4
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1108
Okunma
Kesilecek 73 tane büyük baş hayvan kalmıştı ve şimdiden fazlasıyla yorulmuştu. İş yarılanmamıştı bile. Can almak zordu... Kendine has bir enerji kaybı yaşanıyordu her hayvanı kesip kafasını ayırışında. Ama bayramdı işte... Eğer kurban bayramıysa, bayram demek hem para demek hem de yerine getirilecek vazifeler demekti.
Sabah bayram namazını kılar kılmaz, herkesten önce kendi hayvanının boynunu koparır, derisini yüzüp hayvanı paramparça etmek için büyük çocuklarına ve karısına bırakır, sonra diğer hayvanları boğazlamaya giderdi Günay.
Dört çocuğu vardı otuz yedi yaşındayken ve adını da hiç sevmezdi, Türkçe olduğu için.
O kendisine daha çok "Abdul" ile başlayan, Arap isimleri yakıştırırdı. Nakşibendi tarikatlarından bir tanesinin bir koluna mensuptu ibadetin kesmediği binlerce sofi gibi.
Esmer teni, kıvırcık saçları ve orta boyu vardı. Kilosu ne çok denilebilirdi ne de az. Ama gözleri büyüktü. Şeyhine "Efendi Hazretleri" der, o kaçamaklı ve yöntemli misyonerliğini her yerde çıkarır ve gururla ortaya koyardı. Karşısındaki kişinin zekasını hiç tartmaya kalkmadan, en alakasız ateisti bile "dergahlarına" davet ederdi...
Elindeki 73 hayvanı da kesip bitirdikten sonra, yine soluğu dergahta alacaktı. Oradan da ertesi gün "Efendi Hazretleri"nin yanına Ankara’ya ziyarete gidecekti.
Efendi Hazretleri Ankara Yenimahalle’de yaşıyordu. Bafra Ankara arası tam 440 kilometreydi ve Günay genelde beş buçuk saatte giderdi bu mesafeyi. Bu kez Çakallı’da menemen yemeyecekti, bu yüzden de beş saatte varabilirdi...
O gün hayvanların kesimini bitirdi. Yorgun argın dergaha gitti ve dergahta’da bir sürü et parçaladı, taksim etti, poşetledi. O parçalıyor, karkas hale getirip poşetliyor, dergahtaki görevliler de etleri dağıtıyordu...
Dergahtaki işi bitip yorgun argın eve geldiğinde evde kavurma kokusu vardı. Annesi, babası, eşi ve dört çocuğu iki katlı bir köy evinde birlikte yaşıyorlardı. Bugün yine her yer vıcık vıcık etti, kandı, kavurmaydı... İşi, dergahı, evi... Her yer.
Karısı da o gün yeterince ete ve et kokusuna bulandığı için, Günay’a kapıyı açar açmaz, Günay’ın üstündeki ölüm kokusunu almamıştı. Oysa bayram olmasa, Günay eve girdikten, duşa gidene kadar ki sürede ölümün ve kanın kokusunu alırdı. Ahır kokusundan çok farklı bir koku idi bu. Ahır kokusu daha keskin ancak ölüm kokusu daha ağırdı... Ahır kokusu her banyodan sonra çıkardı ancak ölüm kokusu her banyodan sonra çıkmazdı... O gün Günay hem ahır hem de ölüm kokuyordu, bu onların evinde aslında kurban bayramı kokusuydu. Fakat parça etlere, kanlara, kavurmalara bulanmış karısı bu kokuyu o evde gelin olarak geçirdiği ilk bayram harici hiç almamıştı hiç.
-Hoşgeldin, Bey.
-Hoşbuldum, Hanım.
-Aç mısın?
-Çok yorgunum.
-Bir duş al istersen.
-Yatsı ezanına kaç dakika var?
-Yarım saatten biraz fazla.
- Tamam ben banyodayım.
O yaşına gelmişti ama ahlakından, huzurundan, belki de bazen bedeninden ya da bedeninin biricik zevklerinden vazgeçerek yeterince para kazanabileceğini anlamamıştı henüz.
