9
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
681
Okunma
“Her adam için heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” Hakikat Çekirdekleri’nden.
Cündioğlu’nun Arasokakların Tarihi’nde okudum. Nurullah Ataç’ın kızından naklediliyordu. Ataç, Melih Cevdet Anday’a dargınmış. Nedenini sorunca Oktay Rifat’la birlikte babasına dayak attıklarını öğrenmiş. Sebebi de onların şiirlerini beğenmemesiymiş.
Niteliği ayrıca tartışılır. Fakat şiir yazmak, hassaten ilkgençlik yıllarında, hepimizin başına gelen birşey. (Kalbimizin varlığına uyanmak gibi.) ’Yağdı yağmur, çaktı şimşek’ düzeyinden Ramazan manisi seviyesine, oradan da belki daha dişe dokunur şeylere kadar, bir yelpazemiz var. Evet. Kabul ediyorum. Hemen hepsi yazıldığı anlarda pahabiçilmez görünüyor. (Sonra öyle olmadıklarına dair ayılmalar yaşanıyor tabii.) Ama en nihayetinde kallavi şeyler yazanlarımızın da sıradanlarımızdan yüce şeyler yaşamadığını düşünüyorum. Ahengi farkedebilmek, ritmini yakalamak, birçok ihtimal içinden yakışanı seçebilmek, bunlar biraz da Allah vergisi şeyler. Ama sadece bu bağış bizi üstün insan yapmıyor-yapamaz. Çünkü güzellik hakikatin kendisi değildir. Hakikat imtihan etmez. Güzellik imtihan eder. Ahlak da bir lazım parçasıdır. İkisi birleştirmeyende sûret aldatmaya döner.
Estetiğe endeksli üstünlük sanrısının ahirzamanda meşruiyet arayan bir hastalık olduğu kanaatindeyim. Halbuki İslam bizi derinliklerde kemal aramaya alıştırmıştı. Yüzeyin kolaycılığından alıkoymuştu. Takva sorumluluğu hayatımızın üzerine atıyordu. Yani adamlığın senedi nesnelere verdiğin şekil değildi. Ya? Bizzat kendi heykelinde ne yapıyordun? Bizzat kendi ruhuna/kalbine ne şekil veriyordun? Bizzat hayatın neye dönüşüyordu? Sünnet mü’mini bu has daireye çağırıyordu. Eserin kendindi. Çekicin irade-i cüziyendi. Modelin Aleyhissalatuvesselamdı. Seküler sanatlarsa kemali uzaklaştırıyor. Ötemizde bir yere koyuyor. Modelsizleştiriyor. İnsandaki tarifi flulaşıyor. Picasso’nun kim olduğunu ahlakı değil resimleri belirliyor. Ona göre itibar görüyor. Ona göre seviliyor. Güzel romanlar mı yazdın? Artık yüz dalavere çevirebilirsin. Çünkü bir kere yüceltildin. Sesin mi güzel? İstersen en rezalet-denaet işlerde yakalan. Sana hiçbirşey olmaz-yapılmaz.
Şairlerin iyiliği için de karşısında durulmalı bu hastalığın. Yazmakla yaşamanın aynı şey olmadığını hatırlamalılar. Bazen yazmak yaşayamamanın bahanesi olur. Yerine geçmeye çalışır. Farkedilmemişlik küskünlüğü az-çok hepsini işgal ediyor. Halbuki kendileri de çoğu zaman mısralarında ne anlattıklarını tam bilmiyorlar. Hatta müştemilatın nesirle ifadesini, bir yönüyle çağrışımların hapsedilmesi anlamına geleceğinden, istemezler. Evet. Şairlerin şiirlerinde ne anlattıklarını nesirle ifade ettikleri metinleri pek yoktur. (En azından ben rastlamadım.) Bence gizin kuytularında çoğalmak-çoğaltılmak istemelerinden kaynaklanıyor bu durum. Kapalılık aynı zamanda çok anlama gelebilmek. Belki kendinden çok daha fazlası gibi de görünebilmek. İşte yine yolumuz aldatmaya çıkıverdi arkadaşım.
Bir de, yukarıda zikrettiğim, tam olarak ne söylediklerini kendileri de kestiremediklerinden. O an ahenkli gelen şey, seslerden bir ses belki, yakıştırılıp konuluyor. Bir ilham dizgini tutup yönlendiriyor. Kalem mestoluyor. Kapılıyor. Ne kadar verildi ona? Bilmiyor ki. Ne kadar çok verilse o kadarının müşterisidir. Evet. Şair her zaman yazdığının daha fazlası olmasını ister. Kastedebileceği (veya çıkarılabilecek) bütün anlamların mülkünde kalmasını ister. Bu yüzden söylediğini netleştirmez. İstemez. Netlik zararınadır. Tavrı âkilleri korkutan birşeydir. Olmadığın birşey gibi görünme riski yahut olabileceğin herşey gibi görünme arzusu… Ya bir tasannu veya kibirdir. Ucu illa aldatmaya çıkar.
