anlamaya başlamıştı. Ve en önemlisi insanın öz ailesinin evladını neden bırakıp gittiğine anlam veremiyor, bunun nasıl bir ruh hali olduğunu çözümlemek istiyordu.
Farklı şehre gidip okul hayatına başladığında, sınıfsal farklardan dolayı onu yadırgamamaları için, kendisini memur bir ailenin çocuğu olarak tanıtmıştı. İnsanların doğal davranışları, tebessüm ederek kurdukları argo cümleler, dillerinden eksik olmayan küfürler, birbirilerinden borç istemeleri, kıyafetlerini ödünç alıp verişleri, alışverişlerdeki zoraki ekonomi tercihleri Seda’ya çok şaşırtıcı geliyordu. Özellikle aynı evi paylaştığı iki kız arkadaşının da okuldan arta kalan zamanlardan sonra çalışıyor olmaları… Gece uyumadan önce babasının başucuna oturup saçlarını okşayarak anlattığı masalları düşünüyordu çoğu zaman. Zira o masalları dinlerken hayaller kuruyor, hep hikâyenin kahramanlarının yerine koyuyordu kendini. Oysa şimdi pamuk prensese elma veren cadının, yedi cücelerin, hikâyelerde yoldan geçen fakir köylünün nasıl bir hayat yaşadıklarına şahit oluyor gibiydi. Okulda öğrendiklerinden ziyade, sosyal hayatın daha ilgi çekici olduğunu düşünmeye başladı. Acıyı, hüznü gerçekten yaşayanların sustuğu ama o acıları görüp bunları kağıda dökmeyi başarmış edebiyat dünyasının yazarlarına merak saldı. Zaman zaman sosyoloji bölümünün doğru tercih olup olmadığını sorguluyor, bu bölümündeki birikimiyle edebiyat bölümüne geçiş yapıp yapmama kararsızlığını yaşıyordu. Çok geçmeden kendinden daha enteresan hayatları öğrenmek, ilginç insanlarla sosyalleşmek adına yarım gün de olsa, boş zamanlarında bir barda çalışmaya karar verdi.
--Sırtını sevaplara dönüp cennet penceresinden cehenneme bakmak, günahların cazibesi miydi?--
-Evet, neşesiz adam… Başından geçen aşk hikâyesini öğrenmeye geldim bu akşam.
-Belki bir yakınım öldü, onun için üzülüyorum. Nereden biliyorsun aşk hikâyem olduğunu? Öyle olsa bile herkes aşk yaşamıyor mu? Herkesin farklı bir hikâyesi yok mu? Neden ben?
-Hadi ama Tolga! Kandırmayalım birbirimizi. Yakını vefat edenler genelde o yakını için dua okurlar, mevlit okuturlar. Her gece barda içeceklerini sanmıyorum. Ve evet haklısın. Herkesin farklı farklı hikâyeleri var. Ama o hikâyeler çok kısa sürüyor.
-Anlamadım. Çok kısa sürüyor derken ne demek istedin?
-Çalıştığım bara herkes eğlenme maksadıyla gelmiyor, sevgilisinden ayrılıp kafa dağıtmak için gelenler de var. Ve bu insanların yaş ortalamaları senden küçük. Üç gün ağlıyorlar, dördüncü gün yanlarında yeni sevgilileriyle geliyorlar. Üç gün önce feryat figan abartan onlar değilmiş gibi, kahkaha dolu sohbetlerine tanık oluyorum. Sen ise ilk gün ne isen bu akşam da aynı ruh halindesin.
-Peki Seda sen kazandın. Aynı zamanda başkasını da aldattığını öğrendiğim kadın tarafından aldatıldım desem tepkin ne olurdu?
-Ne? Yuh Olurdu! O ne demek? Daha detaylı anlatır mısın?
-Hali hazırda bu kadar sert tepki vermişken, hemen bir soru daha sorayım: Peki o kadının zaten evli olduğunu söyleseydim ne derdin?
-Ciddi olamazsın! Maalesef ben yuh’tan öte argo bilmiyorum. Şimdi tıkandım işte.
-Bu yüzden hiç anlatmayayım istersen. Zira dışarıdan bakınca tamamen suç bende.
-Evli bir kadın diyorsun. Suç sen de değil mi yani?
-İşte bak, Beni suçlu olarak yaftalamaya hazırsın.
-Emin ol o anlamda sormadım. Tamamen şaşkınlık, tamamen merak…
-Bitmiş bir şeyin neresinden tutup da başlar insan bilemiyorum.