Gece olmuştu şimdi, Abdulsamed, Sait, Buğlem ve Ravzanur kendi odalarındalardı. Yaşlı anne ve babası çoktan uyumuştu. Eşi, başı kapalı biçimde uzanıyordu yanında, yataklarında. Canı eşini istemişti. Gariptir, onca yıldan sonra insan hala isteyebiliyor. Eh, neredeyse iki hafta olmuştu ve yarın da Hoca Efendi’ye gidilecekti. Bir kaç gün daha evine gelemeyecekti.
Arkadan karısına sarıldı, bedenini ve cinsel uzvunu bastırarak. Karısı herhangi bir harekette bulunmadı. Normalde kalçasını Günay’a doğru yanaştırırdı. Bu kez kalçasını yaklaştırmayınca, Günay da sessizce arkasını döndü ve uyudu. Sonradan o gece orada karısıyla sevişmediğine pişman olacaktı... Ama yorgundu işte ikisi de! Onlar hissetmese de her yer ölüm kokuyordu, aslında bu idi sevişememelerinin nedeni de...
Ertesi gün sabah yediye yirmi üç kala kalktı Günay. Eşini dürttü. Uyanıp uyanmamasına aldırmadan da yataktan çıktı. Sabah namazını kaçırmıştı yine...
Sabah namazını kılarken eşi çayı ve bir kaç çeşit kahvaltıyı önüne koymuştu. Kapı çaldı. Gelen Hamit’ti. Efendi Hazretlerine beraber gideceklerdi. Tam kardeş gibi olmasalar da kardeş gibi bir şeylerdi Hamit ile de. Hamit, Günay’dan iki yaş küçük. Ticaret hariç hiçbir şeye zerre kadar kafası basmayan, uzun boylu, kel, ela gözlü, herkes gibi bir adamdı. Günay’ı Efendi Hazretlerine götüren o idi, o tanıştırmıştı. Sonrasında da Günay’ın bitmek bilmez, yer yer köleliğe varan hizmetleri başlamıştı... Sömürüldüğünü hiç ama hiç anlamadığı bir tür kara büyüydü o dergah, Ankara Yenimahalle’deki daha büyük Dergah, küçük efendiler, hazret efendiler, küçük hocalar, büyük hocalar. Günay ise dört yılın ardından hala softa idi. Çıraklık aşamasını yeni geçmiş sayılırdı ancak ustalığa da çok ama çok yolu vardı...
Kahvaltılarını ettiler. Arkasından yola koyulmak üzere Günay’ın beyaz Ford Transit’ine bindiler. Kapalı kasa kamyonet ile gideceklerdi. Hamit’te açık kasa, Günay’da ise kapalı kasa Ford Transit vardı. Hayvan taşınmayacaksa kapalı kasayı kullanırlardı... Direksiyona Hamit geçti, Günay ise yan koltuğa oturdu.
Bafra’yı çıktılar, sonra Samsun’u. Çorum’a doğru ilerliyorlardı... Kilometreler geçilecek, yine o eller etekler öpülecek. Sesli zikirler, kimi abarttılı hareketler. Herkes Efendi Hazret’lerinin etrafında dönecek, dikkatini bir an bile çekmek için türlü türlü hareketlerde bulunacaklardı...
Beyaz Ford Transit, 120 Km hız ile giderken Günay kendileri ile aynı hızda giden, sollamaya çıktıkları arabanın şöförünü izliyordu. Nasıl oluyordu da ağaçlar, kayalar, tabelalar bir anda görünüp kayboluyorken, kendileriyle aynı hızda giden şöförün tırnaklarındaki pisliğe kadar görülebiliyordu? Yoksa 120 km hıza çıkmak bir düzleme çıkmak mıydı, 125 km ya da 115 km farklı bir düzlem miydi, Günay bunların hiçbirisini düşünmüyordu... Adana’dan alacağı yeni simental inekleri düşünüyordu...
