- 397 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Bu B/aşka Kahır ( 3 )
Gece ayazdı. Gökyüzünde birkaç tane cılız yıldız isteksizce göz kırpıyor, insanlar evsizlere sıcak yataklarında dua etsinler diye, merhameti hatırlatırcasına acımasızca esiyordu rüzgâr. Yolda yürürken attığı adımların ve uzaklardan gelen köpeklerin havlama sesleri dışında ıssızdı sokaklar. Oysa çok kalabalıktı beynini kemiren düşünceler. Tepeden tırnağa çaresizlik doluydu. Tartıda hafif, fikirde ağır basıyordu yaşadıkları. Hayat kadınının söylediklerini düşündü yürürken. Beynindeki fikirlerin sonuçsuzluğu, istifra ettirecek kadar bunaltmıştı onu. Başından geçenleri anlatmak, rahatlamak, öneri almak istiyordu ama güvenemiyordu kimselere. Ayrıca kendisini de suçlu hissediyor, eleştirilmekten korkuyordu. Tüm bu içsel hesaplaşmaları bilinçaltıyla hareket etmesine neden oluyordu çoğu zaman.
Yine öyle olmuştu ve eve gidip uyumak yerine, kendini çocukluğunda en yakın arkadaşı olan Tarık’ın mezarının başında buldu. Dizlerinin üzerine çöküp bir müddet mezar taşını okşadıktan sonra, "Sen olsaydın kendimi bu kadar güçsüz ve çaresiz hissetmezdim" diyerek sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşları bir çiçeği filizlendirecek kadar yoğun şekilde toprağa damlıyor, yaralı hisleriyle adeta can suyu veriyordu, ölümlü ruhlara.
Mezarın ayakucundaki Nar ağacına takıldı gözü. Tarık öldüğünde dikmişti ve Tarık’ın çocukluğunda sık sık ziyaret ettiği köyünde, masal anlatmayı seven pamuk sakallı, güleç yüzlü bir dededen dinleyip çok etkilendiği hikâyesi vardı bu ağacın.
Çok uzun zaman önce, fakir bir köyde birbirilerine körkütük aşık olan, ama yaşları küçük oldukları için ailelerinin bu birlikteliklerine pek sıcak bakmadıkları iki sevgili varmış. Kız, atları sulamanın, erkek ise güneşin yakıp kavurduğu sıcakta tarlada çalışırlarken, tükettikleri suyu doldurmanın bahanesiyle testilerini yanlarına alıp gözlerden ırak olan çeşme başında buluşurlarmış. Senebesene devam eden bu çocuksu ve masum buluşmaların birinde, erkek askere gitmesi gerektiğini söyleyivermiş birden sevdiği kıza. Ve fakirlik bu ya, maddi değer taşıyan hediye alamadığından, cebinden mendile sarılı nar çekirdeklerini çıkarıp verirken ”Ek bu çekirdekleri ve bekle beni. Söz veriyorum döneceğim. Dönünce birlikte yeriz meyvelerini” demiş. Ağlamaklı olmuş kız, sonra toparlamış kendini. Sağa sola bakınıp yakınında bulduğu ucu sivri sopayla toprağı kazıp çekirdekleri gömmüş. Ayağıyla toprağı düzleştirdikten sonra, “Kim bilir ne zaman döneceksin? Ama sen gidince seni unutmak bir yana, sevdamıza vefamız, bire bin katsın diye gömdüm bu Nar’ı. Ve sen gelene kadar her gün buraya gelip sulayacağım. Hem belki bir gün sen ben ve evlatlarımız, birlikte piknik yaparız bu yetişecek olan nar ağacının gölgesinde.” demiş.
Erkek askere gittikten sonra birkaç kez mektuplaşabilmişler sadece. Bir daha haber alamamışlar birbirilerinden. Kız hiç istemese de evlilik çağına geldiğinde ne çare ailesi başka birini bulmuş ve zorla evlendirmişler. Aradan yıllar geçse de hala her sabah çeşmenin başına gelerek ektiği narı sulamaya devam etmiş. Ve o nar filizlenip, diğer nar ağaçlarını kıskandırırcasına büyümüş, heybetli bir hal almış.
Köydeki herkes bu ağacın hikâyesini öğrendikleri için, biraz saygıdan, biraz da başımıza uğursuzluk gelir diyerek meyvelerini toplamaya korkar olmuşlar. Ve her yaz kendiliğinden çatlayan narların kan kırmızısı suyu toprağa damlarmış.