-Bitmiş ki anılar, acılar birikmiş. Hiç başlamasan, neden bahsedebilirdin ki? Yalnızlık, boşluk hissi, hiçlik mi daha güzel? Yoksa acıları tarifsiz olsa da mutlu mutsuz anılar mı?
-Güzelliğin içerisinde acı, acının içerisinde de güzellik varmış. Ama hangisi cezbedici, hala karar veremiyorum.
-İlişkinin içerisinde vicdan varsa, kimse kimseye zarar vermez, vermeye kıyamaz bence.
-Bu kadar emin olma derim.
-Neden?
-Savaştan yeni çıkmış oldukça fakir bir köyde yaşayan insanlar varmış. Ve bu köyün dağ yamaçlarında yaşayan yalnız bir ihtiyar adam… Bu ihtiyarın bahçesine tilkilerden kaçan yaralı ve hamile tavşan sığınmış. Almış, yaralarını sarmış, bahçesinde yuva yapmış. Gel zaman git zaman derken, hiçbirini yemeğe kıyamadığı için ihtiyarın bahçesi tavşanlarla dolup taşmaya başlamış. Haliyle bunu duyan fakir köylü, karbonhidratla beslenmekten bıktıklarından dolayı, çoluğunu çocuğunu yanına alıp sık sık ihtiyarı ziyaret eder olmuşlar. İhtiyar her seferinde ikilemde kalıyormuş. Bir tarafta et yiyemeyen çocuklar, diğer tarafta gözünden sakındığı tavşanlar… En nihayetinde aklına bir fikir gelmiş. Bahçesinin ortasına tahtadan tuzak kurmuş. Evine her misafir gelişinde tahtanın üzerine havuç bırakıp beklemeye başlamış. Bu havucu yemek için tahtanın üzerine çıkan tavşanlar aşağıya düşüp hapsoluyorlarmış. İşin ilginç kısmı ise o tuzağa yakalanan tavşanları değil, tuzağı hissedip hamle yapmayan tavşanları kesip misafirlerine ikram ediyormuş.
-Eee ne anlamalıyım bundan?
-Tuzağa düşüp havucu yemek için yönelen tavşanların masum, diğerlerini ise, tuzağı sezip yerlerinden kıpırdamadıklarından dolayı kurnaz olduklarını sanıyor ve o kurnaz tavşanları kesip misafirlerine ikram ediyormuş. Masumları koruyor, kurnazları yemek yapıyor. Şimdi anladın mı?
-Tam anlamıyla değil.
-Demem o ki insan vicdanı her zaman kendini rahatlatmak için bir bahane, bir yol bulur. Ne kadar haksız, ne kadar suçlu olursa olsun…
-Anladım. Peki sen yaşadığın olaylarda ne kadar acımasız ya da masumsun? Anlatsan da buna ben karar versem.
-O zamanlar çok popüler olan, insanların rumuz kullanarak içini döküp rahatladığı internet sitesinde tanıdım onu. Yüzünün yarısını profil fotoğrafı yapmıştı. Görür görmez adeta büyülendim. İlk tanışmalarda kadınların ilgisini çekecek yetenekte biri değilim.
-Kendine güvenmiyor musun?
-Güvenip güvenmemek demeyelim buna. Hani klasik söz vardır ya, ”Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırlar” diye, işte ben bu cümleye hep muhalefet oldum.
-Neden? Gerçekten de öyle değil mi?
-Evet, öyle olabilir. Ama neden hiç tanımadığım bir kadını güldürmek için uğraşayım? Güldürdükten sonra çekip gitmeyeceğinin garantisi var mı? Sence de bu beyhude çaba soytarılık değil mi?
-Bence ne kadar eğlenceli karakter olduğunu gösterme çabası. Ayrıca her kadın kendine ilgi gösterilmesinden hoşlanır.
-İşte sorun da burada. Bir kadın seçip tüm enerjimi ona harcamak varken, neden her kadına aynı ilgiyi göstereyim? Ayrıca hiçbir erkek eğlenceli değildir. O karşısındaki kadını ikna edene kadar, güven verene kadar, asıl amacını içinde saklayıp oynadığı oyundur.
-Ama şu an aynı kefeye koyuyorsun tüm erkekleri.
-Peki, ben aynı kefeye koyuyorsam, “Bütün erkekler aynısınız!” serzenişi hangi cinse ait? Önce güldür sonra güven ver olmamalı ilişkiler. Önce güven ver, ardından güldür. Amacım tartışmak değil. Anlatmak istediğim şu: Önce samimiyeti yakalayalım. Birbirimize güven duyalım. Ardından konu güldürmek ise zaten elimden geleni yaparım.
