- 372 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ÇIRÇIPLAK
(LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Başka bir zaman diliminden ışınlanmışım gibi kendimi bilemediğim bir zamanda, adını bilmediğim bir şehrin tanımadığım bir sokağında anadan üryan buluyorum…
Neden oradayım, neden çırçıplağım; onu bilmiyorum. Hafızamın öncesi yok. Zaman çizgisi orada başlıyor. Ama daha da önemlisi; nereye gideceğimi, ne yapacağımı da bilmiyorum. Aklımda bundan sonrası yok...
Ben benim ve bir insanım ve neyse ki bunu bilebiliyorum ama asıl bilmek istediğim; bir sürü bilinmeze rağmen neden çıplağım?
Boşluk alanlara yerleştirilmiş çöp bidonları, merdiven setlerinde, duvar üstlerinde oturuşan kediler, sokak köpekleri, fütursuzca uçuşan karga ve güvercinler, yollarda tekerlek döndüren at arabaları ve kaldırımlarda yürüyen insanlar. Görünüşe göre sıradan bir gündeymiş gibi zaman…
Ama ben gibisi yok. Yani çıplak. Utanıyorum. Şaşkınlığımı az da olsa atlatınca avuçlarımla ön tarafımı kapatıyorum. Sonra etrafıma bakınıyorum. Lakin bir anormallik hissetmiyorum. Herkes olağan bir akıntının içinde sanki... Beni görmüyorlar mı? Görünmez miyim acaba?
Ama ben kendimi görüyorum...
Suç işlemiş iki insan da Cennetten kovulup Dünya denen yere indirildiklerinde ben gibi çıplakmışlar. Hadi onlar yasak elma yüzünden kovulmuşlar Cennetten ama ben ne yüzünden ve nereden kovulmuşum? Hem neden tekim? Neden onlar çöl Arabistan gibi ıssız bir yere değil de insanların bol olduğu şehrin göbeğine bırakılmışım?
Öyle olmasına rağmen ki Havva utanmış, incir yaprağı ile ön tarafını kapamış. Öyle diyorlardı.
Peki, Âdem ne yapmış?
Ben gibi avuçlarını mı kullanmış?
Bunu bilemiyorum.
Keşke bilebilsem!
Önümü kapatmışım ama arkam açık. O anda hızla çöküyorum yere. Âdem de öyle mi yapmış? Büzüşüp küçülüyorum. Sonrasında "kaçmalıyım buradan" diyorum kendime. Âdem de mi Kaçmış? Ama nereye? "En azından insanların olmadığı görünmez bir yere" diyorum kendime. Bir yıkıntılık içi olabilir orası. Varsa bir sur dibi veya sıkça çalılık içi…
Kıvrık bacaklarımla ördek gibi yürümeye çalışıyorum. Yürüyorum ama ayak boyu. Koca meydan bu şekilde geçilir mi? Bir elim önümde, bir elim arkamda yere bakarak. Ben onları görmezsem onlar da beni görmezler sanıyorum...
O Şekilde Sokağı geçip alçak kaldırımdan meydana çıkıyorum. Allahtan otomobil yok bu şehirde. Vızır vızır işleseler nasıl olur? Ördek yürüyüşüyle nasıl koşarım? Âdem gibi çırçıplakken ayağa da kalkamam...
O sırada genç bir kadın geliyor yanıma. El ele tutuştukları kızıyla, dibimde duruyorlar. Başımı kaldırıp göz ucuyla bakıyorum onlara. Utanarak. Başı tülbentle bağlı, üstünde dizlerinin altına inen eski moda bir pardösü. Bir elinde de market poşeti var. Merdiven ya da ev işinden gelen temizlikçi birine benziyor. Kızı yedi sekiz yaşlarında. Kızın elini bırakıp az dolu poşeti ona verince pardösüsünü çıkarıp bana uzatıyor. "Al" diyor, konuşmadan. Kaptığım gibi ön tarafımı kapayıp ayağa kalkıyorum. Göz göze gelince gülümsediğini fark ediyorum. İşaret diliyle "yürü" diyor bana, "gidelim."
Yan yana olup uzun adımlarla yürümeye başlıyoruz. Bir an önce alandan çıkıp kaybolmalıyız...
Yürürken önümü kapamışım ama kıçımın açık olduğu aklıma geliyor. Pardösünün bir kolunu apışımdan geçirip arkama kıvırıyorum, diğer elimle de onu tutuyorum. O şekilde alandan çıkıp dar bir sokağa giriyoruz. Orası eski bir şehrin eski bir mahallesi gibi bir yer. Toz ve çöp içinde. Kirli. Hatta yıkık dökük…
Onlar önde, tuğlaları eskimiş sıvasız bir binanın önünde duruyoruz. Kadın, boyasız paslanmış demir kapıyı açıyor. Kendisi önde, kızı en geride, işaret diliyle "gel" diyor bana. Giriyoruz. Uzun ve dar girişte yürüyüp az gidiyoruz. Dışı gibi binanın içi de eski. Hem de sanki birileri yaşamıyor, boş gibi...
