- 331 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Fahriye
Şehirler arası yolcu taşıyan bir otobüsün yirmi iki numaralı koltuğundayım. Yolculuğuma Sezen Aksu’nun şarkıları ve Oğuz Atay’ın tehlikeli oyunlar kitabı eşlik ediyor. Yer yer kitaba ara verip Sezen Aksu’nun Muazzam sesine kendimin bile duyamayacağı bir sesle eşlik ediyorum. Çok geçmiyor kitaba dönüyorum sonra. Karakterlerle, Emekli Albay Hüsamettin Tambay, Hikmet, Bilge, Sevgi, hepsiyle birbir konuşuyorum. Etkilendiğim yerlerin altını çiziyorum. Böyle giderse kitapta altını çizmediğim tek cümle kalmayacak. Oğuz Atay günlüğünde "Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız." diyor, fakat bana ne yaptığının kendisi bile farkında değil. Albayım orada mısınız? Buradayım oğlum Hikmet. Hikmet değil albayım ben sesleniyorum size. Sen kimsin evladım? Henüz başlamamış bir hikayenin baş karakteriyim. Ama ille de benden bir isim vermemi istiyorsanız Deniz deyin bana albayım. Denizi çok severim ben. Eski sevgilimi hatırlatır bana. Onunda gözleri deniz gibiydi, masmaviydi albayım. Her baktığımda sonsuz bir huzura sürüklerdi beni. Muavinin anons vermesiyle albayla olan konusmamız yarıda kesiliyor. "Sayın yolcularımız otobüsümüz Sinop terminaline gelmiş bulunmaktadır. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür eder, iyi günler dileriz."
Sadece filmlerde değil terminallerde de çarpışabilir iki insan. Kitaplar yere düşebilir. Hatta kahramanlar kitapları almak için eğilip göz göze gelebilirler. Tabi bizimki böyle olmadı. Çarpıştık ama kitaplar elimden düşmedi. Uzun uzun ağır çekimde göz göze de gelmedik. Zaten filmlerde düşen kitaplar erkeğin değil kızın elinde olur. Çarpışmamızın tek talihsizliği buydu. Hemen özür diledim. Karşılık olarak masmavi gözleriyle gözlerimin içine bakıp tebessüm etti. Bakın albayım masmavi diyorum. Orada mısınız? Albayım... Ses yok...
Neden adını soracak bir fırsat bulamazsın diye kendime kızıyorum bir süre. Aslında bunun için çok geç kalmış da sayılmam. Çarpıştığımız yerin on metre ilerisinde birlikte bekliyoruz. Sanki otobüs yolculuğunu beraber yapmışız gibi hissettiriyor bu bekleyiş bana. Çok geçmiyor bizi şehir merkezine götürecek olan servis aracı geliyor. En son biz biniyoruz. Yalnızca iki kişilik yer boş. Hem de yan yana. Bugün çok şanslıyım albayım. Albaydan hâlâ bir ses yok. Cam kenarına mavi gözlü kız oturuyor. Hemen yanındaki koltuğada ben oturuyorum. Bir süre konuşmuyoruz. Konuşmayı ilk başlatan o oluyor. Oğuz Atay mı okuyorsun? Sadece okusam iyi aynı zamanda can verdiği karakterlerle konuşuyorum da. Küçük bir tebessümün ardından kaldığımız yerden susmaya devam ediyoruz. Biz susarken servis aracı şehir merkezinden içeri giriyor. En son durakta iniyoruz ikimizde. Caddenin tam ortasında durup mavi gözlü kızın gidişini izliyorum. Silikleşen görüntüsü bir müddet sonra tamamen kayboluyor.
Sahil kenarında her yıl düzenli olarak gidip kaldığım pansiyonun iki yüz bir numaralı odasında kitabın kapağını açar açmaz Emekli Albay Hüsamettin Tambay karşılıyor beni. Gel evladım, biz de Hikmet ağabeyinle yazacağımız oyun hakkında konuşuyorduk. Nasıl bir oyun bu albayım? Tehlikeli Oyunlar diye söze giriyor Hikmet ağabey, bu oyunda bana yer olmadığınıda peşinen söylüyor. Yüzüm düşüyor bir anda. Evladım diyor Hüsamettin Albay, sana yazılan oyun çok başka. Neymiş bana yazdığınız oyun sayın albayım? Deniz Bey oğlum mavi gözlü kız bir tesadüf değildi. Buraya bir ziyaret için geldi. Sen ona rehber olacaksın ve bu ziyareti birlikte tamamlayacaksınız. Unutma bu oyunun kaderi senin elinde. Albayım onu bir daha görür müyüm bilmiyorum. Bize öyle geliyor ki senin hikayen Sinop terminalinde mavi gözlü kızla çarpıştığın o dakika başladı. Umarım albayım. Umarım...