-Ben de dahil seninle aynı fikirde olmayan çok kadın olduğuna eminim. Neyse biz konumuza dönelim istersen. Yüzünün yarısını görüp etkilendiysen tamamını görünce nasıl ruh haline büründün merak ediyorum.
-Ona ‘Merhaba’ demek oldukça sıradan mesaj sayılırdı. Zira herkes aynı cümlelerle yazıyor olmalıydı. Nasıl ilgisini çekebilirim? diye düşünürken Yılmaz Erdoğan’dan dörtlük gönderdim. E haliyle muhtemel rakiplerim çok olduğu için cevap alamadım. Tabii ben de “Bu kadar güzel kadına nasıl olsa herkes yazıyor, ilgisini çekmeye çalışıyorlardır” düşüncesiyle umursamadım. Birkaç gün sonra onun yine çevrimiçi olduğunu görünce tekrar aynı şeyi yaptım. Sadece şiir farklıydı. Ama nafile, yanıt yok. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Zira tamamen aklımdan silmiştim onu. Ta ki mesaj kutumda ondan gelen bildiriyi görene kadar… O anki kalp çarpıntılarımı izah edecek kelime bulamıyorum.
--Tanışamamanın içsel acısı, tanıyıp pişman olmanın derin sancısı…Acaba, acabalar keşkelerden daha mı masum?--
-Sanırım artık şiir sevmediğimi anlamışsındır” yazmış. Cümlenin sonuna da gülen yüz ifadesi eklemiş. 5-10 dakika ne yazacağımı düşündüğümü iyi hatırlıyorum.
-Nasıl cevapladın?
-” Şiir sevmiyormuşsun… Kusuruma bakma ama ben bu güzelliğe destan bile yazarım”
-Ooo, güldüren erkekleri sevmeyen, şair ruhlu erkek. Demek ki hepinizde kadınları etkileme taktiği farklı!
-Ben ruhuna inmek, kalbine dokunmak istedim. Yapmacık tavırlar sergilemedim, yüzeysel olmadım hiç.
-Sonra?
- Sonrası çok hızlı gelişti. Ne zaman samimi olduk? Hangi gün telefonda sohbet etmeye başladık hatırlayamıyorum. Hatırladığım tek şey, Bayram sabahına uyanan çocuklar gibi heyecanlı ve mutlu, umut doluydum. Zahir güzellikte biri benimle ilgileniyor, ben de bana karşı kurduğu her cümlede onunla ilgili bilgileri ezberlemeye çalışıyordum. Bilirsin, erkekler yeri gelir kendi doğum günlerini dahi unuturlar, önemsemezler. Kadınlar ise detaycıdırlar. Önemsendiklerini hissettikçe önemserler. Özellikle belirli olgunluğa erişmiş kadınlar, tipten karizmatik duruştan ziyade maneviyata önem verirler.
-Belirli olgunluktan kastın ne? O söz ettiğin olgunluğa erişmemiş kadınlar nasıl davranırlar?
-İşte bak. Kurduğum cümleden söküp aldığın şey bile ne kadar detaycı olduğunuzun ispatı. Kadınlar tomurcuktan güle dönüşmeye başladıklarında, yani serpilip güzelleştiklerinde etraflarında çok erkek birikir. Kendileri baldır ama bala sineklerin de konacağını hesaba katmazlar. Kim yakışıklıysa, kim daha geç ortaya çıkacak yalanlar söylüyorsa, o erkeği seçerler. Hesaba katmadıkları bir konu daha vardır. Yakışıklı ve karizmatik buldukları erkekler genelde, potansiyellerinin farkındadırlar. Bu doğrultuda ne kadar çok kadınla birlikte olurlarsa, onlar için bir o kadar kârdır.
-Yani?
- Yanisi şu: Kadınların çoğu, o bahsettiğim belirli yaş ve olgunluğa erişinceye değin yanılırlar. Mağazaya girdiklerinde üzerlerinde yıllarca taşıyacakları, en dayanıklı ürünleri değil; kendilerine en çok yakışanı tercih ederler. Ve o aldıkları kıyafet eskir, birkaç yıkama sonrası yıpranır. Kullanılamaz hale gelir. Aynı mağazaya erkekler girince, en çok yakışandan ziyade en dayanıklısını, uzun süre kullanabilecekleri ürünleri ararlar. Garanticidirler. Duymuşsundur. Hani kadınlara ‘Şeytan’ derler ya… Hatta bu benzetmeyi detaylandıracak atasözü haline gelmiş, “Allah’ım! Madem kadını yaratacaktın. O halde Şeytanı yaratmaya ne gerek vardı?” benzeri cümleler vardır. Ben de diyorum ki her kadın melek olarak doğar. O meleksi ruh hallerinin saflığıyla hareket etmenin cezasını ödedikçe şeytana dönüşürler.