Günlerden bir gün uykusundan kan ter içinde fırlayarak uyanmış kadın. Sanki tanımadığı biri evinin bahçesine girmiş ve cama taş atmış hissine kapılıp ürpermiş. Kundakta ağlayan bebeğini emzirip uyuttuktan sonra, kocası uyanmasın diye zemini tahtadan olan yer döşemesinin gıcırtılı sesini önlemek için, ayakuçlarına basarak yanına su testisini de alıp henüz tam anlamıyla aydınlanmamış havaya aldırış etmeden çeşmenin başına doğru istemsizce yürümeye başlamış. Belki rüyanın etkisi belki de aydınlanmamış havanın tedirginliği attığı her adımda gözyaşı dökerek yürüyormuş. Çeşmeye yaklaştıkça kanadı tellere takılan bir serçenin çaresizliğine bürünüyormuş ruh hali. Ürkek ceylanı andıran gözleriyle bakışlarını ağaca doğru diktiğinde karaltı görmüş. Yumurtası yuvadan düşüp parçalanan bir kuşun çığlığı düğümlenmiş boğazına. Nar ağacına asılı ve yere kanı damlarken görmüş sevdiği adamı. Kurtarmak için ona doğru koşarken aralarındaki 20 metre kadar mesafe, 20 kilometre gibi gelmiş kadına. İpin sımsıkı sardığı boynunu görünce nefes alabilsin diye dizlerinden kavrayıp yukarı doğru kaldırmaya çalışmış. Bağıramamış. Fısıltıyla “Ne olur uyan. Ne olur dayan!” diyebilmiş sadece. Bir müddet mücadele etmiş ama nafile. Çoktan vermiş son nefesini sevdiği. Çığlığı, ağlama sesi duyulmasın diye sağ kolunu ısırarak gözpınarları kuruyana dek hıçkırıklara boğulmuş. Onu kurtarmak için mücadele ederken düşen kâğıdı ancak hava aydınlanmaya başladığında fark edebilmiş. Kan bulaşmış titreyen elleriyle kâğıdı almış yerden ve okumaya başlamış: “Canım… Canıma can olanım. Bir lokma ekmeğimizin ayrı düşmediği, hayallerimizi anlattığımız, sevdiklerimizden gelen mektupların içinden çıkan bebek patiklerini öpüp kokladığımız, aynı şeylere gülüp ağladığımız, yanımda şehit düşen arkadaşlarımı gördükçe delirecekken seni düşünüp kendimi yeniden toparladığım nazlı yârim… Savaşta esir düştüm ve yaralandım. Esir düştüm ama sonunda rehine takasıyla kurtuldum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sadece sana kavuşmak istiyordum. Birliğime dönünce yaralarımın iyileşmesi için istirahate çekilip dinlenmem gerektiği söylendi. Bu ne mümkün? Ya ülkem için savaşmalıydım, ya da sana koşmalıydım. Yaram derindi. Belli etmeseler de tabipler ve hemşireler de umutsuzca bakıyorlardı bana. Tüfeğimi yanıma alıp bir fırsatını bulup kaçtım. Nihayetinde düşmana esir düştüğüm an bile senin hasretinin esareti kadar zor değildi. Yolda kağnı görüp durdurdum. Beni bizim köyün çeşmesinin başına kadar bırakırlarsa tüfeğimi onlara vereceğimi söyledim. Bırakmazlarsa da vuracağımı. Ya iyi niyetlerinden ya da korkularından beni köyümüze kadar bıraktılar. Zaten bizim köydeki hemen herkesi tanıyorlarmış. Yolda seni sordum. Evlendi dediler, inanmak istemedim. Evini sorup öğrendim. Evinize gelip pencerenin aralığından gizlice baktım. İçeriyi aydınlatan gaz lambasının ışıltısında eşinin yanında yatan seni ve kundaktaki çocuğunuzu gördüm. İşte orada öldüm. Sakın benim için üzülme. Ne dönmeye ne de seninle eskisi gibi olmaya mecalim yoktu zaten. Söz vermiştim sana döneceğim diye ve sözümü tuttum. Hakkını helal et. Nar ağacığımız, darağacımmış.
( Ve o günden sonra Narın kırmızı rengi aşıkların kanından geldiği söylenir.)
İlk duyduğunda bu hikâyeden çok etkilenmişti Tarık. Ne acıdır ki onu da dramatik bir son bekliyordu.
Varoş mahallelerin ufuksuz, çaresiz yoksulluğunda sırt sırta vererek birlikte büyümüşlerdi Tarık ile Tolga. İlk aşk ilk kavga ilk iş derken hayat dostluklarını daha da sağlamlaştırmıştı. Askerlik zamanına kadar hiç ayrılmadılar birbirilerinden.
Hayata dar pencereden baktıkları toyluk ve yokluk dönemlerinde ilk merak salıp yaptığı iş müzisyenlikti Tarık’ın. Mahallesinde sokak düğünleri olduğu zamanlar, oynayanlara takılan ala turaları çocuklar almasın diye toplayıp çalgıcılara teslim eder, karşılığında harçlık alırdı.Bir müddet sonra org çalmayı öğrenme isteğiyle para biriktirmeye başladı. Biriktirdiği paraların bir kısmını ayırıyor, ilk aşkı, ilk cinsel birlikteliği, ilk seni seviyorum dediği Esra’ya hediyeler alıyor, ara sıra ilişkilerine dair hayaller kurduklarında, "Bak göreceksin. o klavyeyi satın alıp çalmayı öğreneceğim ve herkes tarafından aranan bir müzisyen olacağım. Kim bilir belki bizim düğünümüzde bile ben çalarım" diyordu.
