- 433 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İranlı Öykücüler: Hem Yakın Hem Yakın
İran, yanı başımızda, oysa Türkiye’de, ideolojik uzaklıktan olsa gerek, İran’la, özellikle de kültürüyle ve yazınıyla ilgili çok az şey biliniyor. Türkiye’de şiirde Füruğ, öyküde Sâdık Hidâyet bilinirse bilinir. Elbette son dönem İran sineması, Türkiye’de büyük ilgi görüyor. Bu açıdan, İran sinemasının İran yazınından daha çok bilindiğini rahatlıkla ileri sürebiliriz. Bu bağlamda, bu yazıda, İranlı belli başlı öykücüleri tanıtmak gibi bir amaçla hareket ediyoruz. Böylece, yazının başlığında ifade edildiği gibi, İran yazınının hem coğrafi olarak hem de kültürel olarak ve izlekler açısından Türkiye yazınıyla fazlasıyla yakın olduğu ortaya çıkmış olacak.
İran Masalları
İran öykülerine geçmeden önce, onların öncülü ve kuzeni sayabileceğimiz İran masallarına da kısaca değinelim:
İran masallarında, başka coğrafyalarda da olduğu gibi, hayvanlar konuşuyor. Sihirli yüzükler, hizmetkar cinler cüceler, sınıf atlama araçları olarak yer alıyor. İran padişahına ek olarak Turan padişahı anılıyor. ‘Ateş Perisi’ adlı masalda, toplumsal dayanışmanın, ‘Kara Tay’ adlı masalda ise, eşduyumun ya da candaşlığın (empati) yüceltildiğini görüyoruz. Padişah oğlu ya da kızını başkişi yapan masallar çoğunlukta...
Sâdık Hidâyet’in ‘Hayat Suyu’ adlı masalında 3 kardeşin başından geçenler ustaca konu ediliyor. Kötülük yapan iki kardeş, zevk ve sefaya kavuşurken, mağaraya kapatıp ‘öldü’ diye haber saldırdıkları küçük kardeşlerine ne olacaktır? Kurt mu kapacaktır? Çakal mı yiyecektir? Bu iki kötü kardeşin hükümdarlığı bağlamında, dönemin hükümetine yönelik siyasal hiciv ve eleştiri de göze çarpıyor. Küçük kardeş ise, büyüklerin maddiyatçı yaşantılarının tersine, “mutsuzları kurtarmak için hayat suyu” arayışına girecektir. Kadife ülkeyle körler ve sağırlar ülkeleri arasındaki düşmanlıktan söz edilir ki, bu, açıkça dönemin uluslararası ilişkilerine göndermedir. Küçük kardeş, Körler Ülkesi yurttaşlarını körlükten kurtaracaktır; bu da, büyük abinin iktidarının sonu olur. Aynısı, Dilsizler ve Sağırlar Ülkesi için de geçerli olacaktır. Bu iki ülkenin yurttaşlarının aydınlanmadan önceki en temel boş zaman etkinliklerinin içmek ve esrar çekmek olduğunu söyleyerek, masalcı yazar, toplumsal eleştirisini daha da genişletir.
İran masalları, keyifle okunan akıcı masallar. Çocuklar için önerilir. Bunların dışında, masalcı olarak elbette Samed Behrengi’yi anmalıyız. Türkiye’de 70’lerde ve 80’lerin başında ilerici ailelerde büyüyen çocukların önemli bir bölümü, okuryazarlık dünyasına onun masallarıyla adımını attılar. Kitabımızda Behrengi’yle ilgili olarak ayrıca bir bölüm olduğu için burada kendisinin yapıtlarına girmiyoruz. Şimdi asıl konumuza, İranlı öykücülere geçelim.
Sâdık Hidâyet
Sâdık Hidâyet (1903-1951), birçok eleştirmen ve yazın tarihçisi tarafından, çağdaş İran yazınının öncüsü olarak değerlendiriliyor. Birçok kitabı Türkçe’ye çevrilmiş olan Hidâyet’i böyle genel bir İran yazını yazısında hakkıyla değerlendirmek oldukça zor. Yapıtları ayrı bir inceleme gerektiriyor. Bu bölümde, iki öyküsünü ele almakla yetindik. Bir sonraki bölümde ise, Hidâyet yazını ile ilgili daha ayrıntılı bir inceleme okuyacaksınız. Hidâyet’in ‘Girdap’ adlı öyküsünde, ilkokuldan beri arkadaş olanlardan biri intihar eder. Yazar da kendi canına kıymıştır. Tümüyle soldan bakan siyasal bir bilince sahip olmamasına karşın, bugün kitapları, çağdaş içerikleri dolayısıyla kendi ülkesinde büyük oranda yasaklıdır.
