- 323 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Anlatıbilim Açısından ‘Kürk Mantolu Madonna’
Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı yapıtının çokça baskı yapmasını, gençlerin “saf aşkı araması”na bağlayanlar var; bir diğer açıklama da, anlatıda okurun bir ölçüde kendini bulması. Bu görüşlerin doğruluk payını değerlendirmeden önce, metni anlatıbilim açısından çözümlemeye çalışalım.
Anlatının omurgası, aşağı yukarı şöyle:
- Anlatıcının işsizlik süreci,
- İş bulması,
- Raif Efendi’yle tanışması,
- Raif Efendi’yi daha yakından tanıması;
- Evine gitmesi;
- Ailesini tanıması; böylece Raif Efendi’yi çok daha yakından tanıması;
- Raif Efendi’nin ağır bir biçimde hastalanması;
- Anlatıcının Raif Efendi’nin defterini okumaya başlaması;
- (Defterde) Raif Efendi’nin Almanya’ya gidişi ve oradaki yaşantısı;
- Raif Efendi’nin bir öz-portre tabloya aşık olması;
- Tablonun ressamını bulması;
- Maria’yla Berlin’de geçirdiği günler;
- Maria’yla ayrılık;
- Maria’nın hastalığı ve hastanedeki günleri;
- Raif’in Maria’ya kendi odasında baktığı günler;
- Raif’in babasının ölümü;
- Raif’in Havran’a dönüşü ve buradaki yaşantısı, mektuplaşmalar;
- Mektupların kesilmesi ve umutsuzluk;
- Aradan geçen on yıldan sonra Ankara’da Berlin’den Frau van Tiedemann (Döppke) ile karşılaşma/konuşma, sürpriz haber;
- Raif Efendi’nin defterinin bitimi, ölümü ve kitabın bitiş cümleleri...
Anlatının ilk sorusu, “anlatıcımız iş bulabilecek mi?”; ikinci sorusu ise, “Raif Efendi gerçekten boş bir kişi mi?” İlk soru hızlı geliyor; ikinci soru gecikiyor. İkinci soruyu yanıtlamak için, anlatıcıyla birlikte defteri okuyoruz. Üçüncü soru, “Raif’le Maria’nın ilişkileri ne olacak?” Burada, heyecan öğesi olarak ayrılmalar birleşmeler var. Dördüncü soru ise, “Maria’nın mektupları neden gelmiyor?”
Defterdeki öykünün, kitabın birinci bölümündeki Raif Efendi betimlemelerine ve çözümlemelerine göre, daha zayıf ve sıradan olduğu söylenebilir. Ayrıca, kitabın adının defterden verilmesi dikkat çekici. İçinde Raif Efendi’nin geçtiği ya da ona gönderme yapan bir isim daha uygun olacaktı; çünkü Kürk Mantolu Madonna, ana kişiliğimiz değil. İlk bölümdeki anlatıcının işsizlik dönemi dışındaki tüm kişilikler, anlatıda Raif Efendi’yle ilişkili oldukları için yer alıyorlar.
Maria, kadın okurların özdeşlik kurabileceği bir kişilik olmasa da, kadın-erkek ilişkileri ile ilgili olarak kendileriyle karşılaştırabilecekleri bir kişilik. Kitabın, adını kadın kişilikten alması, bu yakınlığa ek bir neden olarak anılabilir. Kitabın adının kitabın yayınlanmasından çok sonra ortaya çıkan Madonna dolayısıyla ikinci bir anlam da kazandığını not edelim.
Defterdeki genç Raif, ortalama erkek okur için özdeşleşilebilecek bir kişilik olmaktan uzak, fazlasıyla utangaç ve içedönük. Anlatıda tümüyle olumlu bir kişilik yok. Baştaki anlatıcı, olumlu bir kişilik sayılabilir; ancak o da kendini tümüyle olumlu olarak görmüyor (bkz. kendisine daha sonra iş bulacak arkadaşıyla ilişkisi). İlk bölümde, anlatıcı gözüyle 3. tekil kullanıldığı için, Raif Efendi’den çok, yazarla özdeşlik kuruyoruz. Özdeşlik, okuru bir metne çeken tek düzenek değil. Özdeşlik hissetmediğimiz bir kişiliği dışarıdan gözlemenin merakı da, bir etmen olabiliyor. Bunu daha çok 3. tekil anlatımlarda ve/ya da olumsuz özelliklere sahip kişileri konu alan anlatılarda görüyoruz. Okuyucu, olumsuz özelliklere sahip olan kişilerle nadiren özdeşleşebiliyor. 2. bölümle birlikte, Raif Efendi’nin 1. tekiline giriyoruz.