O gece albayın söylediklerini düşünerek uyudum. Kitap karakterleriyle konuşmam, bana oyun yazmaları, bunun yanı sıra mavi gözlü kızı bir daha görebilme ihtimalim gerçekten mümkün olabilir miydi? Yoksa ben mi uyduruyordum bütün bu deli saçmalarını bilmiyorum. Belki de kitabın kapağını açtığımda albayın sesini duymayacaktım. Fakat durum böyle olmadı. Albay karşışında beni görür görmez başladı çıkışmaya. Senin burada ne işin var Deniz Bey evladım? Rahatsız ettim galiba sayın albayım. Albay Hüsamettin elindeki yazılı metni göstererek senin şuanda Sinop iskelesinde olman gerekiyordu dedi. Koş evladım koş, yoksa bütün oyunu mahvedeceksin.
İskeleye vardığımda mavi gözlü kız elindeki kitaba sımsıkı sarılmış bir şekilde oturuyordu. Sesime çıkmasını istediğim tonu verip merhaba dedim. Şaşkınca gözlerimin içine bakıp merhaba diye yanıtladı. İzin isteyip yanına oturdum. Ahmet Muhip Dranas okuyorsunuz demek. Evet, bilir misiniz? Fahriye abla ve Olvido şiirini kim bilmez ki dedim. O anda dudaklarımdan Olvido’nun bir kaç dizesi döküldü.
Hoyrattır bu akşam üstleri daima/ Gün saltanatıyla gittimi bir defa/ Yalnızlığımızla doldurup her yeri/ Bir renk çıglığı içinde bahçemizden/ Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan/ Lavanta çiçeği kokan kederleri;/ Hoyrattır bu akşam üstleri daima./
Şiirin ardından tanışma faslı başladı. Adımın Deniz olduğunu ve denizi çok sevdiğimi söyledim ona. Elini uzattı, Fahriye dedi. Adınızla özdesmiş bir şairi seviyorsunuz ne güzel.
Gerçek adım bu değil.
Gerçek adınız ne peki diye sordum. Bunun ne önemi var ki diye yanıtladı, ben kendimi Fahriye gibi hissediyorum, asıl önemli olan bu.
Fahriye ile birbirimizi sanki yıllardır tanıyormuşuz gibi koyu bir sohbetin tam ortasında bulduk. Kitaplardan, şiirlerden, şarkılardan konuştuk. Uzun uzun kendini anlattı bana. Pür dikkat dinleyip onu, kısa kısa kendimi anlattım ben de. Mesela Fahriye’nin bu hayatta en çok sevdiği şeyin hayal kurmak olduğunu çok iyi biliyorum artık. Hayaller aracılığı ile bir çok ülke gezmiş Fahriye. Bunların arasından ise en çok Prag’ı sevmiş. Bana Prag’tan bahsederken gözlerinin içi gülüyor. Charles Bridge köprüsünün güzelliğinden, Vltava nehrinin ruhunda bıraktığı hoşnutluktan ve astronomik saatin ilginçliğinden söz ediyor. Fahriye bunları anlatırken omzuna bir kelebek konuyor. Kelebeği avuçlarının içine alıp bir süre izledikten sonra uçması için havaya fırlatıyor. Biliyor musun diyor, ben bir koleksiyoncuyum. Ölü kelebekler biriktiriyorum. Sonra onlar için hayaller kurup ömürlerini uzatıyorum. Doğrusu ilginç bir insan bu Fahriye. Konuşurken ona hayran olmamak elde değil.