-Anladığım kadarıyla aşkta deneyimsiz kadınlar, seçimlerinde genel olarak yanılırlar diyorsun.
- Erkekler talip olurlar, kadınlar seçerler. Seçmek sorumluluk, seçilmek ise ayağına gelmiş fırsatı değerlendirmektir. Kadınların yaptıkları yanlıştır demiyorum. Alternatif çoksa hata payı artar diyorum. Filmlerde kırmızı ya da mavi kabloyu kesme zorunluluğu vardır. Ya öleceksin ya da hayatta kalacaksın. Yarı yarıya olasılık… Kadınlarımızın karşısına ise yedi renk çıkıyor. Haydi, seç bakalım! İnsan kendini hayatın çemberinden geçmiş, acılarla yoğrulmuş, yaptığı yanlışlardan ders çıkarmış sanırken bile hatalar yapabiliyor. Kaldı ki tamamen tecrübesiz kızlar nasıl yanılmasın, hataya düşmesin?
-Kadınları eleştirirken savunman enteresan geldi bana. Üstelik bir kadın tarafından ruh halin, fizyolojin, hayata bakışın değişmişken… Ana konuyu merak ettiğim için eleştirel fikirlerimi kendime saklayıp, anlatacaklarının devamını dinlemek istiyorum.
-Ben geçmişte çapkınlıklar yaptım. Ama kimsenin ahını almamak için kartlarımı açık oynayıp niyetimi en baştan belli ettim. Kimi kızdı, kimisi de dürüst davrandığım için teşekkür etti. Sosyal medyada tanıştığım kadınla samimiyeti ve güven duygusunu arttırdıkça kendi hayatından bahsetmeye başladı. Evli olduğunu, eşinin umursamaz davrandığını, özellikle de eşinden dolayı çocuklarının olamayacağını anlattı. Belki kaba olacak ama, bu cümleyi duyunca yine açık sözlü davranıp “Evliyim diyorsun. Amacın heyecan aramak mı? Yoksa gerçekten duygusallık mı?” sorusunu yönelttim. “Sen beni ne zannediyorsun! Ben öyle kadınlardan değilim” cevabını verdi çok sert üslupla.
Elma şekerini yere düşürmüş bir kız çocuğunun masum bakışları ve yeni doğmuş yavru serçenin annesinde şefkat arayan ses tonu vardı dudaklarından çıkan her sözde. Benden epey uzak şehirde yaşıyordu. Yaşadığı şehre de evlendiği için taşınmak zorunda kalmış. Yani bana anlattığı kadarıyla bir iki kişi dışında neredeyse hiç arkadaşı yoktu. Bilirsin, kadınlar erkeklerden daha sosyal canlılardır. Ve en büyük hayallerinden biridir anne olmak. Bu yüzden anlattıklarına, içsel yalnızlığına hak veriyor, ne söylese inanıyor, inanmak istiyordum.
-Ah şu erkekler… Boşuna dememişler “Kadınlar duyduklarına, erkekler gördüklerine aşık olurlar” diye. Sen de onun yüzünün tamamını görünce sırılsıklam aşık oldun haliyle.
-Tarifi yok! Maaşını almış babanın, poşetlerle eve döneceğini bilip kapı önünde bekleyen çocuklar gibi heyecan içinde bekliyordum aramasını, mesaj göndermesini. Evliydi, her aklıma gelişinde arayıp hayatına zarar veremezdim. Onun aramasını beklerdim hep. Kabullenmiştim onu böyle sevmeyi. Bu kadar sıkıntılı evliliği olan biri mutlaka boşanacaktır diye düşünüyordum.
-Daha rahat görüşebilmek için mi boşanmasını bekliyordun?
-Hayır, hemen evlenmek için!
-Ciddi olamazsın! Sanırım sen hiç evlenmedin. Evlenip boşanmış bir kadınla kültürel baskıları göze aldığımızda, evlenebilecek cesareti nasıl buldun kendinde? Ayrıca bu kadının elini bile tutmadın daha!
-İnan umurumda değildi hiçbiri. Geçmişte tanık olduklarım ve bizzat başıma gelen olaylar sebep oldu böyle düşünmeme.
-Ne gibi olaylar?