Kız da sırılsıklam âşıktı. Her buluştuklarında daha önce heyecandan dizlerini titreten kimse olmadığı için, aşkın tam karşılığı Tarık olmalıydı. Zira ona ilk değer veren kişi Tarık’tı. Yaşadığı ve yüreğinde hissettiği garip duyguları daha önce hiç tatmamıştı.
Tarık’ın askere gideceği gün gelip çatmıştı. Toplanan kalabalıkla tek tek vedalaştıktan sonra, sıra sevdiği kıza geldiğinde, sımsıkı sarıldığı sırada, askerde harcaması için eşi dostu tarafından cebine sokulan paraların hepsini kızın çantasına usulca bırakmıştı. Ne de olsa yakında Esra’nın üniversite sınavı vardı ve kazanırsa kimselere muhtaç olmasın, zorluk çekmesin istiyordu.
Yoğun şekilde mektuplaşmalar ve hasret dolu telefon görüşmeleriyle geçerken günler, acemi birliğini bitirmiş usta birliği doğuya çıkmıştı. Sevdiği kız ise üniversiteyi kazanmış, ilk defa büyük şehre gitmişti.
Usta birliğinde yetenekleri keşfedilen Tarık, sık sık operasyonlara gitmeye başlamış, birliğine 2-3 haftada bir dönebilir olmuştu. Buna rağmen döner dönmez ilk işi anne babasından önce Esra’yı aramak oluyordu. Her görüşmelerinde Esra’nın kendisinden yavaş yavaş uzaklaşan ses tonunu hissetse de kötüye yormak istemiyor, aynı hasret, aynı sevda, aynı samimiyetle konuşmaya devam ediyordu. Ta ki son görüşmelerin birinde dayanamayıp “Neyin var senin? Neden bana karşı soğuksun? “ sorusunu sorana kadar…
“Bak ben daha fazla sürdüremeyeceğim bu ilişkiyi Tarık. Tamam, kabul ediyorum. Çok mutlu oldum sayende. Aşkı İlk sende görüp tattım. Hayata dair çoğu şeyi seninle öğrendim. Ama hayatın gerçekleri bunlar değilmiş. Küçücük bir mahallede büyüdük nihayetinde ve ikimizde cahilmişiz o zamanlar. Adına ne dersen de, vicdanım sızlıyor ama yapabileceğim bir şey yok. Beni nasıl görmek istiyorsan öyle gör. Saygı duyarım. Sadece şunu bil ki artık ben yokum!”
Bir müddet sustu Tarık. Milyonlarca söz geldi dilinin ucuna. Dağ gibi gururu vardı, yutkundu. “Başka biri mi var?” diye sordu sesi titreyerek. Sustu Esra. Cevap vermedi. Bu Tarık’ı daha çok kızdırdı “Maymun gözünü açtı mı diyorsun?” diyebildi kinayeli bir tavırla.
“Evet Tarık, maymun gözünü açtı. Ve lütfen artık beni arama. Hoşça kal!”
Sonbahardan çıkarken dağlarda açan ilk çiçek, herkesin gözünde dünyanın en güzel çiçeği gibi görünüyordu. Ta ki ilkbahar gelip de dağlar ovalar ve bahçeler bin bir çeşit çiçeklerle dolana dek…
Daha sonra saniyeler ay, dakikalar yıl gibi gelmeye başladı Tarık’a. “Bir an öce askerliğim bitse de sevdiğime kavuşsam, yeni bir hayat kursam.” düşünceleri yerle bir olmuş, onun yerini, “Bitse, memlekete dönsem ne olacak ki!” çaresizliği almıştı.
Zaman zaman ayrılığı hazmedemeyip öfke patlamaları yaşıyor, bazı anlarda ise kendi eksik yanlarını düşünüp ideolojisi, hedefleri, yaşamdan daha farklı beklentileri olan Esra’ya hak vermeye çalışıyor, nihayetinde hep kendine mağlup oluyordu. Kimselere anne babasına bile söyleyememişti ayrıldıklarını. Tek dertleşebildiği kişi durumdan haberdar olan Tolga’ydı.
- Bir başkasına içini dökmek, intiharı ertelemektir.-
O da yaşanılan süreçte Esra’nın yaptıklarına anlam veremeyip yorumsuz kalıyordu çoğu telefon görüşmelerinde. Verebildiği tek teselli, hayatın devam ettiği ve org çalma hevesinden vazgeçmemesiydi.