Fahriye saatine bakana kadar sohbetin güzelliğinden olsa gerek ikimizde zamanın nasıl bu denli hızla geçip, gece yarısına dayandığını anlamıyoruz. İskeleden kalktığımızda büyük bir ümitle Fahriye’nin gözlerinin içine bakıp seni bir daha ne zaman görebilirim diye soruyorum. Yarın bu şehirde son günüm diye yanıtlıyor. Bu kadar mı erken gidiyorsun Fahriye? Aslında buraya bir ziyaret için gelmiştim, yarın onu gerçekleştirip ilk otobüsle Trabzon’a döneceğim. Ziyaret sözcüğünü duyar duymaz Albay Hüsamettin’in sesi çınlıyor kulaklarımda. "Deniz Bey evladım mavi gözlü kız bir tesadüf değildi. Sen ona rehber olacaksın ve bu ziyareti birlikte tamamlayacaksınız." Albayın bu sözlerinden cesaret alarak "Fahriye eğer sen de istersen, bu ziyareti birlikte yapabiliriz?" diyorum. Fahriye olur diye yanıtlıyor ve ardından ekliyor; "Yarın sabah saat dokuzda Diyojen heykelinin önünde ol."
Fahriye ile ayrılır ayrılmaz pansiyondaki odama çıktım. Olanları bir an önce anlatmalıyım albaya. Gerçi albay yaşananların hepsini biliyordur. Neticesinde bu oyunun yazarı o ve ben sadece onun uydurduğu bir karakterim. Olsun ben yine de anlatmalıyım albaya, bir de benim ağzımdan dinlesin. Yatağıma uzanıp kitabın kapağını açtım. Büyük bir masa kurulmuştu. Herkes masadaydı. Hikmet ağabey, Hikmet ağabeyin arkadaşları, Albay Hüsamettin, Sevgi, Bilge, Dul komşu Nurhayat Hanım, Nurhayat Hanımın oğulları, mahallenin bakkalı, bakkalın çırağı, daha adını sayamadığım bir sürü insan. Hep birlikte yemekler yendi, içkiler içildi. Sohbet başını almış gidiyordu, ta ki Hikmet ağabey gerilene kadar. Ortam buz gibi oldu birden. Bu gerginlik anında hiç sırası olmamasına rağmen Albayım dedim; bugün mavi gözlü kızla birlikteydim. Adı Fahriye. Hissettiği ad yani. Neyse oraya pek girmeyeyim, biraz karışık mevzu. Albayım sizin dediğiniz gibi oldu, Fahriye buraya bir ziyaret için gelmiş. Yarın o ziyareti birlikte yapacağız. Peki albayım sonra ne olacak. Fahriye ile Ben yani, Fahriye ile Deniz, Deniz ile Fahriye. Yazdığınız metinlerde neyi uygun gördünüz bize albayım? Şimdi ne yapmam gerek, bir şeyler söyleyin lütfen. Yine aynı şeyi yapıyorsunuz işte, susuyorsunuz albayım. Susmayın bir şeyler söyleyin. Söylemeyecek misiniz albayım? Söylemeyeceğim evladım. Peki albayım söylemeyin. Ben de bir sürü hata yaparım yine, her şeyi alt üst ederim. Yok evladım öyle değil. Nasıl peki albayım? Deniz Bey oğlum sana yazdığımız oyun buraya kadar, bundan sonrası Fahriye ile senin elinde. Bir şeyler söyler belki diye Hikmet ağabeyin gözlerinin içine bakıyorum. Gerginliği hâlâ geçmemiş gibi görünüyor. Sevgi’ye bakıyorum hemen. Sevgi ise bir şey söylemeyeceğim der gibi bakıyor bana. Peki sen, sen de mi bir şey demeyeceksin Bilge? Demeyeceğim Deniz diyor, albayı duydun. Albay Hüsamettin büyük bir zaferden çıkmışcasına yüzüne oturturduğu asker ciddiyetiyle konuşmasına devam ediyor; Deniz Bey evladım maalesef senin hikayen için yapacaklarımız bunlarla sınırlı, daha fazla zorlama istersen. Hem bizim burada işler iyice karıştı. Yapmayın albayım alt tarafı sıradan birer roman karakterlerisiniz. Ayrıntıları atlama evlat. Evet roman karakteriyiz fakat asla sıradan değiliz. Unuttun galiba bizler Oğuz Atay’ın kaleminden çıktık, nasıl sıradan olabiliriz ki. Haklısınız albayım. Peki bana sizin şu karışan işlerden bahseder misiniz? Hatırlarsan Hikmet ağabeyinle bir oyun üzerine çalışıyorduk. Hatırlıyorum albayım, tehlikeli oyunlar. İşte o oyun iyice tehlikeli olmaya başladı, bu yüzden herkes kendi hikayesine evladım. Albay Hüsamettin ile son konuşmamız bu oldu. O günden sonra çok kez kitabın kapağını açtım, çok kez seslendim ona. Biliyorum her seferinde duydu beni lakin hiçbirinde cevap vermedi. Bu onların hikayesiydi. Tehlikeli bir oyundu ve Hikmet ağabeyin de dediği gibi bu oyunda bana yer yoktu.