Öyküye dönersek, arkadaşı Behram’ın intiharından sonra Humâyûn için hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. İntihar mektubundan yasak aşk olasılığı çıkar ve bu, Humâyûn’u çileden çıkarır. Sonuçta başkişi yalnız kalır; kendisi de intiharı düşünür. Neyse ki bu süreci atlatır ve başka bir şehre atanır. Fakat gitmeden, güzel bir haber üstüne acı bir haber alacaktır. Hidâyet öykücülüğünden elbette mutlu son beklenemez.
‘Üç Damla Kan’ adlı öyküsünde, Hidâyet, akıl hastanesindeki bir paranoya hastasının tekli konuşmasına (monolog) yer veriyor. Bu konuşmayı hasta portreleri izliyor. Sonra başkişinin neden hastaneye yatırıldığını öğreniyoruz ve bu üst üste metinleri birleştiren ‘üç damla kan’ oluyor. Hidâyet’in yapıtları, genellikle toplumsal bilimlerce desteklenen çalışmalar oluyor. Sosyalist bilince sahip olmamakla birlikte, ‘Hacı Aga’ romanında hiciv ve eleştiri oklarını siyasetçilere yöneltiyor. Başka yapıtlarında batıl inançları eleştiriyor. Bunlar, İran’da yasaklanması için öne sürülmüş olan gerekçeler olmuş olmalı.
Said-i Nefîsî ve Muhammed Ali Cemalzade
Said-i Nefîsî (1895-1966), ‘Baba Evi’ adlı öyküsünde Herat’ta Diyojen misali yaşayan bir hamalı konu ediyor. İran, Herat’ı İngiliz ordusuna kaptırınca, herkes Horasan’a kaçıyor; ancak yaşlı hamal Nasrullah kalıyor. Kaçan zenginlerden biri, onu bağına bekçi olarak bırakır. Fakat İngilizler bağa el koyar, Nasrullah’ı kovarlar. Böylece Nasrullah eski işine dönüp yeni bir kişilik edinecektir.
Muhammed Ali Cemalzade (1891-1997), ‘İkiz’ adlı öyküsünü bir dost meclisindeki tartışmayla açıyor. Meclisin tek bekarı olan arkadaşlarını yarı şaka yarı ciddi olarak evlenmeye özendirmeye çalışıyorlar, ancak bu, boşa bir çaba. Sonrasında ikizler konu ediliyor. Tek yumurta ikizleri birbirine benzer genellikle; öykü ise birbirlerine benzemeyen ikiz kardeşlere yöneliyor. Aradan 20 yıl geçer; ikizlerden biri eskisi gibi sakin, huzurlu yaşar; diğeri, iş adamı olur, zengin olur, göbek bağlar, hızla yaşlanmıştır ve sağlığı da iyice bozulmuştur.
Sâdık-ı Çûbek, Celâl Âl-i Ahmed ve Bozorg-i Alevî
Sâdık-ı Çûbek (1916-1998), ‘Yahya’ adlı kısa öyküsünde, aynı adlı 11 yaşındaki bir gazeteci çocuğu mizahçı gözüyle odağına alıyor. ‘Adalet’ adlı kısa öyküsünde ise, otomobilin çarpmasıyla sakatlanmış bir at konu ediliyor. ‘Kafes’ adlı kısa öyküsü, çok canlı ve ayrıntılı bir kaldırım, su arkı, çukur ve kafes betimlemesiyle açılıp sıkış tıkış kafese konulmuş tavuklara yöneliyor. ‘Yoldaş’ adlı öyküsünde ise, bir kurtun can ciğer kuzu sarması arkadaşına açlık nedeniyle yaptığı, mizah dolu bir dille anlatılıyor.
Celâl Âl-i Ahmed’in ‘Porselen Vazo’ adlı öyküsünde, konu, otobüste bir porselen vazo taşıyan bir adam. Yanına oturan adam oldukça meraklıdır. Bir süre sonra aralarında sohbet başlar. “Öykünün başında bir vazo varsa ortalarda bir yerde kırılmalıdır” sözünü haklı çıkarırcasına, “bakayım” derken vazoyu kırar. ‘Şerefeler’, başkişinin ilkokullu olma öyküsü. Çocuğun tutkusu, şerefelere çıkmaktır.