- En trajikomik olanı anlatayım. İşyerime sürekli gelmeye başlayan genç kız vardı. Yaşı benden epey küçük olduğundan hakkında olumlu ya da olumsuz düşüncem yoktu. Bir müddet sonra oturup çay kahve içmeler, ilişkilerinden bahsetmesi ve bana doğru şuh bakışlarını yakalamış oluşum, cesaretimi arttırdı. Ziyaretleri rutine dönüştü ve son gelişinde, “Bugün kendimi çok çapkın hissediyorum” dedi. O cümlesinden cesaret alarak, “Muhtemelen listen kalabalıktır. Ben hiç şansımı denemek için hamle yapmayayım” der demez, “Listemin zirvesi boş” diyerek mesajı vermiş oldu. Telefon numaralarımızı aldıktan sonra her şey çok hızlı ilerledi. Amaçlarımız aşikârdı. Buluşup sevişmek üzere evime geldi. İlk birliktelikten sonra bir sebeple çantasını karıştırırken ağlamaya başladı. Bilirsin, cinsel ilişkilerde bir taraf diğerini beğenmeyince, “Seni, performansını, hijyenik olmayışını beğenmedim” gibi net cümleler kuramazlar genelde. Ya, bitse de gitsem düşüncesiyle sabrederler ya da aniden işimiz çıkar. Bahanemiz çoktur. Ağladığını görünce, beni beğenmediğini ve bahane aradığını düşündüm önce. Ardından neden ağladığını öğrenmem, “Keşke bende, kusur bulsaydı da bunu duymasaydım” dememe neden oldu.
-Ne söyledi ki?
-”Ya, sana gelmeden önce sözlümü askere uğurladım. Vedalaşırken bana belli etmeden çantama zor zamanlarımda harcamam için küçük altın bırakmış. Ve Seni çok seviyorum yazıyor Bıraktığı notta” diyerek ağlamaya devam etti. Sözlüsü olduğunu bilmediğime mi üzüleyim, askerde o kızın fotoğraflarını öpüp koklayıp hasret çekecek oluşuna mı, asıl gurbette kendisine lazım olacak altını kıza verişine mi, yoksa ‘Sözlüm’ dediği adamı askere uğurladıktan çok kısa süre sonra rahatça koynuma girebilen kızın sadakatsizliğine mi? Karar veremedim.
-Ciddi olamazsın! Sonra ne yaptı? Aklı başına gelip pişman olmuştur umarım.
-Sanmam. Gözyaşlarını silip kendini toparladıktan sonra sevişmeye devam ettik. Yaklaşık 5 dakika sürdü vicdan azabı.
-Peki sen bunu öğrenince neden devam ettin sevişmeye?
-Bilmiyorum. Belki o erkeği tanımıyor oluşum, belki kızın, tüm bunlara rağmen beni istemesi, belki de hayatımın geri kalanında bu kadar taze bir bedenle birliktelik yaşayamayacak olma korkum. Tavşan hikâyesindeki gibi vicdanımı rahatlattım sanırım.
-Benim dünyama çok uzak olan bu tarz hayatları, hikâyeleri öğrendikçe bazen, sosyoloji bölümünü tercih ettiğim için iyi ki mi keşke! mi demeliyim karar veremiyorum.
-Bence iyi ki demelisin. Çünkü aramızda yaş farkı var. Ben çok geç ders aldım. “Tamam, artık bir daha hata yapmam” desem ne olur ki? Ömrümü yarıladım. Hayat sadece yüreklerimizde, hayallerimizde masum Seda hanım. Gerçekler sandıklarımızın ötesinde… Verdiğim örnekten sonra, şimdi sorunu yanıtlayabilirim.
-A evet. Anlattığın konu enteresan olunca aklım karıştı. Affedersin.
-Uzun uzun düşündüm. Âşık olduğum kadın kâğıt üzerinde evli gözüküyor ve hayatında sadece tek kişi var, kocası. Evli olmayıp daldan dala atlayanları aklıma getirdikçe, onun yaşadığı hayat daha masum geldi bana. Yani eşinden boşanmış olsa evlenebilirdim onunla.
-Verdiğin örnek, yaptığın doğru olmasa da seni daha iyi anlamama neden oldu. Devam eder misin lütfen?
—Virgüle meyilli, noktaya hasret ilişkilerimizin hemen hepsi ya ünlem ya da soru işaretleriyle bitiyordu. Ki, dilimize pelesenk olmuş “Aşk olsun!” diye olumsuz bir söylem vardı, karşımızdakini eleştirirken veya kendimizi savunurken ifade ettiğimiz… Oysa hepimiz aşk olmadığı için mutsuzduk. Gerçek aşkı bulamayacağımız için mi bu kadar basit söyleniyordu? Yoksa “Aşk olsun da gör gününü!” manasında mı kullanılıyordu? Yaşamadan bilemiyorduk…—
-Yanında eşi olmadan annesinin yaşadığı şehre geldiğini söyledi bir gün. Yani buluşmak için bize fırsat doğmuştu. Davet etti. Ona, “Orası mutaassıp bir şehir. Buluştuğumuzda birbirimizi arzularsak ve ben baş başa kalacak otel ya da ev ayarlayamazsam sakın kızma bana” dedim.