Albayımın hikayesini bırakıp kendi hikayeme döndüm. Diyojen heykelinin önüne geldiğimde saat tam dokuzdu. Fahriye ise daha önceden gelmiş beni bekliyordu. Önce selamlaştık, sonrasında vakit kaybetmeden yolun karşışına geçip Erfelek dolmuşlarına bindik. Söylemeyecek misin nereye gittiğimizi Fahriye? Acele etme diye yanıtladı; hele bi yola koyulalım, hepsini konuşacağız. Dolmuş ağır ağır hareket etmeye başladı. Radyoda aldırma gönül türküsü çalıyordu. Türkü biter bitmez Fahriye lafa girdi;
Ahmet Muhip Dranas’ı ziyarete gidiyoruz.
Şairin mezarı buradamıymış ki Fahriye?
Mezarına değil, bizzat evine gidiyoruz Deniz.
Hiç bitmeyecekmiş gibi uzadıkça uzayan yollar bitmiş Erfelek ilçesine ulaşmıştık. İlçede pazar kuruluydu. Pazarcılardan birine Karaoğlu köyüne nasıl gidebiliriz diye sordum. Parmağıyla ileriyi göstererek, işte şuradaki araba oraya gidiyor dedi. Arabanın yanına gittiğimizde hareket etmek üzereydi. Merhaba, biz Karaoğlu köyüne gidecektik. Kime geldigimizi merak eden bakışlarla bizi süzdükten sonra atmışlı yaşlarda bir amca şöförün yanindaki koltuğu işaret etti. Arabayı gençten biri kullanıyordu. Geri kalan herkes yaşlı insanlardı. Kime gelmiştiniz evladım? Arka koltuktan gelen sevecen bir ses tonuydu bu. Şair Ahmet Muhip Dranas’ı ziyaret edeceğiz teyzeceğim diye yanıtladı Fahriye. Bir zamanlar köylerinde böyle bir şairin yaşamış olduğunun gururu okunuyordu hepsinin yüzünde. Memleket neresi çocuklar? Yurdumun güzel insanının en güzide sorusudur bu. Samsun dedim, Fahriye de Trabzon diye ekleme yaptı. Ardından sıcak bir sohbetin içinde bulduk kendimizi. Araba köy yolundan içeri girmişti. Fahriye’ye baktım, heyecanı gözlerinden okunuyordu. Arabayı kullanan genç kimin evinin önüne gelirse, önden inip pazar çantalarını ve erzak çuvallarını sırtına yüklediği gibi kapının önüne kadar taşıyordu. Kimi evler yolun epey yukarısında yahut aşağısındaydı. Herkes inmiş bir tek biz kalmıştık arabanın içerisinde. En az Fahriye kadar sabırsızdım. Kardeşim daha çok gidecek miyiz? On dakikaya oradayız ağabey diye yanıtladı. Şairin evinin hakkında peş peşe sorular sormaya başladım. Çok ziyaretcisi oluyor mu, evin içine girebiliyor muyuz, şairin yakınları hâlâ orada mı yaşıyor gibisinden. Pek ziyaretcisi olmaz diye cevap verdi. Eve belediyenin sahip çıkmadığından, her geçen gün biraz daha harabeye döndügünden bahsetti. Çocukları falanda mı sahip çıkmıyor? Duyduğuma göre çocukları yokmuş. Eşi ilgileniyormuş, o da vefat edince ne gelen olmuş, ne giden. Köyümüz için aslında çok değerli bir şey fakat gel gör ki ne belediye, ne vali kimse sahip çıkmıyor. Yanlış bir soru olduğunu bilmeden şairin en çok hangi şiirini seversin diye sordum.Yüzü mahçup bir hâl aldı. Şiirlerini bilmiyorum dedi. Yanlışımı telafi etmek için, şair köyünüzde yaşıyor diye bilmek zorunda değilsin kardeşim, neticesinde şiir sevmiyor da olabilirsin dedim. Yok ağabey yok diye yanıtladı; okuyup, bilmek lazım. Tam lafı değiştirmeye yelteniyordum ki karşımızda şairin evi duruyordu. Fahriye ile ben arabadan inerken, şöför genç, parmağıyla bir yeri gösterip, şurası bizim ev dedi. Karnınız acıkır, bir şeye ihtiyacınız olur, Mehmet diye seslenin, ben hemen gelirim ağabey. Teşekkür ederim Mehmet dedim; hep böyle iyi kal sen.