Uzun süre hapis ve sürgün yaşamış olan, sürgünde ölen ve İran’da hapishane edebiyatının (‘edebiyat-i zindani’) öncüsü sayılan Bozorg-i Alevî (1904-1997), ‘Kurşun Asker’ adlı öyküsünde, birincil tekil kişi üzerinden, otobüste karşılaştığı bir kadınla başlayıp başkişinin, başına türlü türlü işler gelmiş arkadaşının anlatısına evriliyor. Anasına çok bağlı olan arkadaşı, onun ölümüyle sarsılıyor; iş güç tutamaz hale gelip esrarkeş oluyor. Otobüsteki kadınla hastalıklı bir ilişki geliştirecektir.
Muhammed-i Hicâzî
Muhammed-i Hicâzî (1901-1974), ‘Sorumluluk’ adlı öyküsünde, birinci tekil kişi anlatımıyla çocukluk anılarına dayanıyor. O, bir an önce büyümek isteyen çocuklardan... Yazar, babasının “sakla ve açma” dediği cüzdanını açmadan saklayarak, babasının gözünde çocukluktan çıkmış olur. Sahi sevgili okur, sen ne zaman çıkmıştın çocukluktan? Anımsayabiliyor musun?
Bu kısa öykü, yazarın öğütleriyle son buluyor. Aynı yazar, ‘İntihar’ adlı öyküsünü bir arkadaşının ruh haline dayandırıyor. Yazar, sonunda arkadaşını intihardan vaz geçirecektir. ‘Yeni Ayakkabı’ öyküsünde başkişi, yeni ayakkabılarına sevinen, ancak okuldaki zorbalardan korkan bir öğrenci: Hasan. Bu kısa öykü de, yazarın öğütleriyle bitiyor. ‘Şeref’ adlı öyküde, yetim ve öksüz bir ailedeki abi ve üç kızkardeşi konu ediliyor. Bu dört kardeş açlıktan kıvranırlar. Bunun nedeni ise, abinin gelenekler gereğince, kardeşlerinin çalışmasına engel olmasıdır. Kardeşler çalışmaya başlayınca açlık da yoksulluk da gözden kaybolur. Yazar, bu öyküyle, ekonomik gerekçeyle olmakla birlikte, kadınların iş gücüne ve toplumsal yaşama katılımını savunur.
‘Genç Doktor’ adlı öyküsünde, ölümü bekleyen hasta bir kız çocuğu ve ailesi öne çıkıyor. Genç doktorun babasına yönelik yazdığı mektupta, onun bu duruma dönük bakış açısını görmüş oluruz. Yaşlı bir doktorun huzurunda hastaya yanlış bir tanı koyar; ama yanlışı dolayısıyla küçük düşmeyi gururuna yediremez ve yaşlı doktorun doğru tanısını benimsemez. Yine de suçluluk duyar ve babasına mektup yazar. Hatasını kabul eder, kendisini gururu nedeniyle çocuğun katili olarak görmektedir. Mektubunu ‘günahname’ olarak adlandırır. Mektubu alan babası, hasta ölmeden sorunu çözer; yaşlı doktorun tanı ve sağaltım önerisine uyularak herşey tatlıya bağlanır.
‘Kıskançlık’ adlı öyküsünde, dersleri umursamayan, derslerinde iyi olanlarla dalga geçen ‘Ali’ adlı bir öğrenci konu ediliyor. Yazar onun hayta arkadaşlarındandır. Oldukça zeki olan öğretmenleri, Ali’nin sınıfta ve okulda yarattığı sıkıntılara ona bir öykü anlatarak son verir ve ondaki resim yeteneğini keşfederek, onu resme yönlendirir. Resim, onu, çalışkan, başarılı bir öğrenci yapacaktır. ‘Nasihat’ adlı öyküsünde, yazar, birinci tekil kişi anlatımıyla, hayattan bezmiş olan bir arkadaşını verdiği öğütlerle düze çıkaran bir kişiliği öne çıkarıyor. ‘Tartışma’ adlı öyküde, yazar, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları, güvercinler arasındaki boşuna yem didişmelerine benzetiyor. Herkese yetecek kadar yem var; bu nedenle, didişmek boşuna... Öykü, retorik sorularla (retorik soru, yanıtlanmak için sorulmayan soru anlamında. Örneğin, “geldin mi? hoşgeldin.”) dolu.
