- 258 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kuyuda Bir Yusuf
Kuyuda Bir Yusuf
"Kuyuda Bir Yusuf" Yazar Halit Yıldırım’ın 2022 tarihinde Yafes Yayınları aracılığıyla okurla buluşturduğu, yaklaşık üç yüz sayfa hacmindeki romanı.
Roman, yirminin üzerinde konu başlığıyla ele alınmış. Poetikasını bulmuş, tınısını yakalamış yazarın, daha çok vicdan ve tavır sahipliğinde romanını ele aldığı görülmektedir. Öz, biçem ve duygu olarak da okurun dikkatini celp edeceği muhakkak.
Yazar, gerçek hayatta yaşanan olayları romana uyarlarken veya kurgularken -ki seçimlerinde daha çok öznel izdüşümleri öncelediği görülmektedir- kimi karakterler dünyanın pasına bulanmış, kimileri de dünyanın kirini yüreğine değdirmeyenlerden seçilmiştir.
Romanın içeriğine değinmeden ve merak duygusunu fazla törpülemeden roman hakkında bir çerçeve çizecek olursam: Başkarakter Yusuf Erdem’in yanında Selma, Nilgün, Murat, Servet Bey, Emir Rıza, İlyas Baba, Gamze, Seher Hanım, Zehra, Hülya, Cahide Hanım, Cemile Hanım, Mustafa gibi karakterlerini sıralayabilirim. Sivas, Şarkışla başta olmak üzere İstanbul, Üsküdar, Beykoz, Ankara, Yozgat, Sorgun, Merzifon ve Bolu Dağı gibi mekânlar, romanda kendisine yer bulduğu görülmektedir.
Gerek konu gerek işleyiş gerekse de olayın geçtiği yer anlamında, "Bir Anadolu Romanı" hüviyeti taşıyan roman, Anadolu’nun İbrahimvari sofrasından yarınlara bir şua, şerare olup taşınacaktır. “Telefona yüklenen TRT kayıtları, fecebooktan fotoğraf gösterme, klavyenin koluna girme” gibi içerikte geçen birçok ifade günümüzün romanı olduğunun şifrelerini vermektedir. Romanın sonunda, tarih ve mekân aralığını serimleyen yazar, kilitleri bir bir açarak romanı nihayetlendirmektedir.
Merak duygusunu hep önde tutmaktadır yazar. Bu bağlamda romanın sürükleyiciliği öncelenmiş görülüyor. Roman da başkarakterlerin yanında diğer birçok yan karakterin de konuşturulduğu görülmektedir. Yazarın, aktarmalı, mecazlı bir dil olan şiire ve şarkı sözlerine de çokça yer verdiği görülmektedir başka bir taraftan.
Romanda asıl anlatılan, Yusuf Erdem baş karakterinin kuyuda kalmasının, acılarını gönül limanında dondurmasının bir hikâyesi... "Bana dua edin, ben de içimdeki kuyudan çıkayım" (sayfa 261) diyerek yardım isteyen Yusuf’un hikâyesi bu. Kitabın baş kahramanı Yusuf Erdem’in yaşadığı zorluklar ve çileli hayatı, -Hz. Yusuf Peygamberle isim benzerliği ve kapak görseliyle beraber- bir metafora, bir benzetmeye gidildiği görülmektedir. Kuyuya düşmemek mi asıl yoksa daha çok düşülmüş kuyudan çıkma gayreti mi önemlidir? Eskilerin, "çocuğum düşersin" demek yerine "çocuğum düşmeyesin" sözünün dua yüklü naifliği kadar inceliklidir aranılan. Her halükarda Anadolu’nun, bizim coğrafyamızın kuyularından azat olarak, köpürte köpürte, doya doya kim murat almış ki bir düşünün?
Ne yaşanacağı bilinmeyen bu sırlı hayatta, dünya keşmekeşliği, iyiyle kötünün mücadelesi hep olmuş ve olagelmektedir. Bir zalimden bir mazlum çıkmasının mümkün olduğu hayat, imtihanlar manzumesi değil midir? Hayatın zahiri ve batını yönlerini kim inkâr edebilir ki? Ne zaman ne ile karşılaşacağını bilemeyen insan, bu gelgitleri ve dejavuyu yaşayacaktır muhakkak. Acı dinse de yaşamış olmak hep kalacak ve izlerini bırakacaktır.
Bilinir ki sitemler hep acılara yönelik eklentiler olarak kalacaktır. Bu kadar çok kötünün karşısında etrafına hilm ile muamele edecek insanlar da her daim var olacaktır. Kötüye karşı duruş, itirazla yekinme, iyilerin safını güçlendirecektir elbet. Bütün olumsuzluklara karşı bir duruş, bir aksülamel yine de olacaktır.
Roman hakkında ne yazsak ne söylesek bu yaşanmışlığın, anlatımın ve özün yanında zait olacaktır. Yaşanılan her bir acı, taş olup çeğile düşüp birikecektir yine de. Sonuçta her bir yaşanmışlık, bir kambur olarak sırta yüklenecektir. Dilemması çok olan bu hayatta yaşananlar ateşte yıkanan su gibi şaşırtıcı olacaktır belki de kim bilir.
İnsan, hayatta kimlere tutunur, kimlere tutunmalıdır? Ve bir tık ilerisi ehven-i şerlik seçimlerde dahi önüne serimlenen güzergâhı kimler görebilecektir? Benzer sorularla böyle romanların irdelenmesinin en güzel tarafı insanı bunları düşündürmeye sevk ediyor olmasıdır.