Raif’in ilk ayrılık sonucunda, kendini değersiz, boş hissettiğini ve zamanla bunu kanıksadığını görüyoruz (bkz. s.126-127). Ancak, Raif, ilişkiden önce de böyleydi; çocukluk yaşantısında, bunun öncüllerini görmek mümkün. Maria, onun için kişiliğini değiştirebilecek bir seçenekti; O, hayatından çıkınca, Raif de, ‘fabrika ayarları’na dönüyor. Raif’in başından ilginç bir olay geçse de, kendisi değişmediği için, anlatı zayıf kalıyor. Oysa, genç Raif, yaşlı Raif’ten çok farklı, dışadönük, hareketli bir insanken, bu aşktan sonra durgunlaşsaydı; anlatı, daha ilgi çekici olacaktı. Şaşırtıcı bir biçimde, değişen, başkişi değil, ikinci kişi: Maria. Bu da, uzun ve ağır hastalığı nedeniyle oluyor. Bu değişimin kalıcı olup olmayacağını anlayamıyoruz.
Yazar, geriye dönük öykü içinde öykü tekniği kullanıyor. Oysa bunlar, birbirinden bağımsız iki öykü. İlk bölüm atılsa da olur; nasıl olsa Raif Efendi, değişmiyor. Hatta anlatı, defterle başlayıp bitse çok daha iyi olur. İlk bölüme bakarsak, silik bir kişiliğe sahip olan Raif Efendi’nin her yerde ezilip aşağılandığını görüyoruz. Yazar, bu kişilik betimlemesini yaparak anlatıyı bitirseydi; bu, bir tür klasik Rus öyküsü olacaktı ve bu haliyle güzel olacaktı. 2. bölümde, olay örgüsü kurulmaya başlanıyor. Fakat olay örgüsü de, pek renkli değil; olaylar, çoğunlukla, iki kişilik arasında geçiyor. Daha karmaşık aşk anlatılarında olduğu gibi, üçüncü bir kişilik (eski sevgili, platonik aşık, aile üyeleri vb.) bile yok.
Romandaki kişilikler, toplumsal özneler değiller, hele siyasal özneler hiç değiller. Olmaları gerekmiyor elbette; öte yandan, özellikle Almanya’da yaşadıkları dönem düşünüldüğünde, siyasal atmosfer, pansiyon konuşmalarıyla geçiştirilemeyecek biçimde baskın olarak karşımıza çıkmalıydı. Berlin’de birlikte yürürlerken hiç mi gösteriye, lince vb. tanıklık etmediler?! Maria’nın Yahudi olduğu düşünüldüğünde, hiç mi baskı yoktu o dönemde? Birdenbire mi geldi sonraki yıllarda Nazi iktidarı?! Maria’nın Yahudi olması (Ateist bir Yahudi; daha doğrusu, babası Yahudi, annesi Alman) ve Raif’in ondan yıllarca haber alamaması, onun siyasi bir cinayete kurban gitmesi olasılığını akla getiriyor; oysa yazar toplumsal eleştiri yönü güçlü olabilecek bu olasılığı bile kullanmıyor. Raif, gençlik döneminde üst düzey edebiyat yapıtları okusa da, o kadar apolitik bir insan ki, Yahudilerin başına birşeyler gelmiş olabileceği aklına bile gelmiyor. Yıllar sonra Ankara’dayken, şans eseri olarak, külah vb. olarak kullanılan bir gazetede, böyle bir katliam haberi görmesini bekliyoruz; ama o da yok. Aslında, bu, Sabahattin Ali’den beklenmeyecek apolitiklikte bir roman. Belki bunu sansüre bağlayabiliriz.
