- 383 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Uzaklaşan Ütopya ve Distopyalaşan Dünya
Düş ülke ve kabus ülke... Bu ikili, felsefenin toplumsal ülkülere dair konuşmaya başlamasından çok önce çeşitli antik dinler tarafından Cennet ve Cehennem olarak kodlanmıştı. Sonraki dinlerde de çoğunlukla gelenek bozulmuyor. Düş ülke ve kabus ülke kurgulamanın ana hatlarıyla 2 yolu olduğunu söyleyebiliriz: Varolan düzendeki güzellikleri ve kötülükleri aşırılaştırmak ya da bunları sıfırlamak... Mutluluğu dişleyenler savaş mı, enflasyon mu, işsizlik mi... Bunların olmadığı bir düzenle düş ülkeye, bunların daha fazla olduğu bir düzenle ise kabus ülkeye yelken açabiliriz... Distopyalar genellikle, uyarı niteliği taşırlar: “Böyle giderse durum daha fena olacak” derler. Örneğin, “bu gidişle nükleer savaş çıkacak ve insan ırkı yok olacak.” Bu uyarı biçimselliği, okuru sayfalara, izleyiciyi ise ekranlara kilitlemekte başarılıdır; ancak siyasal hareketlere yön verip karar verici konumdaki siyasetçilere etki ettiği görülmemiştir. Dolayısıyla, uyarırlar evet ama doğru kişileri/kesimleri uyarmamaktadırlar.
Kimi distopyalar tek bir öykü düşüncesinin olacağına vardırılması gibi basit bir formüle dayanmaktadır: “Ya birgün hemen hemen herkes kör olursa?” “Ya birgün bir virüs hemen hemen herkesi öldürürse?” “Ya dünyayı maymunlar/uzaylılar/dinozorlar (buraya başka bir varlık da rahatlıkla konulabilir; sözgelimi, yeraltı sürüngenleri) ele geçirirse?” Çoğunluğu bu türde olan distopyalar, varolan düzendeki ana çelişkilere dayanmamakta; onun yerine ikincil çelişkilerle sınıfsal ve kesimsel olarak bölünük olmayan genel bir izleyici kitlesini hedeflemektedir. Değil mi ki dünyayı insan olmayan birilerinin ele geçirmesi, yoksul olsun zengin olsun, Asyalı olsun Avrupalı olsun her tür izleyiciyi tek bir ortak düşman ekseninde birbirine kenetleyecektir... Sosyal psikolojide grup tutkalı olarak ortak düşmanın işe koşulması, birçok distopyaya izlenme/okunma rekorları kırdırır böylece ve milliyetçi partilere nice seçim zaferi.
Aslında distopyanın uyarmanın ve korku uyandırmanın tam tersine rahatlatma etkisi de olabilmektedir. “Şuanki durum yine de o kadar kötü değilmiş” dedirterek varolan düzeni aklayabilmektedir. Öte yandan, bir kabus ülke anlatısı, zamanımızdan ne kadar uzak olursa, uyarı, korku ve rahatlatma gibi etkileri o kadar az olmaktadır. Uzayda geçen bir anlatıyla bugün yaşananları ilişkilendirmekte zorlanırız. Ama ‘Persepolis’ gibi bir filmin Türkiye uyarlamasının duygusal ve düşünsel etkileri daha yoğun olacaktır.
Roman okuru daha kolay ilişki kurabilir; çünkü daha eğitimli bir kesimdir. Film izleyicisi ise her kesimden, türdeş olmayan bir kitleye karşılık gelir. Onun için sinema yorumcuları ne kadar bir filmin bugüne dair mesajlar taşıdığını söylese de o mesajlar çoğunluk tarafından alınmaz. Kabus ülke anlatısı bu açıdan yalnızca bir anlatı olarak alımlanır ve onun böyle bir geleceği durdurmak ya da bugünden hoşnut olmak gibi eyleyici çağrıları görünmezleşir. ‘Yaşıyorlar’ (‘They Live’) filminde olduğu gibi, dünyayı yönetenlerin insan görünümlü uzaylılar olduğunun başkişi tarafından sonradan keşfedildiği bir anlatı bile, isyancı simgesel niteliğinden soyularak genel izleyici gözünde masallardan bir masal olarak alımlanır.