Hayatın curcunası içerisinde gün geçtikçe insan ruhu eşyaya boğulmaktadır ve antibiyotiklik hastalık çeşitlenerek artmaktadır. Bu ahval ve şerait içerisinde bunun gibi sahici yaşanmışlıklara dokunmak bir kazanım olacaktır. Nasıl ki kavak ağacını seçenin, ağacın gölgesi yok diye hayıflanmasına mecali olmayacaksa en azından bir kez daha düşünülmesine yol verecektir. Bu da bir yerde kendini bilmenin irfanî istikametini oluşturacaktır.
Romanda, Anadolu kültüründen, Türk dilinin saf ve arı ifadeleri, değimleri vs. gibi örneklemelerle, kimliğimizi ve kültürümüzü yeni nesillere aktarılmasında önemli bir görev ifa edecektir. Bu hususta kitapta geçen "Boş verelim elin yoğurt yiyenini" (sayfa 22), "Bizim eşek su içecek ama bir ıslık çalan lazım" (sayfa 63), "Len kızıma mı göz koydun feleksiz" (sayfa 75), "Ömrümüz yakamıza dikili değil" (sayfa 86), "Yayladaki yoğurda sarımsak dövmenin lüzumu yok" (sayfa 129), "Od ile pamuk yan yana durmaz" (sayfa 153), "İntikam soğuk yenir" (sayfa 161), "Bir it bir deriyi sürütür" (sayfa 175) gibi ifadeleri örneklendirebilirim.
Peygamber Efendimiz, Taif yolunda eziyete uğramasına rağmen, eziyet edenlerin ileri de iman etme ihtimaline karşı, beddua etmemesinin hikmetini, -kırk harami kırk serdengeçti olabilme- hikmetiyle benzeştirip -odundan gül bitiren- ilahî tevekküle dikkat çekiliyor. Başka bir değişle “karanlıktan nur, nurdan zulümat çıkaran Allah’tır”, ölçüsünün kıymetini vurgulamaktadır. Doğru ile yanlışın, hak ile batılın, iyi ile kötünün heybelerinde neler ne hikmetler var bir bakalım: "O bizi vurmadı, aklımızı başımıza getirdi. Biz onu kovmadık ama onun nasibi yoktu. Onun aklı ile başı arasında güneş ile dünya arasındaki uzaklık kadar mesafeler vardı. Nefsi onun sırtına binmişti. Onu nefrete, kine sevk etti" (sayfa 284)
İslamiyet’le ve Türklükle yoğrulan kadim Anadolu değerleri üzre yol alan yazar, bu değerleri hem yaşamlara hem de özlemlere ortak etmekte adeta. Yazarın dediği gibi, Anadolu’da ve bizden olan coğrafyalarda gökyüzü hep sağanak hâlinde ağlamaktadır nedense. Ama bunun yanında yine yazarın ifadesiyle Anadolu dağları, kışın giyindiği beyaz renkli yorganı atmakta ve onun yerine rengârenk elbiselerle donanarak umuda ve geleceğe yol almaktadır. Anadolu kültürdür, türküdür ve ülküdür. Bu olguları nakış nakış işleyip kilimine dokur adeta yazar. "Çağırsam feleği, geçse karşıma/ Dur derim orada, dokunma bize" (sayfa 11) Orhan Gencebay şarkı sözünde olduğu gibi türkü sözleriyle, şiirlerle bezenmiş bir okyanusa çağırır okuru adeta.
Zemheri, kara kışlığını yapacaktır amma eşinecek yepyeni baharlar bulunacaktır da... Su görününce teyemmüm bozulacaktır ama romanda olduğu gibi yine bahar gelecek, çiçekler açacak, güneş eşiklerde doğacak yine Yusuflar kuyulardan kurtulacak… Acı dil, ağu satan yüz gibi olumsuzluklar hayatın istenmezlikleri olsa da aşk, vicdan gibi olgularla seyreltilmesi, dengelenmesi de bir gerçeklik olarak hayat bulacak. Dünyada vicdan, Anadolu’da ruh ve Türkçe ’de mürekkep bu eserle bir daha hayat bulacak.
Romanın yazılış süreci de bir hayli ilginç. Yazar bu romana 1994 yılında vatani görevini yaparken Pasinler’de başlamış. Kendi anlatımına göre önce romanı yazdığı defterini kendi kitaplığında kaybetmiş. Yirmi yedi yıl sonra defteri bulunca şimdiki tecrübesi ve birikimiyle ana olaya yeni ilaveler ve revizyonlarla romanı tamamlamış. Roman hem macera, hem romantizm hem de tasavvufi ögelerin birlikte verildiği çok yönlü bir içeriğe sahip. Yazar, romanının bu özelliğiyle hayatı tüm yönleriyle kucaklamak istemiş.
Son tahlilde, üretken bir yazardan hayata dair etkileyici bir roman okudum. Sanatın, insan için olduğunu şiar edinen bir projenin vücut bulduğunu gördüm. Romanda hayat bulan her olgu, gelecekte yaşanması muhtemel durumlara teminat olacaktır. Biz buna tecrübe diyoruz daha çok. Bu minvalde hayata, yaşananlara dokunan yazar, maziye atıflarla yolunu almakta ve bu güne, yarına ışık olmaktadır.
İlkay Coşkun
15.08.2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.