Fahriye’nin evi gördüğü anda yüzünde açan çiçekleri burada size anlatabilmem için Türk Dil Kurumu yetersiz kalır. O sevinçle boynuma nasıl sarıldığını görmeliydiniz. Tabiki çok fazla sürmedi bu sarılış. Çünkü çekilecek bir sürü fotoğraf vardı. Fahriye çantasından çıkarttığı fotoğraf makinasıyla şairin evini, evin yanından geçen yolu, yoldaki çakıl taşlarını, etraftaki ağaçları, papatyaları, dikenleri, daha doğrusu hiçbir ayrıntıyı atlamadan gördüğü her şeyi tek tek çekti. Evin giriş kapısına geldiğimizde Fahriye’nin güm güm diye atan kalbinin sesini duyuyordum. Yüzünde açan çiçekler hâlâ kaybolmamıştı. Kapı hafifçe itmemle açıldı. Buyrun Fahriye Hanım dedim; neticesinde bu gerçekleşen hayal sizin ve bu hayale ilk adımı atmak elbette sizin hakkınız. Fahriye’nin peşi sıra içeri girdim ben de. Evin bir harabeden farkı yoktu. Camların bazıları kırılmış, şairden kalma bir kaç eşya fareler tarafından kemirilmiş, tahta döşemeler çürümüştü. Aşağı göçmemek için adımlarımızı temkinli ve kontrollü atıyorduk. Elimi Fahriye’ye uzatıp bastığım yerlere basmasını söyledim. Elleri sıcacıktı. Şairin çürümeye yüz tutmuş evi cennetten bir köşe olmuştu o an. Ara ara Fahriye elimi bırakıp boynunda asılı duran fotoğraf makinasını iki eliyle kavrayıp etrafın fotoğrafını çekiyordu. Ben ise elimi her bıraktığında "acaba yeniden tutacak mı" sorusuyla cebelleşiyordum. Çok geçmiyor Fahriye yeniden tutuyordu ellerimi. İçimden geçenleri okuyor gibiydi sanki. Yüzündeki muzip gülüş hem beni hem de onu apaçık bir şekilde ele veriyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. Fahriye ile acaba bu hikayenin neresindeydik? Başında, sonunda, ortasında, söylesenize sayın albayım neresindeyiz biz bu hikayenin? Amma nazlı adam çıktı bu Hüsamettin Albay, hâlâ bir cevap yok. Ama eminim buralarda bir yerde, kitabın bir köşesinden kafasını çıkarmış olanları izliyor ve kendi kendine ben demiştim diye gururlanıyordur. Hayır albayım siz hiçbir şey demediniz. Sadece sustunuz. Tamam inkar etmiyorum aynı zamanda yazdınız da. Kelimelerin gücünü gösterdiniz bana, hepsini kabul ediyorum. Siz de benim varlığımı kabul edin lütfen. Mesela biraz sonra Fahriye’yi öpeceğim, elinizdeki metinlere bu cümlelerimi de ekleyin. Ya da eklemeyin boşverin. Daha Fahriye ile sevgili bile değiliz. Henüz buna kullandığım telefonun operatörü bile hazır değil.
Sadece filmlerde değil ziyaret için geldiğiniz bir şairin evinde de yanınızdaki kadının ayağı burkulabilir ve siz o burkulan ayağı pansuman ederken hoşlanılan kadınla göz göze gelip... Tabi bizimki böyle olmadı. Fahriye’nin ayağı burkuldu ama Allah’tan bir şeyi yok. Biliyorum çünkü, Fahriye’ye ayakkabısını çıkarmasını, ayağına pansuman yapabileceğimi söyledim. Fahriye ise kocaman bir kahkaha atıp ben iyiyim, sadece küçük bir kaza dedi ve şairin üst kattaki odalarına çıkan tahta merdivene doğru yürümeye başladı. Ellerim bomboştu fakat hâlâ terliydi.
Koştum albayım. Koştum ve elimin teri soğumadan tuttum Fahriye’nin ellerinden. Aslında ortada koşmamı gerektiren bir durum da yoktu. Fahriye ile aramızda sadece üç beş adım vardı. Ama siz de iyi bilirsiniz ki yeşilçam filmleriyle büyüdük biz. Aldığımız bu televizyon terbiyesi bize sevdiğimiz kadının peşinden koşulması gerektiğini öğretti. Görüyorsunuz ya bir anda hoşlanmak modundan sevmek moduna geçtim. Ne oluyor diyorsunuz değil mi? Bir şey olduğu yok albayım sadece kalbim seviye atlıyor.