Kapıları açık Daireler görüyorum. Kimi camları kırık, eskimiş eşyalar, külleri önüne akmış sobalar, tozlu masa ve sandalyeler…
Gıcırtıyla açılan ahşap bir kapıdan sol tarafa giriyoruz. Orası da bir ev… Girer girmez ılık bir sıcaklık vuruyor yüzüme. Soba yanıyor olmalı. Bir de müzik sesi duyuyorum hafiften. Ve burnuma pişmiş yemek kokuları geliyor...
Kadın, "bekle az" diyor işaret diliyle bana. Yine eski bir kapıdan başka bir odaya giriyor, çabucacık da geri geliyor. Elinde çizgili pijamalar; uzatıyor. Yine işaret diliyle "al bunları" diyor. Girip çıktığı odayı gösteriyor. Anlıyorum. Oraya gidip kapıyı kapatıyorum ve kimin olduğunu bilemediğim pijamaları giyiyorum...
Sonrasında kadın, elimden tutup beni mutfağa götürüyor. Mutfak da öyle, eski köy evleri gibi. Eski bir tel dolap, duvarda ahşap raf ve sıra sıra kavanozlar, yine ahşap tabaklık, ahşap masa ve sandalyeler, kalaylı bakır tencere, çatal, kaşık ve emaye sahanlar…
Masada uzunca saçlı, kirli sakallı bir adam tuzlu sarı leblebiyi meze ederek bira içiyor. Kırk yaşlarında olmalı. Beni görünce kaş altından bakıyor. Ürküyorum birden. "Kadının kocası olmalı bu" diye geçiriyorum içimden. Çünkü küçük kız gidip yanına oturmuş…
Ulan benim ne işim var elâlemin evinde? Tanımadığım, hem de genç bir kadının peşine düşüp gelmişim! Ya adam, "sen de kimsin ulan" diye kükrerse! Hem de içiyor. Bir sürü de boş şişe var önünde. İçmiş. Ya sarhoş olmuşsa! Kaptığı gibi bıçağı üstüme yürürse! Ya da "neden getirdin ulan bunu" deyip tekme tokat karısına girişirse!
Özür dilesem de dönüp gitsem diye düşünürken başıyla; "otur şöyle" diyor bana. Geçip duvar dibindeki sap döşekli sedire çöküyorum. Kadın da masaya gelip adamın yanına oturuyor. Adama bakıyor, kızına bakıyor, sonra da bana bakıyor. Yüzü güleç. Kocasından korkmuyor. Aksine yaptığı işten haz almış gibi her tavrıyla etrafa mutluluk saçıyor. Ama ben dâhil hiç kimse konuşmuyor nedense. Herkes vücut diliyle anlaşıyor…
Bir süre sonra adam usulca doğruluyor, başını kaldırıp bana bakıyor. Gözlerini kırpmadan bir süre baktıktan sonra hafifçe tebessüm ediyor. Ona mı, kendime mi bilmiyorum ama ben de gülümsüyorum o zaman.
"Emlak vergisini ödeyemedin, ceketini aldılar." diyor. "Öyle mi Âdem?" Adım Âdemmiş! "Öyle bayım" dermiş gibi dudak büküyorum. "Benim bir evim yok." diyor. "Bak ceketim sırtımda!" Sonra konuşmasına devam ediyor. "Elektrik faturasını ödeyemedin, gömleğini aldılar. Benim elektriğim yok ve gömleğim sırtımda!" "Öyledir." dermiş gibi dudağımı büküyorum gene. Bilmiyorum ki, öyle mi acaba? Sanki adamın söyledikleri mantıklıymış gibi geliyor olmalı. "Gaz borcunu ödeyemedin, atletini aldılar. Benim öyle bir derdim yok! Ormandan odun taşıyıp soba yakıyorum ve atletim sırtımda!" Gene, "doğrusun." dermiş gibi başımı büküyorum. "Telefon faturalarını ödeyemedin, pantolonunu aldılar. Ben telefon kullanmıyorum ve bak pantolonum ayağımda! Sonra başka bir borca karşılık donunu aldılar. Kaldın çırçıplak. O da yetmedi saçını, kaşını, sakalını, bütün tüylerini yoldular. Soyup soğana çevirdikten sonra kıçına bir tekme vurup sokağa attılar. Görüyor musun Âdem, hem de çöl Arabistan’a da değil, şehrin ortasına! Utanasın diye! Sen utanmaz mısın? Ar, ayan yok mu? Oğlum senin karın yok mu?" "Var." diyorum konuşmadan. "Senin çoluk çocuğun yok mu?" "Var." diyorum. "Isım akraban, eşin, dostun, arkadaşın…" "Var." "Hani nerede?" "Bilmiyorum." der gibi dudak büküyorum. "Kimsin ulan sen? Soyuk soğan! Şu Huri kadın alsın seni sevsin ister misin? Öpsün, okşasın…" O zaman korkuyorum. Usulca kıçın kıçın kayıp duvara yaslanıyorum. "Korktun mu?" diye dikleniyor. "Korkma ulan, o benim karım değil ki! Bu kız da kızım değil. Burası da Baki elbet, Fani filan değil…"
"Öldüm mü yani ben?"
"Ne sandın?"
"Ya sen kimsin?"
"Tanımadın mı salak? Ben sen-im ulan!"
"Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhameden resurullah…"
"Siktir git..."
Tevfik Tekmen Ocak/2016/Lüleburgaz