‘Adalet’ öyküsünde, eleştirel gerçekçi bir anlayış gözlemlenir:
“Yerde, gökte, dikkatli bakış ile adil gencin eli uzanmadıkça, zorba, güçsüzü parçalamaya devam edecek, felek değirmeni sürekli varlıkların tepesinde dönecektir. Hepimizin birbirimizin avı olduğumuz bir dünyada neden iyilik ve insaf arzusunda olmalı ve neden adil olma ile mazlumdan yana olmanın ham sevdasını taşımalı?” (Kanar, 2013, s.65)
Ancak bu eleştirellik, toplumculuğa evrilmeyecektir. Hicâzî öyküleri genel dersler içerir; toplumsal bilimlerin ürettiği bilgiye dayanmaz. Bu öykülerde toplumsal bilinç de gözlemlenmez. ‘Çaba’ adlı öyküsünde mesel tarzı adeta doruğa ulaşır: Umutlu ve umutsuz insanları, suya düşen karıncalara benzetir. Kimi, yazgısına teslim olacak; kimi, ne olursa olsun bir çıkış yolu bulmaya çalışacaktır.
‘Dostluk’ adlı öyküde denemeye yaklaşır; çok dostu olduğu için değer gören ve başka ölçütlerde pek puan alamayan bir dostun dostluğunu sorgular ve bir sonuca varır. ‘Sevgi Yuvası’ adlı öyküsünü, yazarın dostlukların değerini anlama sürecine ilişkin bir anlatı olarak okuyabiliriz. Hasta yatağındaki kimsesiz bir yaşlı kadın, elindeki dostluklarının ve ailesinin değerlerini anlamasını sağlıyor. Hicâzî bir kez daha geleneksel değerlerin sağlamasını yapmış oluyor. ‘Uysallık’ öyküsünde konu, İş ve İşçi Bulma Kurumu eski ve yeni müdürleridir. İki müdürü kişilik özellikleri açısından zıtlık içinde verir ve güler yüzün her zaman iyilik anlamına gelmediği yönünde biz okurları uyarır. ‘Pehlivanlık’ öyküsünde güçsüz görüntülü olanların güçlü olabileceği savlanır. ‘Göz Doktoru’ öyküsünde, eski dostların uzun bir aradan sonra buluşup barışmaları anlatılıyor. Ancak, huylu, huyundan vaz geçmeyecektir.
‘İyilik’ adlı öyküde, Ahmet ve Ali adlı iki başarılı öğrencinin yaşadıkları anlatılıyor. Biri, kendini beğenmiştir; diğeri ise yardımsever... Ahmet, Ali’nin aklını çeler. Onu tembelleri sırtında taşımaması gerektiğine ikna eder. Ali, artık yardımseverliği bırakır. Fakat dayanamaz, yine yardım eder. Aradan yıllar geçer. Ahmet değişmiş, yardımsever olmuştur. Yazar, kendini beğenmiş üstün zekalıları çiçeksiz ağaca; yardımsever üstün zekalıları ise çiçek açmış ağaca benzetiyor. Öğütlerle dolu bir diğer Hicâzî öyküsü, ‘Uzun Yol’. 5 saat yokuş yukarı yürümeyi gerektiren yaylaya 2 saatte varırlar; çünkü aslında uzaklık 2 saattir; ‘5 saat’ denerek yürüyüşçülerin daha disiplinli olmaları sağlanmıştır. Hicâzî, bu örneği alır; hayat, bilim insanı olmak, zorluklar içinde büyük hedeflere ulaşmak vb. gibi noktalarla karşılaştırıp ilişkilendirir. ‘Köylünün Öğüdü’ adlı öyküde, adından da anlaşılacağı üzere, bir köylünün öğüdüne yer verilir. Ana fikir, “ye kürküm ye”dir. Yoksullara da varsıllar gibi davranılmalıdır. ‘Korku’ adlı öyküde ise, neredeyse hiç öğüt yer almaz; onun yerine bir saptamada bulunulur: Korkulan konulardaki gerçekleri söylemek çoğu zaman boşadır; “[ç]ünkü insanların çoğu korkmayı ve korkutmayı sever” (Kanar, 2013, s.91).