Düş ülke, kabus ülkeye göre sanatlarda çok daha az yer almıştır. İnsanlar neyi istemediklerini az çok bilirler; ama neyi istedikleri noktası çok daha zordur. Kimi dinlerin vaat ettiği gibi sınırsız seks mi? Ama o zaman bu da hayatın doğal bir parçası olup haz verici olmaktan çıkıyor. Savaşların olmadığı bir dünya mı? Savaşların olmadığı bir dünyada bile, savaş isteyenler ve istemeyenler diye gruplaşmalar olması olası... Issız bir ada mı olsun? Aynı zamanda, herşeye erişilemeyen bir mahrumiyet adasına dönüşebiliyor. Yoksa Robinson Cruseo diye bir hikayeye de gerek kalmazdı... Palmiyelerin gölgelediği yemyeşil ya da masmavi bir okyanus kıyısı mı? Ama tsunami diye bir canavar var kıyıları hiç haber vermeden döven... En iyi düş ülkesinde bile bir ‘ama’ çıkıyor. Bizim yapmamız gereken işleri başkaları yapınca (“oh ne güzel” desek de ilk başta) zeka gerilemesine uğruyoruz biz insanlar ve ‘Zaman Makinesi’ adlı ünlü filmde/kitapta Morlock’lar adlı canavarlaşmış insanlara 5 zeka yaşını aşmayan minyonlar olarak yem oluyoruz. Çok az kişinin bildiği bir ada keşfediyoruz ve orada yaşayıp gidiyoruz ama gel zaman git zaman başımıza ölümler yağıyor Kumsal (the Beach) romanında/filminde olduğu gibi... Ya da iyilik timsali uzaylıların getirdiği barışın hiç de sahici olmadığını, asıl niyetlerinin bozuk olduğunu öğreniyoruz, ‘Çocukluğun Sonu’ romanında/filminde olduğu gibi. Ütopyalar distopyalaşıyor ve bizi o rahatlama etkisine geri götürüyor: “Otur oturduğun yerde, her güzelliğin bir bedeli var. Senin hayatın çok da fena sayılmaz.” Buradan da görüldüğü gibi, ütopyaların basım/ekran değeri, distopyalara göre çok daha az. Ütopyalar öyle bir sunuluyor ki, mutlu olduğumuz için adeta cezalandırılıyoruz. Ütopya için örnek olarak en sık verilenlerden biri olan ‘Şirinler’ çizgi filmi ve filminde de Gargamel var; kötülükten kurtuluş yok.
Distopyalarda insanlardan ne beklenir peki? Çoğunlukla itaat ama herkes için değil... Sınıflı, parçalı distopyalarda üstün olanlar itaat beklerler; altta olanlar ise itaat ederler. ‘Truman Şov’ gibi birçok distopyada gözetleniriz. Gözetlendiğimizin bilincinde olan ‘makbul vatandaş’ olarak davranmamız gerekmektedir. Gözetleme toplumu tartışmaları bağlamında aslında o distopyayı yaşıyoruzdur; ama bunu genel izleyiciye anlatabilmek zordur; onlar bunu bugünün değil yarının öyküsü olarak değerlendirmeyi yeğlemektedirler. Bu gözetlenme hali, kimi durumlarda edilgenlikten etkenliğe de geçer; ama bu neredeyse ‘masanın öbür tarafına geçiş’ hali, distopyayı ütopyaya dönüştürmeye yetmez. ‘Oyuncu’ (‘Gamer’, 2009) adlı filmde zihni kontrol altında olup üstüne bahis oynanan dijital oyunculara dönüşürüz en fazla.