-Samimiyetiniz o boyutlara gelmiş miydi?
-Evet. Hatta o beni hiç görmemişti ama çoğu kışkırtıcı telefon görüşmelerimizin sonunda müstehcen fotoğraflarını gönderirdi. Muhtemelen inanmayacaksın, o fotoğraflara bile aşkla bakardım. Cinsellikten ziyade, sarılıp saçlarını okşama isteği ağır basardı. Öyle özlemi büyürdü içerimde.
-Demek ki erkekler gerçekten aşık olduklarında kalıplaşmış arzuları, libidoları devre dışı kalabiliyormuş.
-Sanırım… İşte bu yüzden, onunla daha rahat olabilmek için, “Sen bana gelsene” dedim. “Zaten senin amacın seks! Yapamayınca boşu boşuna buralara kadar geldiğine pişman olacaksın değil mi!” tepkisiyle karşılaştım. Onu on saniye görmek bile bana yetecekti oysaki. “Hayır, seks değil ve tamam geleceğim. Oturup çay içer sohbet ederiz. Benim böyle düşündüğümü düşünmen üzücü” dedim.
-Gittin mi?
-Hayır. Otobüslerin kalkış ve varış saatlerini onunla paylaşırken niyetimin ciddi olduğunu anlamış olmalı ki, “Düşündüm de sanırım haklısın. Burada ikimizde rahat olamayız. Ben sana geleyim” dedi.
-Üstelik seni hiç görmemiş olduğu halde gelmeyi kabul etti, öyle mi?
-Evet. Ben de bu konuya çok takıldım.“Bana geleceğini söylüyorsun ama hiç görmedin. Ya beğenmezsen?” sorusunu yönelttim.
“Ne olursan, kim olursan ol. İsterse yaşın 70 olsun. Tipin, boyun posun umurumda değil. Beni bu kadar mutlu eden biri için memnuniyetle geleceğim” dedi. Düşündüm. Evet uzaktık birbirimize,evet eli elime değmemişti henüz. Ama hayatında vurdumduymaz insanlar olduğu için, beni görmeden gelecek oluşunu anlayabiliyordum. Zira o tebessüm etsin, gülümsesin diye elimden gelen her şeyi yapıyordum. Düşünsene; Anneler Günü’ydü ve o anne olamamıştı. Ama kutlamam da gerekiyordu. “Ne desem de onu incitmesem, hüzünlendirmeden mutlu etsem” diye uzun süre kafa patlattım. Nihayetinde, “Yüreğimde sevda doğuran kadın. Anneler Günü’n kutlu olsun” yazdım. “Aldığım en güzel mesajdı” cevabını vermişti.
—Dertleri çoktu ama makyajı akmasın diye ağlayamıyordu bazen bulutlar. Yürekleri çöle dönüyordu, toprağın altında filizlenmenin nafile hayalini kuran tohumların.—
Sabah erkenden uyanıp günlük kiralık ev tuttum. Eve girdiğimizde bir daha çıkmamıza gerek kalmayacak şekilde çay kahve şeker vs. Her şeyi hazırladım. Çünkü aynı gece otobüse binip yaşadığı şehre dönecek, eşine de annemin yanından geliyorum diyecekti. Bundan dolayı, onunla geçirmek istediğim her saniye önemliydi. Ardından otogara gidip beklemeye başladım. Yanıma naneli sakızlar aldım. Onu heyecan içinde beklerken içtiğim her sigaranın ardından sakız çiğniyordum ağzım kokmasın diye. Otobüsün perona yanaştığı anı, şoförün arkasındaki koltuktan bana bakarak gülümseyen yüzünü ölsem unutamam. Kadınların çoğu fotoğraflarına rötuş yapıp kendilerini olduklarından daha güzel göstermeyi severler. Ki buna hiç anlam veremedim. Büyülendiğim kadın olmamasından endişe ettim açıkçası.
-Neden? İnsanın kendini daha güzel, daha iyi hissetmesinin nesi olumsuz?
-Fotoğraftaki kişi kendisi olmadıktan sonra, bunun kime ve neye faydası var?
-Bu mantıkla yola çıkacak olursak makyaj yapmamız da sana göre yanlış olmalı!