Anlatının apolitikliği, anlatının üç temel taşı olan özyapı (karakter), olay ve ortam içerisinde, ortama çok az yer ayırmasıyla da yakından ilgili. Birinci bölümde anlatı, işsizlik döneminde dışarıda, arkadaş evlerinde ve iş yerlerinde; memurluk döneminde, iş ortamlarında, sokakta ve Raif Efendi’nin evinde geçiyor. Romanda, kişiliklere ağırlık verilmiş. İkinci bölümün Berlin’de geçmesi dolayısıyla, ortam önem kazanıyor; yine de, anlatıda ortama ağırlık verilmiyor; bu, bir yolculuk anlatısı değil. Oysa, Berlin’e daha fazla yer ayrılsaydı; belki de, roman, politik bir aşk anlatısına dönüşebilecekti. Bu romanı politikleştirmenin bir başka yolu da, Maria’nın günlüğü olabilirdi. Bu günlük Raif Efendi ya da anlatıcı tarafından daha sonra bulunabilirdi. Bunun için, Maria’nın doğum sırasında ölmemesi; bunun yerine, Yahudilere yönelik baskılar dolayısıyla gizlenmesi gibi bir olasılık düşünülebilirdi. Bu durumda, yaşadıklarını Raif Efendi’ye yazdığı mektuplara yansıtmaz; asıl olan bitenleri günlüklerinde anlatırdı. Olasılıklar arttırılabilir. Bu olasılıkları düşününce, “Evet, hafif bir kitap Kürk Mantolu Madonna” diyebiliriz.
Kürk Mantolu Madonna, sağcı bir yazarın da kaleme alabileceği bir anlatı. Söyleyiş güzelliği var; ancak anlatı, ne ilginç ne de toplumsal eleştiri taşıyor. Maria’nın kadın-erkek ilişkilerine ve dine bakışında toplumsal eleştiri var; ama bunlar, tekil ve dar kapsamlı kalıyorlar. Üstelik, romanın tonu, bunları ne olumluyor ne olumlamıyor; onun yerine, olduğu gibi aktarıyor. Oysa, bir başka tablolu anlatı örneği olan Jokond ile Si-Ya-U’da (Nazım Hikmet, 1928) (şiir olsa da) hem aşkı hem isyanı görüyoruz.
Anlatının sonunda, Raif Efendi, çocuğun, kızı olduğunu anlıyor; ama onu bulmak için kılını kıpırdatmıyor. Çocuğu bulmaya çalışsaydı, daha ilginç bir anlatı olurdu. Bağdat’a giderdi sonraki trenle, orada iş arardı belki. Böylece, kişilik dönüşümü görecektik. Olasılıklar bol; yazar, çok azını işlemiş.
****
Şimdi yazının başına dönelim: ‘Kürk Mantolu Madonna’ya yönelik ilgi, “gençlerin saf aşk özlemi” ya da okurun anlatıda kendini bulmasına bağlanabilir mi? 1983’ten bu yana 67 baskı yapmış bir romanı gençlere yüklemek için, öncelikle, okurların genç olup olmadığını saptamamız gerekir; elde böyle bir veri olmayınca, yorum da havada kalıyor. Kitaba yönelik ilgi, Sabahattin Ali’ye yönelik genel ilgi, yayınevinin tanıtımları, eleştiri yazıları ve arkadaş önerisi olabilir. Daha az öne çıkan bir neden ise, anlatının bir Türk erkeğinin bir yabancı kadınla ilişkisini konu alması olabilir. Bu tür kültürel karma ilişkilerle ilgili anlatılar (özellikle de erkeğin Türk, kadının yabancı olduğu anlatılar), son dönemde daha çok ilgi görüyor. Kitabın ince olması da (yalnızca 165 sayfa), bir başka etmen olabilir; ama hepsinden önce, sol edebiyata yönelik genel ilgiyi dikkate almakta fayda var.
***
Anlatıya yönelik eleştirilerimizi sıraladıktan sonra, ondaki bireysel düzlemde de olsa felsefi derinliğin hakkını vermek gerekiyor. Bunun için, yazıyı, romandan birkaç parça ile bitirelim:
“Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır” (s.11).
“İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?” (s.38)
“İlk haftalar, kendimi idare edecek kadar lisan öğrenmek ve hayran hayran etrafıma bakınarak şehri dolaşmakla geçti. İlk günlerin şaşkınlığı çok sürmedi. Burası da en nihayet bir şehirdi. Sokakları biraz daha geniş, çok daha temiz, insanları daha sarışın bir şehir. Fakat ortada insanı hayretinden düşüp bayılmaya sevk edecek bir şey de yoktu. Benim hayalimdeki Avrupa’nın nasıl bir şey olduğunu ve şimdi içinde yaşadığım şehrin buna nazaran ne noksanları bulunduğunu kendim de bilmiyordum... Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim” (s.52).
“(...) Sırf bunun için resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediğimi değil, benden istenileni yapmaya mecbur olacağım...” (s.95)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.