Hicâzî öykücülüğünü niteleyen temel bir özellik, ders verir nitelikte olması. Hicâzî öyküleri, hayat dersleri çıkarılacak modern, laik meseller görüntüsünde. Bunu kimi zaman belli etmeden yapıyor, kimi zamansa açık açık:
“Baş gözünü aydınlatmaya gelmiştim, gönül gözüm aydınlandı. Nasıl da filozofça öğüt ve ibret verici ders aldım! Keşke bu konuşmayı herkes dinlemiş olaydı da dünya güllük gülistanlık olaydı!” (Kanar, 2013, ‘Göz Doktoru’, s.83)
Hicâzî’ye göre durum bu kadar basittir. Her sorun’un bir çözümü vardır ve çözüm, sözden oluşur. Sorunlar, o ya da bu nedenden değil, öğütlerin dikkate alınmamasından kaynaklanır.
Ali Deştî, Baba Mukaddem ve Ebu’l-Kâsım Hâlet
Ali Deştî (1894-1981), anne kaybını işliyor. ‘Annenin Ölümü’ öyküsünde, insanlığa yönelik genel bir öfke haliyle açılış yapıyor. Okurlar olarak “yazarı bu kadar öfkelendiren ne olabilir?” diye sorarak öykünün devamını merak ediyoruz. Öykünün adında ‘anne’ geçtiği için, kötülük yapılmış bir anne geliyor aklımıza... Yoksulluk içinde çocuklarına bakmaya çalışan annenin artık elde avuçta hiç bir şeyi kalmamıştır. Ölümün en iyi çözüm olduğunu düşünür. Vedası çok hüzünlü olacaktır.
Baba Mukaddem (1913-1987), ‘Yolcu’ adlı öyküsünde, gizemli bir yolcuya odaklanıyor. Bu kadar yakın görünen bu kişi acaba kimdir? ‘Sekizinci Kabir’ adlı öyküsünde, konu, çalışkan bir memurun emekliliğe uyum süreci... Bu kadar çalışkan olan bir memur, emeklilikteki atıllaşma ile nasıl başa çıkacaktır? Sonunda dönüp dolaşıp ölüm düşüncesiyle karşılaşır ve kendine ve ailesine mezar yeri satın alır. İki lafından biri, ‘mezarlık’ olmaya başlar. Öykünün adından anlaşılacağı gibi kendisi ve ailesi için 8 kabir yaptırmıştır. Ancak, dostları, ondan ve ailesinden erken davranır, onlardan önce ölürler. Başkişi (Aferin Bey), dostları mezarsız kalacağına, onların kendi satın aldığı mezarlara gömülmesini önerir, ta ki sonuncusuna kadar... O mezarı kendine ayırmıştır; ancak bu zaman, ölünecek zaman değildir. Yeni mezarlığın açılmasıyla, 8. kabir boş kalacaktır. Baba Mukaddem, bu öyküde, kurmacadaki ustalığını kanıtlıyor. Emekliliğe uyum sürecinden başlayıp akıcı bir biçimde mezarlık ve ölüm gibi zor konulara geçerek bunları başarıyla işliyor. ‘Berehut’ adlı öyküsü, hastalık döneminde zihinde uyanan hayallere dayanıyor. ‘Kar Geliyor’ adlı öyküsünde, başkişinin kar dolayısıyla, çalışanı Bahtiyar’ı ve aralarındaki ilişkiyi betimlediğini ve sınıfsal farkların işlendiğini görüyoruz. ‘Yabancılar’ adlı kısa öyküsü, eski tanıdıkların yeniden karşılaşmasıyla ilgili. ‘At’ öyküsünde, dış görünüşü nedeniyle ‘At’ lakabı takılmış bir çocuk konu ediliyor. Gerçeküstücü, düşlemsel bir anlatıyla, at lakaplı çocuk, bir süre sonra ata dönüşüyor. Bu öyküde, Mukaddem’in diğer öykülerinde görülmeyen, başka bir tarz denediği görülüyor.
Ebu’l-Kâsım Hâlet (1914-1992) ise, ‘Kek Tarifi’ adlı öyküsünde, bir spor programıyla yemek tarifinin birbirine karışmasıyla güldürüyor.