-Yaptıkları yanlış demiyorum. Fikrimden bahsediyorum… Ben yarayı görmeyi seviyorum. Yara bandını değil. Saçlardaki beyazlar, yüzdeki kaz ayakları, gözaltı torbaları, insanın yaşanmışlıklarını, hayattaki tecrübelerini anlatır bana. Makyajdan dolayı mimikleri kaybolmuş, ifadesiz, biblo gibi kadınlar ilgimi çekmedi hiçbir zaman.
-Ataerkil oluşundan dolayı mı?-
-Hayır, ben paylaşımcı biriyim. Demokrasiden yanayım. Ortak verilen kararların doğru olduğuna inanıyorum. Ayrıca sen bir erkekte sakalı bıyığı ya da küpeyi sevmiyor olabilirsin. Bu görüşün için seni eleştirmek haddime değil. Çünkü genele yayıp kalıplaştırmıyor, kişisel zevklerinden bahsetmiş oluyorsun.
-Peki. Zaten bu şekilde devam edersek, ana konudan uzaklaşacağız. Fotoğraflarını görünce büyülendiğin kadının görüntüsü seni yanılttı mı?
-Aslında Evet. Fotoğraflarından daha güzel olacağı aklımın ucundan geçmemişti. Su katılmamış süt, bulutsuz gökyüzü, annesinden ilk defa süt emen bebekler kadar masum ve güzeldi. Hülasa, ‘kusursuz’ kelimesini sanki onu gördükten sonra TDK ye dahil etmişler gibi duruşu vardı. Selamlaştıktan sonra nasıl olsa aynı akşam geri döneceği için bagajdaki bavulunu alıp emanete bıraktık. El ele tutuşup yürümeye başladık. Hayatında attığı her adım boşa gitmiş gibi hisseden ben, adeta sırat köprüsünden cennete doğru yürüyor gibiydim. Taksiye binip ikimizde arka koltuğa oturduk. Elleri ellerimdeydi ama yol boyunca gözlerine bakamadım utancımdan. Her kaçamak bakış atma girişimimde bana bakarak gülümseyen yüzünü gördükçe gözlerimi kaçırıyordum. Belki o daha cüretkâr, dominant erkek bekliyordu karşısında. Hayallerinde daha farklıydım belki de. Oysa onu gördüğüm andan itibaren liseli ergen gençlerin ilk defa aşık olduğu hâletiruhiyesine büründüm istemsizce.
Taksiden indik. Tuttuğum ev ara sokaklardaki bir apartmanın üçüncü katındaydı. Apartmana girer girmez öpüşmeye başladık. Suya, oksijene ihtiyaç duyuyormuş gibi istiyordum onu. Sevdikçe sevesim, öptükçe öpesim geliyordu. Doyamıyordum. Hele ki saatler sonra gidecek oluşu aklıma geldikçe dudaklarının içine uzanan dilim, ruhuna insin nefessiz bıraksın istiyordum. Eve girdiğimizde kaldığımız yerden devam ediyormuş gibi sevişmemiz sürdü. Yatak odasına geçtiğimizde “Yüzüğümü çıkartayım mı?” sorusunu sorana dek. Sanki o eşini değil de ben kendimi merhametimle aldatıyor gibiydim.
-Ve yaptığının yanlış olduğunu bile bile devam ettin, öyle mi?
-Hani Meleklerin gerçekte nasıl şekle sahip olduklarını bilmiyoruz ya, Sırtlarına kanat takılmış resimlerini görüyoruz, insanların çizdiği. Eğer o resimler olmasaydı “Gerçek meleği bu kadına bakarak tasvir edebilirsiniz” derdim ressamlara. Demem o ki, yaptığımız yanlış da olsa vicdanım da sızlasa dünya umurumda değildi. İnsan ömründe kaç kere mutlu olabiliyor ki? Yanımda o varsa cehennemin dibinde bile olsam cennette hissederdim kendimi.