Kimi distopyaların Sovyetlere karşı desteklendiği biliniyor. Bu tür distopyalar faşizm ve sosyalizmi eşitlerken, kapitalizmi aklıyor. İşte distopyaların fazlasıyla gerçekçi olabileceğine dair bir başka örnek. Şeyh Bedreddin’in “cennet de bu dünyada cehennem de” sözünü düşünürsek, ütopya için de distopya için de çok uzağa gitmeye gerek kalmamış olur. Toplumsal adaletsizliklerin norm ve normal olduğu toplumlarda ütopya ve distopya aynı anda yaşanıyor. Tek başına iktidar olanlar, servetine servet katıp bir nevi kendi imparatorluklarını kuranlar 20-30 yıl önce hayal ettikleri kendi ütopyalarını yaşıyorlar şimdi; gerisi ise distopyalarını... Aldous Huxley’in “Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir” sözünü de anımsayalım. Aslına bakılırsa, bu dünya, kimilerinin cenneti, kimilerinin cehennemidir...
Birçok distopyada yurttaşlar, distopyada yaşadıklarının farkında değillerdir; tersine kendilerini ütopyada sanmaktadırlar. En iyi, en güzel yaşamı yaşamaktadırlar. Onları uyandırmak da ikna etmek de zor olmaktadır; tıpkı gerçek yaşamdaki gibi. Demek ki, ütopyasını yaşayanlar, yaşadıkları distopyayı ütopya sananlar ve yaşadıkları distopyanın distopya olduğunun farkında olanlar gibi üçlü bir ayrım yapmak olanaklı. Çeşitli distopik anlatılarda, ütopyasını yaşayanlar kötü kişiliklerdir; ikinci ve üçüncü grubun birşeyler yapması gerekmektedir. Mutlu sonla biten distopyalarda sonrasında neler olduğunu çoğunlukla bilmeyiz. Diğer bir deyişle distopya, ütopyaya evrilmemektedir. Barış ve ateşkes ilişkisi gibi, distopya, sonunda distopyasızlığa yönelmektedir. Zalim hükümdar yenilir; mazlumlar iktidarı alır. Peki böyle sürer mi, bilmeyiz. ‘Açlık Oyunları’ kitabının/filminin sonunda mazlumların zalimleşmesi anlatısıyla karşılaşırız. Aklımıza Filistin-İsrail çatışması gelir hemen. ‘Vaat edilmiş topraklar’, soyukırılan Yahudilerin ütopyasıydı; ancak Araplar için distopyayı getirdi.
Şehirlerin distopyası daha yüksek, daha çirkin, daha az yeşil silüetler ve yollarda bırakan trafik. İstanbul başta olmak üzere birçok şehir, distopyaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor. Ütopya olarak sayılabilecek yerler sayıca azalıyor. Zaten bir yer ütopya olarak kalmışsa, distopyacılar hemen haber alıyor, oraları da şehirler gibi distopikleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Geriye “buralar bağdı bahçeydi” demek kalıyor.
Genellikle ütopya ve distopya örnekleri olarak yabancı kitaplar ve filmler anılıyor; ancak Türkiye de ütopik ve distopik anlatılar oluşturmak için oldukça zengin hammaddelere sahip. Suriye’yle, Rusya’yla, Irak’la, İran’la (liste uzayıp gidiyor) savaş olasılığından çıkabilecek bol bol öykü ve roman var. Büyük ölçekli bir iç savaşta/savaşta Suriyeli sığınmacılar gibi Türkiye’den kaçmaya çalışan Türkiyelilerin hikayesi okunur, izlenir, düşündürür. Ama ya ütopya? Hep tersten tanımlıyoruz onu, yukarıda belirtildiği gibi. Zorluk olmasın, yokluk olmasın, çatışma olmasın ... ‘Olmasınlar’dan ‘olsun’ları çıkarmak çok zor. Fakat bildiğimiz birşey var en azından: Her gün daha fazla distopyaya doğru yol alıyoruz ve ütopyalar daha fazla gerçekdışı gelmeye başlıyor herkese...
YORUMLAR
Sayın hocam,
Çok yüksek akademik ünvanla birlikte, yüksek bilgi ve zihin seviyenizi burada görmek, en azından kendim için bir şeyler öğrenme adına mutluluk verici.
Aynı zamanda kaygı...
Az inşaatta da çalıştım, çok iyi kalıpçılar vardı. Binayı, benim diyen mühendisten daha iyi üretirdi. Ama şunu da bilirdi ki, uydurulmuş teknik bir terim karşısında yenilirdi. inandıklarında da, bildiklerinde de diretemezdi.