Üst kata çıktığımızda ortalıkta Fahriye’nin ellerimi tutmasını gerektiren hiçbir tehlike yoktu. Zemin sağlamdı. Fakat benim içimde o an büyük bir tehlike yaratma arzusu filizlenmişti. Böyle bir şey yapmadım tabiki. Fahriye’yi tehlikeye sokacak hiçbir şeyi yapmam ben. Ya Albay Hüsamettin eline yeniden kalem alır, Fahriyeyi tehlikeye sokacak metinler yazarsa? İşte o zaman yapmam gerekeni yapar Albay Hüsamettin’i karşıma alırım. Duyuyor musunuz Fahriye için sizi bile karşıma alırım. Duyun artık sayın albayım sizi düelloya davet ediyorum.
Fahriye ile eski bir masanın etrafındayız. Fahriye’nin iri gözleri dolu dolu. Dokunsam ağlayacak. Ağlayacak ve bütün denizler taşacak sanki. Sonra o suların altında kalacağım ben. Yüzeye çıkmak için çırpındıkça, dibe, daha dibe batacağım. Neyseki böyle bir şey olmuyor. Doğrusu güçlü bir kadın bu Fahriye. Hemen toparlıyor kendini. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Deniz diyor bu masa o masa.
Bu hangi masaymış ki Fahriye?
Şairin en güzel şiirlerini yazdığı masa işte.
Yapma Fahriye bunu bilemeyiz.
Biliyorum?
Nerden biliyormuşsun?
Hayallerimden elbette.
Bazen eski bir masanın etrafında oturursunuz ve sevdiğinız kadın size hayaller kurar. Kutu gibi bir evden, pencerenin önündeki çiçeklerden ve evin bahçesinde koşan, biri kız diğeri erkek iki çocuktan bahseder. Tabi bizimki böyle olmadı. Ama olacak gibiydi. Küçük bir ev olsun, penceredeki çiçekler olsun hepsi Fahriye’nin hayalinde mevcuttu. Bir tek bahçede koşan çocuklar yoktu. Ben ise hiç olmamıştım zaten. Fahriye önce çantasından Dranas’ın kitabını çıkardı. Sayfaları narince çeviren parmaklarından hayattaki en büyük hazinesinin kitaplar olduğu anlaşılıyordu. Birlikte şiirler okumaya başladık. Ruhumuzu sözcüklere teslim etmiştik adeta. İkımizde bu evrenden sıyrılmış gibiydik ve yeni bir dünya kurmuştuk Fahriye ile. Kurduğumuz bu yeni dünyada şiirden başka hiçbir şeye yer yoktu. Zaman kavramı önemini kaybetmişti. Gün batmış yerini zifiri karanlığa bırakmıştı. Birbirimizin gözlerini dahi göremiyorduk. Bu karanlıkta gördüğümüz tek şey ışıl ışıl parlayan ruhlarımızdı. Kitabın tüm sayfalarını okuyup bitirmiştik. Fakat ortada hâlâ eksik olan bir şiir vardı. Fahriye elindeki kitabı çantasına koydu ve ezberinden okuduğu "Fahriye abla" şiiriyle o eksikliği kapattı. Şiir bittiğinde ise Fahriye’nin dudaklarından şu sözcükler döküldü; " Ne güzel komşumuzdun sen Dranas abi"
Bazen bir hikaye başladığı yerde bitebilir. Gözyaşları içinde bir kadın şehri terkedebilir bazen. Adam ona gitme diyebilir. Bazen kadın bu sözcüğü duymamazlıktan da gelebilir. Bizimki işte tam da öyle oldu. Dranas’ın evinden çıkar çıkmaz bir taksi çağırıp terminale geldik. Son otobüsün kalkmasına on dakika vardı. Fahriye ile ilk karşılaştığımız yerdeydik. Ortalıkta herhangi bir tehlike yoktu. Fakat Fahriye’nin eli avuçlarımın içindeydi. Sonra avuçlarımın içinden bir kuş gibi uçup gitti elleri. Otobüs terminalden çıkarken şehre yağmur yağıyordu. Az ileride otobüsten inen bir kadın elindeki şemsiyeyi kırmakla meşguldü.
Serdar BARIK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.