--Tanrı, tüm canlıları yarattıktan sonra özellikle insanoğlunun sürekli melekleri merak edişinin farkına varıp görmedikleri şeye neden bu kadar ilgi duyup hayran olduklarına anlam verememiş. Bir müddet uzaktan onları izlemiş. Doyuma ulaştıkça daha iyilerini, daha ulaşılmazları aradıklarını görmüş. Nihai sonucun cennet ve cehennem olduğuna çoktan karar kılmış olsa da yarattıklarına acıyıp en azından hatalarını anlamaları için onlara küçük bir ders ve şans vermek istemiş. Dünyanın tüm çiçeklerinin renklerinden kanatlarına desenler çizerek meleklerden daha güzel, kuşlardan daha narin görüntüleri olan kelebekleri yaratmış. Ve onlara “Daha önce yarattığım canlılar arasında en zarifi, en mükemmeli siz olacaksınız. “ deyip dünyaya salıvermiş. Kelebekler dünyaya varınca etraflarına bakmışlar. Kendilerinden daha güzel canlıların olmadıklarını görünce Tanrının yarattığı en değerli varlık olduklarına kanaat getirerek sevinç ve kibir içinde kimseye yüz vermeden solgun görünenlerden uzak durup en özel en narin çiçekleri arayarak uçmaya başlamışlar. Oysa çiçeklerin derdi başkaymış. Üreyebilmek için özlerini toplaması gereken kelebeklerin üzerlerine konmamalarına içerleyip içten içe üzülerek solmaya başlamışlar. İnsanlar ise nereden geldikleri belli olmayan bu canlıları görünce adeta büyülenmişler, hipnotize olmuş gibi gözlerini alamamışlar zarafetleri karşısında. Kimisi evinde beslemenin hayalini kurmuş, kimisi ise yakalayıp yüksek kazançlarla satmanın. Bu uğurda her şeyi göze alan insanoğlu, o gün yapılması gereken tüm işlerini erteleyip kelebekler için türlü tuzaklar kurmuşlar. Kimi evinin penceresinin önünden söktüğü tül ile balık yakalamak için kullanılan akvaryum kepçelerinin daha büyüğünü yapmış. Kimileri ise cam kavanozları getirmişler yanlarında. Olacaklardan bihaber kelebekler ise “Dünyadaki tüm canlılar arasında en kusursuzu biziz” mağrurluğuyla kendilerine yakıştığını düşündükleri çiçekleri aramaya devam etmişler. Çekirgeler misali kelebeklerin çok olduğu yerleri insanlar aniden istila etmişler. Yakaladıkları kelebekleri sevinç ve heyecanla evlerine götürmüşler. Bazıları kafesteki muhabbet kuşunu alıp camdan dışarı salarak yerine kelebeği koymuş. Bazıları da ertesi gün pazara çıkarıp satmanın heyecanıyla odasındaki eski eşyaları çöpe atıp kelebekler için yer hazırlamış. Kazanacakları paraları düşünerek uyumuşlar. Kelebekler ise hapsolmalarına rağmen özene bezene yaratılmış olmalarının bir sebebi olduğuna, tanrının onları mutlaka kurtaracaklarına inanarak gönül rahatlığıyla uykuya dalmışlar. Ama nafile bir daha uyanamamışlar. Zira tanrının onlara bir solukluk hayat verdiğinden haberleri yokmuş. İnsanlar sabah uyandıklarında kelebeklerin cansız bedenlerini görünce önce birbirilerini suçlayıp kavgaya tutuşmuşlar. Daha sonra tüm kelebeklerin öldükleri gerçeğiyle karşılaşınca pişmanlık, hayal kırıklığı, üzüntü… Hepsini aynı anda hissetmişler. Gözlerini açtıklarında tekrar tanrının huzurunda olduklarını gören kelebekler ise tüm bu olanların nedenini şaşkınlık içerisinde sormuşlar. Tanrı: “Siz güzelliğin, kusursuzluğun kibrini yaşadınız, insanoğlu ise doyumsuzluklarının. Sürekli daha iyiyi istemelerinin, iyiyi isterlerken geride bıraktıklarının onlarda yaratacağı hayal kırıklıklarını hesaplamadılar. Güzellik tek başına hiçbir şeydir ve geçicidir. Daha iyiyi istemek ise önce sahip olduklarının değerini bilip hakkını vermektir. Hiç kimseyi, hiçbir işi yarım bırakmamaktır. Hak etmektir. Hak etmek için adil şekilde mücadele etmektir. Siz insanoğlunun “Annemden daha güzel başka annem olsaydı keşke” dediğini duydunuz mu? Duyamazsınız. Çünkü annelerinin görüntüsü nasıl olursa olsun, evlatları için bir melektir ve konu kapanmıştır. İşte aradıkları, merak ettikleri melek, kelebek yanı başlarında! Demek ki koşulsuz sevebilirler başkalarını da. Mühim olan melek, kelebek aramak değil; sevdiğini melek, kelebek gibi görmektir. Ama nedense sürekli daha güzel daha yakışıklı eş arayışı içerisindeler. Sizi küçük bir teste tabi tuttum. Sadece kusursuz güzellik vererek dünyaya gönderdim. Eksik yanlarınızın çok oluşunu bilmiyordunuz. Şaşkınlığınız bu yüzden. Asıl ders insanoğlunaydı. Kalp, vicdan, akıl, sevgi hepsini verdim ama hala bu ayrımın farkına varamıyor oluşları beni çok üzüyor.”--
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.