Askerliğini bitirip memleketine döndüğünde bir müddet hayata adapte olmakta zorluk çekti Tarık. Her gece birlikte içip dertleşiyorlar, “Neyimiz eksik? Nerede yanlış yaptık?” diyerek sorguya çekiyorlardı kendilerini. Neyse ki çok geçmeden Tolganın da maddi desteğiyle org almış, öğrenme arzusuyla dikkatini biraz olsun dağıtabilmişti. Nota bilmese de 5-10 kadar popüler şarkının melodilerini ezberleyip acemiliğini üzerinden yavaş yavaş attıktan sonra düğünlere gitmeye başlamıştı.Tam da o dönemlerde başlamıştı Tolganın gönül ilişkisi. Detayları bilmese de arkadaşının yüzündeki masum ve çocuksu mutluluğu görmek mutlu ediyordu Tarık’ı. “Kim bu seni seçen talihsiz kız?” esprileri yaparak sorgulasa da yeni filizlenmiş ilişkiyi fazla irdelemek istemiyor, konunun üzerinde de çok durmuyordu.
Gönülleri bir olsa da yaşam mücadelesinin zorluğu ve kendilerine göre geçerli sebeplerden dolayı kopmaya başladılar birbirilerinden. Tarık müzisyenlikte gün geçtikçe ustalaşıp uzak yerlerden teklifler alıyor, Tolga ise sevdasının peşinden koşuyordu.
(Melodiler üzerine kuruluydu belki de hayatlarımız. Ve bazı müzikleri seslendirmekle görevli kuşlar vardı sanki etrafımızda. İlkbaharı serçeler, sığırcıklar, kırlangıçlar, sonbaharı ise kargalar üstlenmiş gibiydi. Sesleri ya hayat veriyor ya da yaşamdan soğutuyordu bizi.)
Günlerden bir gün kendisi gibi müzisyen olan arkadaşına, namı herkes tarafından duyulmuş köy ağasının ziraat mühendisi oğlu için, açık alanda nar bahçelerinin ortasında yapılmak üzere düğün teklifi gelmişti. Tarık bu haberi duyar duymaz heyecanlandı. Hikâyesi ruhuna işlemiş nar ağaçlarını görmek istiyordu. ve arkadaşına, onun yerine düğüne gitmek istediğini, karşılığında ücret talep etmeyeceğini söyledi. Arkadaşı bu teklife anlam veremese de emek vermeden, el oynatmadan kazanacağı parayı düşünüp kabul etti.
Düğün günü gelip çattığında, batmak üzere olan güneşin hüzün kızıllığı, akşam serinliğiyle birlikte nar ağaçlarının yapraklarının arasından süzülüp ışıltısını yansıtıyordu bahçede kurulan masalar ve sandalyelerin üzerine. Düğüne gelen davetlilerin hayranlıkla temaşa ettiği manzara, adeta masal kitaplarında mübalağa etmelere doymamış hayalperest yazarların lanse ettiği görselliği andırıyordu. Devasa kazanların başlarında omuzlarına terlerini silmek için astıkları havlularla en güzel yemeklerini yapan aşçılar, her masaya bakan kadın-erkek, en az iki garson vardı. Çadırlar kurulmuş, birkaç eksik dışında hemen herkes yerini almış eğlencenin başlamasını bekliyordu. Çocuklar için getirilmiş palyaçolar gösteriler yapıyor, ücretsiz pamuk şekeri, kâğıt helva dağıtılıyordu.
Müzisyenler yerlerini alıp cihazlarının akortlarını ayarlamış, bağlantılarını kurup son kontrollerini yapmışlardı. Düğün hareketli ve herkesin aşina olduğu müziklerle başladığında, Tarık yeteneklerini sergilemek yerine, daha önce klavyesine kaydetmiş olduğu melodileri açıp parmaklarını oynatarak çalıyormuş gibi yapıp çevresindeki nar ağaçlarının toplanmaya hazır meyvelerine hayranlıkla bakıyordu. Hava tamamen kararmış geri kalan davetliler de gelmişti. Gelin ve damadın bahçeye gelecekleri anons edilir edilmez kabloları ağaçların arasından geçen ışıklar söndürülmüş, meşaleler yanmış, maytaplar tutuşturulmuş, havai fişekler ve dilek fenerleri sevinç çığlıkları eşliğinde gökyüzüne gönderilmişti.
Az sonra ıslıklar, alkışlar eşliğinde davetliler arasındaki gençlerin karşılıklı ve yan yana dizilerek kollarıyla köprü oluşturup aralarından geçmelerini sağladıkları gelin ve damat çıkmışlardı sahneye. Daha önceden planlandığı gibi sevda yüklü slow bir şarkı eşliğinde dans etmeye başladılar. Kızının mürüvvetini gören annesi, fazlasıyla duygulanmış, yanaklarına doğru süzülen gözyaşlarını yazmasının omuzlarına gelen ucuyla silerken eşi ise hüznü belli olmasın diye ve dikkatini dağıtmak için masadaki rakı kadehini kaldırıp yanında oturan mağrur duruşlu köy ağası dünürüyle tokuşturup yudumluyordu. Dansları bitip yerlerine oturdukları sırada göz ucuyla gayriihtiyarî geline baktı Tarık. Bu yaşına kadar çektiği tüm acıları, gördüğü tüm kâbusları bir araya getirseler, böylesine bir kâbus edemezdi. Baktığı kişi Esra’dan başkası değildi.