Çünkü savunma gücü içi doldurulmuş kavramlar ve terimlerle elinden alınmıştı.
Zihin olarak çırılçıplaktı.
Yazı ve şiirlerinizin genel düşünce ekseninde sormak, merak gidermek, ikna olmak istediğim sorularım var. İzniniz olursa zamanla sormak isterim.
Ben köylüyüm, zihin olarak, beyin olarak , beden olarak, yaşantı olarak köylüyüm.
Bu yüzden toprağı ve üzerindekilerini iyi bilirim.
Karıncayı bilirim, kuşu bilirim, börtü böcekten tutun da yılanı, çiyanı akrebi bilirim, katırı bilirim, atı bilirim.
Çer çöpten tutun da sap samanı bilirim. Elmayı bilirim, cevizi bilirim.
Yani doğayı bilirim...bilirimden kastım onlarla uyumlu birlikteliğinden bilirim.
Ne ütopyası var ne de distopyası...düz yaşarlar. Söyledikleri ezgiler bile bir işe yarayan, devam etme amaçlı ezgiler.
Çoğu kez taklit ettim insan aklımla...komik ve saçma buldular.
Orijinallik dışında yani kendin olmadan olmaz, dediler.
"Nature" deyim de az bir şey biliyor zannedin, sevineyim.
Akıl insan için en büyük faşizmdir, bunu anladım.
Sonra bir daha anladım ki, bi kafa dolusu kitap okumaktansa doğada ne olduğumu okumak, bilmek, yaşamak çok daha güzel, anlamlı ve gerçekçi.
Bireylerde yükselen akıl birleşiyor, bir başkası için ezici güç haline dönüşüyor.
Sonra;
Egemen kapitalizmin parlak ülkeleri, kendi gibilere sınırlarını kaldırırken, emperyalizmin en güçlü silahı olan modernizm ile kendi dışındaki ülkelere sert, sevimli arası açıyla saldırarak, kendi istediği gibi olmayı bile suç gördüler kusur gördüler. Yaşadığımız dünya, yaşadığımız "an"a en azından Rönesans tan beri böyle geldi.
Bu ülkelerden yani sömürülen ülkeler, bölgelerden çıkan bilgiyi kolay işleyenleri , yani sömürdükleri ülkelerden istedikleri yönde yetişme ve hizmet etmelerini sağlamak için eleyip çekip çıkardıklarını kendilerine yaklaştırarak, onlara yüksek zihinsel potansiyellerine inandırarak, bunları örgütsel yapının bir parçası durumuna getirerek, kendilerinden gibi bir şey olma fırsatını sunarak, parlak zeka parlak imkanlar... böylelikle geldikleri yere karşı hale getirilerek, misyonize ederek.
Kullanılabilir bir silah haline gelmeleri ve geldikleri yere karşı kullanılmaları, emperyal zeka için hiçte zor değildir. Yani bir kurtuluş olabilecek aklı, kendi toplumu için faşizm haline dönüştürürler.
Toplumun kurtuluş tohumlarını ekmesine asla izin vermezler.
Samimiyetle;
Ben de istiyorum sınırlar kalksın, kimlikler kalksın hatta bir tür milliyetçilik olan kendi dilini öne çıkarma dahi kalksın...kötülük yok olsun.
Ama bunu yapacak olan güç, buna yol açan güçle aynı güç.
Yani sembolize edersek şeytan şeytanla savaşır mı? Kendiyle savaşır mı? Kendisini yok eder mi?
Bunun karşılığı "hayır" ise;
O zaman ben kendimde, yerimde, insanımda, kültürümde hatta alt kültürümde mutluyum.
Öyle olmalıyım...
Ya da en azından kendi doğama dönmeliyim. Orada ne ütopyam var ne de distopyam.
UlaşBaşarGezgin
Kapsamlı yorumunuz için teşekkür ederim.
Doğaya dönmek her zaman iyidir. Doğa öğreticidir.
Vietnam'da çalıştığım dönemde bahçeli bir evde kalıyordum, her gün bahçe işiyle uğraşıyordum. O nedenle, doğanın rahatlatıcılığını çok iyi biliyorum ve onu özlüyorum.
Mutluluklar dilerim,