- 345 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Akşam
Gri bir havanın siyaha dönüştüğü ve yağmurla biraz yıkandığı bir vakitti, henüz akşam ezanı okunmamıştı.
Trafikte araba lambalarının kırmızı ışıkları tane tane dizilen bir tesbihi andırıyordu, hepsi muntazam bir sırada ilerliyordu. Parmağındaki tesbihi “Hû” diye diye çeken bir derviş geldi aklına. Hayatın hengâmesinden çekilen ve gerekli işler haricinde dünyaya dahil olmayan adamlardı bunlar. Çok konuşmanın, çok yemenin ve çok uyumanın bedenin ağırlaşmasından, bu ağırlığın da ruhu dibe doğru çekmesinden korkuyorlardı.
Dünya karmaşıklığın zirvesi, tefekkür bir kördüğümü çözmek için çabalamak demekti. Zihnini fikirle terbiye etmedi mi derviş ölürdü. Kurduğu cümlelerde dünya ve ona ait şeyler ne kadar çok olursa kalbi o kadar uzaklaşırdı uhrevî huzurdan.
Trafik ilerliyordu. Yağmur damlaları pencerelere tıklıyordu, bir şey söylemek ister gibi, ya da belki hiçbir şey.
Tıklayıp geçiyorlardı, hiç var olmamış gibi toprağa, asfalta dökülüyorlardı. Buluştukları yer onları geldikleri semadan, ve oradan aldıkları değeri düşürmüyordu ama.
Neysen o olmak, olunmayanı pazarlamamak ne kadar da mühim, diye düşündü. Her insanın olmak istediği ama olamadığı ve varını yoğunu hayal ettiği “o şeye” dönüşmekle harap ettiği bir zamanda, gerçek varoluşuna inatla tutunmak bir filiz verirdi hayatta.
Ve dervişlerin pencereleri ıstıraptan dövdükleri ve sonra hiçliğe doğru yürüyüp gittikleri bir ânda, akşam ezanı okunuyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.