Deprem sonrası günlerce enkaz altından çıkmaya çalışırken tekrar depreme yakalanmış, okyanusun dibinden yukarıya, suyun üzerindeki oksijene doğru kulaç atarken son hamlesinde ayaklarına kramp girmiş, hayatı kurtarılsın diye bindirildiği ambulans uçurumdan yuvarlanmış, günlerce susuz kalmış yavru ceylanın ırmak kenarından kana kana su içmek isterken, ilk yudumunda timsahlar tarafından yakalanmış çaresizliğini hissediyordu adeta yüreğinde.
Beyninden aşağı kaynar sular dökülürken aynı zamanda da boncuk boncuk beliren soğuk terler süzülüyordu alnından. Bir an için öylece bırakıp gitmek istedi her şeyi. Ardından Esra’nın onu görmediğini fark etti ve başkasının yerine düğüne geldiğini hatırlayıp vazgeçti “Kim bilir belki bizim düğünümüzde ben çalarım” demişti Esra’ya. Ve şimdi gerçekten de o çalıyordu. Farkında olmadan sözünü tutmuştu. Ama tek bir farkla…Ne o anki mutluluk ne de düğün ona ait değildi! Sadece müzisyen olarak görevliydi.
Tanınmamak için yanındaki müzisyen arkadaşından şapkasını isteyip taktı. Düğün bitene kadar başını öne eğerek, göz ucuyla Esra ve ziraat mühendisi müstakbel eşini süzerek, ne çare, çalmaya devam etti. Esra ise hayatında ilk kez giydiği gelinliğin heyecanı ve konukların ilgisinden dolayı hiç bakmamıştı müzisyenlere. Onun için görevini yapan insanlardan ibaretlerdi sadece.
Düğün bittikten sonra Tarık ve arkadaşları cihazlarını arabaya yüklemeye başladıkları sırada Esra’nın babası ve köy ağası dünürü, yanlarına gelip verdikleri emeklerinden dolayı tek tek tokalaşıp teşekkür etmeye başladılar. Vedalaşma sırası Tarık’a geldiğinde elini iç cebine atıp para çıkaran Esra’nın babası, “ Her şey için teşekkürler” dedikten sonra tıpkı Tarık askere giderken kimselere belli etmeden Esra’nın çantasına para bıraktığı gibi cebine bıraktı memnuniyetinin simgesi olan, anlaştıkları miktar harici bahşişi. Yutkundu Tarık. Daha önce morali bozuk olsa bile yüzlerce kez sahte gülücük atmayı başarmıştı gittiği düğünlerde. Ama bu sefer farklıydı. Suratını asarak başını önüne eğip “Teşekkürler” diyebildi sadece. Konudan bihaber olan Esra’nın babası, “Neyin var evladım? Farkında olmadan bir yanlışımızı mı gördünüz yoksa? Eğer öyleyse düğün telaşımıza verin lütfen. Malum, kız babasıyım ve başka evladım yok. Her şeyin onun açısından kusursuz olması için uğraşırken sizleri ihmal ettiysem kusuruma bakmayın” dedi, elini Tarık’ın saçlarına uzatıp şefkatle okşayarak.
Çığlığını yutkundu Tarık. Söyleyemediği şeyler, haykıramadığı küfürler küflendi dilinde. Daha önce onu ağlarken Tolga’dan başka kimse görmemişti ve konuşmayı denese ağlayacağını hissetti. Cevap vermeden arabaya bindi. Arkadaşı, “Siz onun kusuruna bakmayın. Ailevi sıkıntıları var da…” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı.
-Ruhlarındaki vaveylaları susturmuş insanlar, “Seni seviyorum” u fısıldarlar… -
Evdekiler bu kahrolmuş halini görsünler istemiyordu. Yanına orgunu alıp yolda ayrıldı müzisyen arkadaşlarından. Bayiye uğrayıp sarhoşluk eşiğinin çok üzerinde alkol satın aldı. Ucuz bir pansiyon tuttu kendine. İlk işi başından geçenleri anlatmak için Tolga’yı aramak oldu ama o sırada uzun yolculuğa çıkan arkadaşına bir türlü ulaşamıyordu… “Sen bari yapma lan!” diye öfkelenerek telefonu duvara fırlattı. Suyu bile bu kadar hızlı tüketemeyeceği şekilde içki içiyor, hüngür hüngür ağlıyor, küfürler savuruyordu boşluğa. Ne yapsa geçmiyordu siniri. Bir an da ayağa kalkıp “Hepsi senin yüzünden!” diye haykırarak orgu kucaklayıp var gücüyle duvara doğru savurup parçaladı. Gürültüyü duyup odanın kapısını tıklatarak “Her şey yolunda mı?” diye soran görevliye, “Hiçbir şey yolunda değil ulan! Rahat bırakın beni!” nidaları yankılandı odada. Dakikalar geçtikçe otokontrolünü kaybediyor, “Demek zengin köy ağasının ziraat mühendisi oğlunu seçtin!... Üstelik ben yaptım düğününüzü!” diye tırnaklarını yiyerek mırıldanıyordu. Eline geçen kâğıt parçasına bir şeyler yazdıktan sonra aniden banyoya doğru yönelip duş perdesini yerinden söktü. Sandalyeye çıkıp havalandırma camının demirine doladı ve ardından perdeye düğüm atıp boynuna geçirdi. Altındaki sandalyeyi ayağıyla ittirdi. Titreye titreye son nefesini verirken bile gözlerinde ne korku ne de ölüm, sadece öfke dolu bakışlar vardı.