Feridûn-i Tunkâbuni, Feridun Tevellûlî ve Cemâl Mîr Sâdıkî
Feridûn-i Tunkâbuni (d.1937), ‘Cahillikle Mücadele Makinesi’ adlı öyküsünde, adı belirtilmeyen bir ülkedeki cahillikle mücadele kampanyasını konu alır. Cop yerine dev kalemler taşınmaktadır. Süngüler artık kalemleri yontmaya yaramaktadır yalnızca. Cezalar da değişir; “artık şöyle şöyle yapmayacağım”ın çokça yinelenmesidir artık cezalar. Otobüslerde kitap okunur; okumayanlar adeta ikinci sınıf vatandaştır artık. Sonunda bir makine üretilir; cahillikle mücadele makinesi. Bu makineyle, aylar yıllar alacak sorun, bir dakikada çözülür. Çamaşır makinesine benzer seçenekleri de vardır: Bir program, ilkokul mezunu, diğeri üniversite mezunu vb. üretir. Öykü düşüncesi güzel olmakla birlikte, yazarın bunu yeterince işlediğini söylemek zor. Belki de sansür koşulları nedeniyle, belli bir noktada durmuş.
Feridun Tevellûlî’nin (1919-1985) ‘Levhi Mahfuz’ adlı öyküsü, basımevinde geçiyor. Kalıp paragrafların her duruma göre nasıl kullanıldığını gösterip güldürüyor.
Cemâl Mîr Sâdıkî’nin (d.1932) ‘Rüzgarın Uğultusu’ adlı öyküsünde, sokakta yürüyen bir ihtiyar, bir olaya müdahale ediyor ve iri yarı adamdan bu nedenle dayak yiyor. Fakat işin aslı muğlak bırakılmış. ‘Behiştrûyân Sokağı’ adlı öyküde, başkişi yine bir ihtiyar ve yine üçüncü tekil kişiden anlatım söz konusu. İhtiyar, bir sokağı aramaktadır; kapı kapı sorar. Damadını aramaktadır. Ama ne sokağı ne de damadını bilen çıkar. Mahalleli, adamcağıza sahip çıkar; damadını birlikte ararlar. Öykünün akıcı bir anlatımı var; kendini okutmayı başarıyor. ‘Irmak’ adlı öyküde, üniversite yıllarındaki sevgilisinin ölüm haberini alan beyaz yakalının hislerine tanık oluruz. Anılar canlanacaktır elbette. ‘Korku’ adlı öyküde ise, akvaryumdaki balıklar konu ediliyor.
Emîn Fakîrî, Ebu’l-Kâsım-ı Fakirî ve Abbas Hekim
Emîn Fakîrî’nin (d.1943) ‘Avcılar’ adlı öyküsünde konu, yağmur ve su taşkını. Öykü, hayalle gerçek arasında gidip geliyor.
Emîn Fakîrî’nin kardeşi olan Ebu’l-Kâsım-ı Fakirî’nin ‘Kış Gelince’ adlı öyküsü, bir öğretmenin gözünden ilkokulda geçiyor; babası ölmüş olan, ama kendisine “baban gezmeye gitti” denmiş olan öğrencisi Meryem’e uzanıyoruz.
Abbas Hekim’in (d.1930) ‘Peri Devden Korkuyor’ adlı öyküsü, çoğunlukla babayla oğulun periler ve devlerle ilgili konuşmalarından oluşuyor. Öyküde, çocukların beyin yakan yanıtlarına bolca örnek var. Ancak, hüzünlü bir son geliyor daha sonra. ‘Sonsuzluk Uyuyor’ adlı öykü, adından anlaşılacağı gibi, sonsuzluk üzerine. Öyküde, denemeye yakın bir öykü dili benimsenmiş. ‘Yazabilseydim’ adlı öyküde, öğretmenin bakışıyla kompozisyon dersine giriyoruz. Hekim’in ‘Bana Yabancı Gelmiyorsunuz’ adlı öyküsü, öğretmen ile velinin konuşmalarından oluşuyor. Veli, çalışmayan oğlunun sınıfta kalmaması için öğretmene adeta yalvarıyor. Bu öykü, aslında İran’da da Türkiye’de öğrenci psikolojisinin çok benzer olduğunu gösteriyor. Öğrenci, orada da, “çalışmadığım için kaldım” demiyor; “bıraktılar” diyor... ‘Cevizler’ adlı öyküde, amca-yeğen konuşması öne çıkıyor. Bu öyküde de çocukların beyin yakan yanıtlarına örnekler var. ‘Porselen Çerçeve’ adlı öyküde, oyuncaklarını hep kırıp döken bir çocuk konu ediliyor. ‘Amcam Derdi ki’ adlı öykü, ikili ilişkiler üstüne masalsı bir anlatı niteliğinde... ‘Oduncular’ adlı öyküde ise, çocuk olan başkişinin amcası odağa yerleştiriliyor; bir çocuğun gözünden taşınma konu ediliyor. Sürpriz bir bitiriş söz konusu...