Çorum’u da geçtiler ve Ankara’ya yaklaşmışlardı. Samsun-Konya otoyolunun Kayaş girişinde biraz trafik vardı, trafiğin sebebi ise polis çevirmesiydi. Profilleme gereği böyle büyük minibüsler hep kenara çekilir, GBT alınır ve toplanan bilgiye göre de araç detaylı aranırdı... Kenara çektiklerinde arabayı bir memur yaklaştı, kimlikleri aldı. Elektronik bir cihaza okutur okutmaz telaşlandı. Genç bir polisti. Henüz bu tarz durumlarla karşılaşmadığı çok belliydi. Önce etrafına bakındı. Sonra arabanın içine. Arkasından da "Komiserim," diye bağırdı ve tekrar arabanın içine dönüp;
-Günay Güler hanginiz?
Zaman burada şehit düşecekti ve bu soru ise adeta 45 kalibre bir kurşundu...
Bir yazar bir kitabında "bırakın da şu beş dakikayı zamanın kumaşından keseyim" diyordu. Hepimiz o kumaşı hemen hemen benzer şekillerde keseriz. Yazsak da yazmasak da... Ancak o kumaşı işlemek, dönüştürmek... İşte farklar orada ortaya çıkar.
Zaman. Ne garip bir boyut.
Görmemiz gerektiğini düşündüğümüz o kadar çok şey var ki, bunların ne kadarını görebiliyoruz? Geçmişte olmak mı, gelecekte olmak mı elimizde yalnızca bu zaman varken?
Zaman da tıpkı en gibi, boy gibi, derinlik gibi bir boyut. Garip filan da değil, biz içerisinde yaşıyor, öyle algılıyoruz. Algı... Zaman da madde gibi bir şeydir aslında, geleceği ya da geçmişi olan değil, varlığı olan, statik bir olgu ama görüngüler işte... Zaman sabit, biz içerisinden çizgisel biçimde geçiyoruz. Daima o ileri sandığımız yere doğru... Buna hangi hızla, hangi düzlemde gittiğimiz? Sonra belki de kimlerle kim olarak gittiğimiz? Rölativite zaten yeterince üzerinde durulan bir konu...
Zaman ve süre arasındaki farklar? Hangisi hangisinin temsilcisi ve hangi düzlemlerde? Zaman, kendini nasıl var eder? Süre zamanın temsilcisiyse, zaman neyin temsilcisi? Kimi sabit sayılarla fiziksel var oluşumuz sabitlenirken, zamanı sabit tutan ne?
Ben ve varlığından emin olamadığım diğer tüm insanların zamanları arasındaki, atomik saatlerle ölçülebilen zaman sapması ne şekilde ve de ne kadar sapar, kime ne şekilde algılatır acaba kendini? Zaman sabit, algılar değişken, peki, zamanı algılayışımız vücuda hiçbir şey zerk etmeksizin etken bir biçimde değiştirilebilir mi?
Yıllar önce, Aşiyan Parkında birisi, "ne oldu bize böyle? Ne yapıyor bu?..." diye sorduğunda, "gerçekliği değiştiriyor" cevabını almıştı. Göremediklerimizi gören hayvanlar, duyamadıklarımızı duyan hayvanlar, koklayamadıklarımızı koklayabilen hayvanlar da kendi gerçekliklerini yaşıyorlarsa eğer, gerçeklik denen şey beynin kendisini kandırma biçimi midir?
En flaşvari tecrübelerimiz bile önce gözlerimizde işleniyor ve beyine gidiyor ve yorumlanıyor, algı yaratılmış oluyor... Peki arada geçen süre?
Örtülere çok fazla meyilliyiz. Bazı gerçeklerin üstünü örten örtüleri gerçek sanmaya çok meyilliyiz ve bunu yaparken de zamanı dayanak alıyoruz. Mesela, bu hayatta da arka arkaya yerleştirilmiş fotoğrafları, belirli bir çizgisellikte, algılarımızdan çok daha hızlı görüyor olamaz mıyız?
Sezyum atomu dedikleri nanenin her hareketini yakalayabiliyor olsaydık da düşünebiliyor olacak mıydık peki? Algıdan başka bir şeyi yaşama hakkımız yok mu gerçekten de?
Yani, aslında yaptığınız hiçbir şey zaman almıyor, zaman yaptıklarınızı alıyor hepsi bu...
Bize yapılanları ve Günay tarafından ineklere yapılanları da elbet! Etkenliğin ya da edilgenliğin öyküsü değil bu, belki Günay’ın da öyküsü değil tam olarak...