-Ruhu duymuyordu zalimlerin. İnsan kime küsüp, kime öfkelenirse öfkelensin, sadece kendinden intikam alabiliyordu. -
Öksürmeye başladı Tolga. Tarık’ın mezarı başında yediği ayaz, onu hasta etmek üzereydi. İç cebinden Tarık’ın intihar etmeden önce yazdığı notu çıkarıp, “Affet beni Tarık. Veremedim. veremezdim bu notu Esra’ya. Ne düğününde org çaldığını, ne de intihar ettiğini bilmedi, bilmeyecek hiçbir zaman. Bana kızacaksın muhtemelen ama o artık bir yol çizmiş kendine. Mutluluk paylaşınca çoğalsa da mutsuzluk tek kişide toplanmalı. Acısının ne kadar zor, tarifsiz olduğunu en iyi sen biliyorsun. Yayılmamalı insanlara. Başkaları da üzülmemeli.” Dedikten sonra hüzünlü ve kendiyle alay eder şekilde gülümseyip devam etti. “Sana bunları anlatıyorum ama kendi yaşadığım içler acısı olayları düşündükçe ne yapmam gerektiğine karar veremiyorum. Yine de “Beni bırakıp parayı seçtin. Ben masumiyettim o adam maddiyat. Maddiyatla maneviyatını ne kadar doyurabilirsin? İnsan ömrü sonsuz mu? Kaç yıl yaşar yapay mutlulukla? Evet, senin yüzünden, insanlara kalmayan güvenim yüzünden intihar ediyorum ama şunu bil ki, ölen ben değilim, masumiyet!” yazmışsın. Üstelik düğününde müzisyenlik yaptığını, babasıyla sohbet ettiğini de eklemişsin. Ben seni çok iyi tanıdığım için, tüm bunları öfkeyle yazdığını düşünüp bıraktığın notu vermedim Esra’ya.”
- Eski yaralarımız kabuk bağlamıyordu bir türlü. Hiçbir kan grubu uymuyordu ve yetmiyordu kendi kanımızda dolaşan acılarımızı mutlulukla takas edip yenilemeye. Neyseler, keşkeler suni teneffüsümüz oluyordu geçici süre. Kırk bıçak darbesi vardı sırtlarımızda, ilki kadar acıtmamıştı geri kalan otuz dokuzu. Bu yüzden başkaları da üzülmesin istiyorduk kahrolurken. Kırk birinciye de razıydık.-
Yine aynı kâbusla yeni güne uyandığında terden üzerindeki eşofmanları sırılsıklam olmuştu Tolga’nın. Neyi unutmaya çalışsa en çok hatırladığı şey o oluyordu. Ve bu istemsiz hatırlayış onu çıldırtacak gibiydi. Duş alıp kendini toparladıktan sonra, sanki uzun zamandır beklediği işaret gelmiş gibi bir hışımla çıktı evden. Dükkânı hiç açmadı. Açması için arkadaşını da aramadı. Başını önüne eğip kimseleri görmek istemeden, insanların yapay sohbetlerinden kaçarcasına hızlı adımlarla internet kafeye yürüdü. Aklıyla vicdanı arasında gelgitler yaşıyor, aklı galip gelmesin diye kendini ikna etmek adına, “Ya şimdi ya da hiç!” diye mırıldanıyordu kafeye girerken. Bin kere düşünüp binlerce kez vazgeçtiği maili sonucu ne olursa olsun göndermeye kararlıydı. Önündeki ekranda mail sayfası açıktı. Son bilgileri de ekleyip ileteceği adresi yazarak “Gönder” tuşuna tıkladı.
- Islandıysan yağmurdan değil, buluttan intikam al.-
Şimdi Ne olacaktı? Yaptığı şeyden pişman olup vicdan azabı mı çekmeliydi? Yoksa verdiği karara saygı duyup hiçbir şey olmamış gibi hayatına yeniden yön mü vermeliydi? Sürekli duygularıyla hareket eden biri olduğu için kızdı kendine. Neden verdiği kararlar onu daha da karamsarlığa itip ikilemde bırakıyordu? Aldığı tüm kararlar, “Yeter ki sonuca varayım” düşüncesiyle, aslında nihayete erdiremediği ruhunu daraltan kararsızlığının eseriydi. Kendi rutinine esir olmuştu, her yeni gününü düne benzer sıradanlıkta yaşıyordu sürekli. Yanından geçen birine selam vermek dahi ürpertiyordu içini. Öylesine bunalmış hissediyordu ki her nefes alışında sanki Sahra Çölü’nün sıcaklığını ve tozlarını çekiyordu ciğerlerine.