Behçet Melik Keyânî, Mes’ud-i Kimyâger ve Feride Râzî
Behçet Melik Keyânî, ‘Beyaz Kuş’ adlı öyküsünde, haşhaş tarlasındaki beyaz bir kuşu konu ediyor. ‘Beyaz Nokta’ öyküsü, Tıp Fakültesi’nde anatomi dersinde, kadavra çevresinde geçiyor. Tıp öğrencisi olan başkişi, kadavrayı tanır, anılara gömülür. Üçüncü tekil kişiden anlatımın yeğlendiği ‘Taftan’ adlı öyküde, başkişi, bir dağ düşü taşıyan bir temizlikçi. ‘Tengel’ adlı öykü, verimli bir bahçenin satılmasının öyküsü. ‘Çivit Küpü’ öyküsü, yün boyama atölyesinde geçiyor; sonra bir cin-peri anlatısına evriliyor; yerel bir deyişe mizahlı bir gönderme yapıyor. Hayalle gerçek arasında gidip gelen ‘Dün ve Bugün’ adlı öyküsünde yazar, yabancı malların ülkeye girişine ve yerli malların geri planda kalışına ilişkin zayıf bir eleştiri sunuyor.
Mes’ud-i Kimyâger, ‘Ali Muhammed Han Kimle Dans Ediyordu?’ adlı öyküsünde, sonunda eline ev yaptıracak kadar para geçen Ali Muhammed Han’ı konu edinir. Fakat başı, rüşvetçi bir belediye memuruyla belaya girecektir. Ne kadar verse de yetmeyecektir...
Kadın yazar Feride Râzî, ‘Yaralı Kaz’ adlı öyküsünde, öykünün adından anlaşılacağı üzere, yaralı bir kazı konu ediyor. ‘Kedimi Öldürdüm’ adlı öyküde, başkişi, kedisini neden öldürdüğünü açıklıyor...
Mahmûd-i Keyânûş, Muhammed Rızâ Medîhî ve Golâhüseyn Nazarî
Mahmûd-i Keyânûş’un (d.1934) ‘Gül’ adlı öyküsü, öğretmenin gözüyle okulda geçiyor. Bir çocuk gelin öyküsü... Muhammed Rızâ Medîhî’nin ‘Bekleyiş’ adlı öyküsünde, başkişi bir çocuk. Golâhüseyn Nazarî’nin ‘Kalıp’ adlı öyküsünde başkişi, diş hekimi.
Cihangir Hidâyet, İtimadzade (Bihâzin) ve Mensûre Şerifzâde
Sadık Hidâyet’in yeğeni olan Cihangir Hidâyet, ‘İki Cebin Öyküsü’ adlı öyküsünde, ilgi çekici bir tarzla bir hırsızlık olayını anlatıyor.
‘Ve Durgun Akardı Don’, Goethe ve Shakespeare çevirileriyle tanınan İtimadzade’nin (Bihâzin) (1915-2016), ‘Nazar Boncuğu’ adlı öyküsü, çocuk isteyen ama hep düşük yapan Gülnar adlı bir kadınla kocasını konu alan masalsı, muğlak bir öykü. Öykünün suya sabuna dokunmaz niteliğinin tersine, yazar, İran’ın komünist partisi Tudeh’in ileri gelenlerindendi; bu nedenle uzun süre hapis yattı.
Kadın yazar Mensûre Şerifzâde’nin (d.1954) ‘Karyola’ adlı kısa öyküsü, bir kız odasında geçiyor. Silik bir öykü...
Huşeng Murâdî-i Kirmânî, Şâhrûh Kıvâmuddînî ve İrec Pizşkzâd
Huşeng Murâdî-i Kirmânî, ‘Şebder Reçeli’ adlı uzun öyküsünde 12 yaşındaki bir çocuğun (Celal’in) açamadığı bir reçel kavanozu üstünden bize toplumun bir panoramasını sunuyor. Mizah yönü de olan, akıcı, kendini okutmayı başaran bir öykü... Okuldan bakkala oradan karakola, reçel kavanozunu kimse açamaz. Açılabilecek midir? Kim açacaktır? Ve elbette hepsinden önce, neden açılmıyor? Öykü, işin içine üretici firmanın da girmesiyle, ilerleyen sayfalarda tüketici haklarını gündeme getiriyor. Keyifli bir anlatı... Önerilir...