Şair dünyayı şiirle açıklayabilir. Kemalin özünün şiir olduğu iddiasında bulunabilir. Bir nesir yazarı, hiçbir nesir türünün yazarı, size böyle birşey söylemez. Nesir mütevazidir. Dünyanın kendisinden ibaret olmadığını bilir. Şiir sekr halindedir çoğu zaman. Hayretinin, hayret ettirişinin, kaynağı budur. Sarhoşun kanı sarhoş eder. Yazdığında garkolduğu edasında da garkolmuştur. Şairler biraraya geldiklerinde uzun uzun şiirden konuşurlar. Fakat ne konuşurlar? Şiiri bir kalıba sokar mı bu yazdıkları? Bir sistem, bir kaide, bir taş üstüne taş ekler mi şiir bilgisine? Yoksa tarif ettikçe aslında onu yok mu ederler şiiri? Bu tarif kuytuları çoğaltmak mıdır yoksa kuytulardan çıkarmak mıdır? Bence birincisidir.
"Şiir hayattır. Şiir çığlıktır. Şiir sonsözdür. Şiir bir yaşam tarzıdır. Şiir bir sarhoşluktur. Şiir yağmurdur. Şiir çocukluktur. Şiir bahardır. Şiir önsözdür. Şiir..." Şiirin bu sohbetler sırasında girmediği kılık, tüketmediği tanım, olmadığı nesne var mıdır? Nihayetinde beraber yaptıklarını kutsadıkça kastlarında yükselen elitlerle karşılaşırsınız. Yaptığı puta tapmanın ahirzamancası bir hadise! Ya birilerini överler yahut da oturup şiiri överler. Her şekilde kendilerini överler. Çünkü övdükleri de kendilerindendir. Her zaman kasa kazanır.
Zor bir ahengi yakalayabilme yeteneği, Karun’un, kurşunu altın yapmasından daha ismetli olmamalı. (O ne kadar dalalete müsaitse bu da o kadar müsait.) İlham ile yapılan işler birbirine benziyor. Arının ne kadar övünme hakkı varsa balla, bizim de o kadar. Bununla kutsanmak, bununla mehdileşmek, bundan elitik bir gurur devşirmek, "Şiir şudur, şiir budur, şiir odur..." demek ve nihayetinde şiiri kırk yamalı soyut bir fistana döndürmek... Buna neden bayılır şairler? Üzülürüm duydukça. Bir de, arkadaşım, şairlerin diğer meslek gruplarını aşağılama temayülü var yine üzüldüğüm. Tüccarları, bilimadamlarını, esnafı, siyasetçileri, matematikçileri, hatta nesircileri bile. Onları aşağıya attıkça yükseliyorlar. Halbuki kemalin balonu kendini aşağıya attıkça yücelir. Başkalarını attıkça alçalır. Tezkiye edilmeyen nefis tezkiye olur. Temize çıkarılmayan nefis, inşaallah, temize çıkar.
Herkes kendisine bağışlanmış yetenekle ahengini yakalıyor hayatın. Tıpkı ip atlamak için ritmi kollayan bir çocuk gibi. Bunlar rızanın araçları. Matematikçinin gördüğü ahenk bir şairden neden geride olsun? Zor bir fizik sorusuyla karşılaştığında gözleri parlayan bir arkadaşım vardı. Ben onun fizik sorularını çözerken şiir yazmakta yaşadığımız tatmini yaşadığını düşünürdüm. Herkes için böyle bir sır mümkün değil mi? Sırf kelimelerdeki ahengi lütfetmiş diye Yaradan, ondan bir kibir çıkarmak, insana mı şeytana mı yakışan bir tavır? Kur’an’ın kendisinin şiir olmadığını özellikle beyanı, bir açıdan da, şairleri toplumun üst sınıfı gibi gören Cahiliye anlayışına uyarı değil midir? ’Şiirin üstün kıldığı’ yönündeki iddiaya cevap sayılmaz mıdır? Belki Aleyhissalatuvesselamın varlığı da bu yaklaşıma da bir meydan okuyuştur. O kendi şiiriyle değil kelamullahla vardır. Ahlakıyla vardır. Takvasıyla vardır. Ameliyle vardır. Gayretiyle vardır. Şunun bugüne verdiği bir ders yok mudur?
Üstelik şiir yazmakla hayatı daha derin yaşıyor da değiliz. Havada uçuyor, suda yürüyor, taşı yumruğumuzla parçalıyor değiliz. Şiir bize velayet yollarını açmıyor. Veliler de şiir yazıyor ama velayetlerini şiirden almıyorlar. Herkes birşeylerle oynuyor ve oyalanıyor ölüme kadar. Amel defterini doldurmaya çalışıyorlar. Sözü hitâmında toparlarsak diyelim: ’Üstünlüğünüz ancak takva iledir’ buyuruyor Kur’an. Yoksa şiir diye ikinci bir bab mı açıldı?