Kafeden çıkar çıkmaz telefonun rehberine girip kişi listesinden dertleşebileceği arkadaşlarına baktı. Her seferinde birilerini seçip aramak üzereyken aniden oluşan sebepsiz isteksizlikle vazgeçti. Nereye gittiğini önemsemeden küçük adımlarla meçhule yürüyor, sürekli gönderdiği mailin olası sonuçlarını hesaplayıp nihayetsiz kalıyordu.
-Ooo kimler gelmiş? Hey! Neşesiz adam sana söylüyorum.
-Ne, bana mı seslendin?
Nasıl oraya geldiğinin farkına bile varamamış, kafasını kaldırıp etrafa baktıktan sonra her zamanki bara geldiğini anlayınca kalp atışları hızlanmış, heyecanlanıp tüyleri diken diken olmuş, akıl sağlığından şüphe ederek ürpermişti.
- “Merhaba Seda” dedi yüzündeki şaşkın ifadeyle. Beni çabuk sarhoş edecek, tavsiye edebileceğin bir içki var mı?
-Aslında birkaç özel karışımımız var ama seni şu anki ruh halinden daha kötü edebilecek kadar etkili olacağını sanmıyorum.
-Gerçekten o kadar kötü mü görünüyorum?
-”Pek sayılmaz.” dedi alaycı tavırla. “Hiç ayılmadan tekrar içmeye başlamış gibi bitkin, ruhundaki ıstırap yüzüne yansımış gibi umutsuz, ölmeden gömülmüş de debelenip mezarından çıkmaya çalışıyormuşsun gibi çaresiz görünüyorsun sadece”. Neyin var senin böyle?
-Rakı içmemi tavsiye ediyorsun anladığım kadarıyla!
-Hayır, sadece gerçekten seni bu hale neyin getirdiğini merak ediyorum.
-Beni merak edecek kadar tanımıyorsun. Bu inatçı ısrar niye?
-Tanımama izin vermiyorsun ki. Bir duvar örmüşsün yüreğine. Tekrar kanatırlar diye yaralarını saklıyorsun sanki.
-Belki de o yaranın kabuk bağlamasını bekliyorumdur. Bazen yara bandı iyi gelmez her yaraya. ‘Tamam, iyileştim, artık çıkarayım’ dersin. Bandı kaldırırken yaranın kabuğunu da çekersin ve tekrar kanamaya başlar. Bence sen benim yaralarıma merhem olma isteğinden vazgeç. Sadece rakı ve birkaç çeşit meze getir. Ben pansuman yaparım acılarıma.
- “Peki Tolga, hemen getiriyorum” cümlesini kurar kurmaz mutfak bölümüne yöneldi Seda, Tolga’nın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden.
Elindeki tepsiye dizdiği rakı ve mezelerini sırayla masaya bırakırken pot kırmış bir hal vardı yüzünde. Mümkün olduğunca hızlı davranıp oradan uzaklaşmak istiyor gibiydi ki Tolga’nın sorusu gecikmedi.
-Seda ben sana ismimi söylediğimi hatırlamıyorum! Nereden ya da nasıl öğrendin?
-Eee şey… Hani bir keresinde kredi kartından ödemiştin ya hesabı. Oradan görmüştüm.
--Yalanlarımız arasında iki fark vardı. Yabancılara, bizi tanımadıkları için çok kolay şekilde söyleyebiliyorduk. Samimi olduklarımız insanlara karşı ise hemen ortaya çıkmasınlar diye daha detaylı düşünmek zorunda kalıyorduk. Oysa en masumu da en yıkıcısı da aynıydı. ‘Gerçeğe uymayan söz’ olarak tanımlıydı Türk Dil Kurumunda.--
-Seda, ben eski kafalıyım. Kredi kartı kullanmıyorum. Yanımda sürekli nakit bulundururum. Eğer öyle bir şey olduysa da muhtemelen arkadaşlarımdan birinin kartıdır. Yalan, dünyanın en güzel insanını dahi çirkinleştirir. Lütfen bana doğruyu söyle.
-Peki. Ben sana doğruyu söylersem, sen de bana bunun karşılığında yaşadıklarını, hikâyeni anlatır mısın?
-Bu neyin pazarlığı?
-Lütfen olaya pazarlık olarak bakma. Seni, hikâyeni, kim olduğunu merak eden biriymişim gibi bak.
-İyi de bundan, benden sana ne! Hepimizin iyi ya da kötü hikâyesi zaten yok mu?
-Pekâlâ… Evet, ismini başkasından duydum. Hatta duyduğum kişi, “Lütfen onunla konuş. Çok bunalımda. Sürekli sessiz kalması beni korkutuyor. Hiç kimseye yaşadıklarını anlatmıyor. Hep susuyor. Yaşadıklarını anlatıp anlatmaması önemli de değil aslında. Yeter ki ortak nokta bulup onu konuştur, kafası dikkati dağılsın. Nihayetinde kendine zarar vermesinden korkuyorum.” dedi ve bir miktar para verdi. Yalan değil, amacım sadece verdiği paranın karşılığı için mücadele etmekti. Ama daha önce hayatımda senin gibi kapalı kutu hiç kimseyi görmedim. Bir müddet sonra yaptığın her hareket bende merak uyandırdı, gizemini arttırdı. İnan bana, şu an para verip seni konuşturmamı söyleyen kişi karşıma çıksa, o parayı iade ederdim.