Şâhrûh Kıvâmuddînî’nin ‘Musibet’ adlı öyküsünde, Kafka’nın böceğine benzer bir biçimde, başkişi Mâzlum’un vücudundaki tüm kıllar dökülmeye başlar; mizahi bir biçimde, kılların önemini fark ederiz böylece. Saçlar da dahil tüm kıllarla tüyler gittikten sonra tırnakları da doğal bir olaymış gibi düşmeye başlar. İnsan içine çıkamaz hale gelir. Ancak, bu, yarıda bırakılmış bir öykü izlenimi veriyor.
İrec Pizşkzâd’ın ‘Şuşu Can’ adlı öyküsünde, yetenekli olmadığı anlaşılan çocuklarının başarılarını abartan anne-babalar konu ediliyor.
Balrac Manra, Ali Eşref Dervişiyan ve Ali Aga Gaffar
Balrac Manra, ‘Kibrit Kutusu’ adlı öyküsünde, gecenin bir vakti uyanıp sigarasına ateş arayan bir adamı odağına alıyor. Kibrit arayışındaki kahramanımızın başına absürd olaylar gelecektir.
Ali Eşref Dervişiyan, ‘Jeneratör’ adlı öyküsünde, bir kasabaya elektrik gelmesini konu ediyor.
Ali Aga Gaffar’ın (d.1958) ‘Birinci’ adlı uzun öyküsünde, başkişi, koşu yarışmasında ödül almış bir çocuk. Bu güzel günde beklenmedik kötü bir olayla hayatı allak bullak olacaktır. Kendini okutan, sürükleyici, gerilim yüklü bir polisiye öyküsü.
Hûşeng-i Pîrnazar, Resûl-i Pervîzî ve Hasen-i Asgarî
Hûşeng-i Pîrnazar (1938-2000), ‘Bir Gerçek Öykü’ adlı öyküsünde, vadi gezginlerini konu ederek başlıyor ve kendi isteğiyle gittiği idam sehpasına uzanıyor. Öykünün iki bölümü, birbirinden kopuk gibi görünüyor.
Resûl-i Pervîzî’nin (1919-1977), ‘Gözlüğüm’ adlı öyküsü, göz bozukluğunun ve ilk kez gözlüklenmenin eğlenceli bir anlatımı...
Hasen-i Asgarî’nin ‘Yıldız’ adlı öyküsü, doruğa varmak isteyen dağ yolcularını konu alıyor.
Nâsır-ı Takvâyî ve Nâsır-ı Muezzin
Nâsır-ı Takvâyî’nin (d.1940) ‘İki Raund Arasında’ adlı öyküsü, bir meyhanede geçiyor; meyhane sohbetlerinden oluşuyor.
Son olarak, Nâsır-ı Muezzin’in ‘Babacan’ adlı öyküsünde, ağalığa karşı hukukla mücadele eden ‘Babacan’ adlı bir kişilik anlatılıyor.
Sonuç
Görüldüğü gibi, Türk yazını ile İran yazını arasında büyük benzerlikler var. Herşeyden önce, isimlerin ortak olması, okumayı ve anlamayı kolaylaştırıyor. İki ülkenin öykücülerinin de benzer izlekleri işlediği görülüyor. Öğrencilik ve/ya da öğretmenlik yılları, çocukluk anıları ve aile ilişkileri, iki grup için de önemli esin kaynakları olarak karşımıza çıkıyor. İki ülkeyi çeşitli siyasal engeller ayırsa da, anlaşılıyor ki, Türk ve İran yazınları birleştirici nitelikte... Devletler ayırır, sanat birleştirir... Ya da pasaportlar ayırır, kitaplar birleştirir...
Kaynakça
Çeşitli yazarlar (2000). İran Masalları (çev. Mehmet Kanar). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kanar, Mehmet (haz./çev.) (2013). Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi. İstanbul: YKY.
Kanar, Mehmet (1999). Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi. İstanbul: İletişim.
Zileli, Irmak (2009). İran’ın edebiyat cephesi. Radikal Kitap, 3 Temmuz 2009. www.radikal.com.tr/kitap/iranin-edebiyat-cephesi-943229/
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.