-Uzatmayacağım. Kim o?
-Ama ben uzatacağım Tolga. O kişinin kim olduğunu söylesem ve konuştuklarımız aramızda kalacak desem, benimle dertleşir miydin?
Bir anda yerinden kalktı Tolga. Masasında üzerine su doldurulmayı bekleyen sek rakıyı tek seferde yudumladıktan sonra çıkış kapısına doğru hızlı adımlarla yürürken Seda’nın peşinden geldiğini titrek sesiyle “Özür dilerim” cümlesini duyduğunda fark edebildi. Arkasını döndüğünde gözlerinden yanaklarına doğru süzülüp masumiyetin hüzün haritasını çizen saydam damlaları görünce duraksadı.
-Sana bir soru soracağım Seda. Ama çok net cevap ver. Ben hırsızlık yaptım desem, ne derdin? Hakkımda ne düşünürdün?
-Muhtemelen senin kötü biri olduğunu düşünürdüm. Hatta seni ihbar bile edebilirdim.
-İşte bu yüzden anlatmıyorum yaşadıklarımı ne sana ne de başkalarına. Zira dışarıdan bakınca, detaylar bilinmedikçe hep ben haksızım. Yani öyle görüneceğimi bildiğimden susuyorum.
-Korkun kendinle yüzleşememek mi?
-Korku değil, anlaşılamamak… Söylesene bana, kaburgaların kırılınca mı daha çok acı çekersin? Yoksa elinde ya da kolunda birkaç dikişlik kesik oluşunca mı?
-İkisi de gelmedi başıma ama muhtemelen kaburgalarım kırılsa daha fazla acı verirdi sanırım.
-Evet. Kaburgaların kırılırsa aylarca acı çekersin, nefes alıp verirken, yatakta sağa sola dönerken bile inanılmaz canın yanar. Ama insanlara bu acıyı tarif edemezsin. Çünkü görünen bir şey değil kol ve eldeki kesik gibi. İnsanlar duyduklarından çok gördüklerine inanmak isterler… Görünen bir yara, gizli bin yaradan daha etkilidir. Zira hepimiz ön yargılıyız. Görünmeyen, bilinmeyen, sadece anlatılan bir şeye karşı empati kuramayız. Şimdi sen de gözyaşlarını sil, hayatına kaldığın yerden devam et.
- Peki, o kaburgalarındaki acının, yüreğindeki yaraların merhemi susmak mı Tolga? Acılarımıza susuşlarımız pansuman olacaksa, neden doğduğumuzda bize konuşmayı öğretiyorlar? Acı çekelim diye mi?
-İnsana konuşmayı öğretirler, susmayı kendisi keşfeder. Kim bilir belki de insanlarla dertleşmenin ne kadar zararlı olduğunu göstermek için öğretiyorlardır konuşmayı. Ben de sana sorduğum sorudan vazgeçip iyi geceler dileyerek ve susarak gidiyorum.
--Hayat hiç kimseye tozpembe değildi. Siyahı görmeden beyazın kıymetini anlayamıyorduk. Ne zaman kime mağlup olsak birbiriyle kıyaslanan acılarımıza sığınıyorduk. Mazoşisttik belki de. Bir başkası bizim kadar çok acı çeksin istemiyorduk. Kendimizi avutmak için, “Seninki de dert mi?” derken bile, acımızla övünüyorduk. Mağlubiyetten galibiyet çıkarmak aşklara özgü bir şey miydi? Çözemiyorduk.--
Son yaşadığı diyalog tamamen iç dünyasına kapatmıştı Tolga’yı. Ruhunu kemiren asıl dertleri çözüm beklerken bir de üzerine onu konuşturması için Seda’yı devreye sokan kişiyi önemseyecek enerjisi yoktu. Günleri ev ve dükkanı arasında aynı sıradanlıkla geçiyor, her sabah uyandığında ilk yaptığı şey, telefonunda gizli ya da yabancı numaradan cevapsız çağrı var mı, gönderdiği maile yanıt gelmiş mi diye endişe ve heyecanla bakmak oluyordu. Akşam olup karanlık çöktüğünde, gün içerisinde yaşanan ego savaşlarına ertesi sabaha kadar ara veriliyor, insanlar evlerine döndüğünde yüzlerindeki maskeleri çıkarıp gerçek kimliklerine bürünüp huzur arıyorlardı. Bu durum yılgın Tolga için de geçerliydi. Milyonlarca dikeni yüreğine batırıyor, defaatle aydınlığın başkaları tarafından görülmeyen karanlığını yaşatıyordu sanki güneş. Akşam olunca da sadece kendi ıssızlığına sığınabiliyordu.