- 1222 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SON DEVRİN DİN ALİMLERİNDEN ÜSTADIM MÜCEDDİD DERSİAM SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN KSA.YI VEFATININ 63.YILINDA RAHMETLE ANIYORUZ..
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, Hicrî 1304 (M. 1888) yılında Silistre’de dünyaya geldiler. Ceddi, İdris Bey’e dayanan şerefli ve soylu bir ailedendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna Hân’ı nasbedilmiş ve üstelik kendisine kız kardeşi tezvîc edilmiş bir zâttır.
Süleyman Efendi’nin dedeleri Kaymak Hafız namıyla ma‘ruf bir zât olup 110 yaşına doğru vefât etmiştir. Pederleri Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul’da tamamlamış ve Silistre’nin Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik etmiş, ma‘ruf bir zattır.
Süleyman Efendi, ilk tahsilini Satırlı Medresesi’nde ve Silistre Rüştiyesi’nde yaptı. Daha sonra tahsilini tamamlamak üzere pederleri tarafından İstanbul’a gönderildi. Pederleri kendisini İstanbul’a gönderirken, “Oğlum! Usûl-i Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun; Mantık ilmine iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun” diye tavsiyede bulundu.
İstanbul’da Fâtih Dersiâmları’ndan ve devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasına oturan Süleyman Efendi, Ahmed Hamdi Efendi’den birincilikle icâzet aldı. Bilâhare o zamanın tâbiri ile “dersiâm” olarak yetişmek, yani ihtisâsını (doktorasını) yapmak üzere Süleymaniye Câmii Medreseleri’nden Medresetü’l-Mütehassisîn’in Tefsir ve Hadis kısmına girip oradan da birincilikle mezun oldu.
Medrese-i Süleymaniye’ye girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (kadı-hâkim yetiştiren mektep) da giriş imtihanını birincilikle kazandı. Fakat bunu büyük bir sevinçle pederlerine mektupla bildirdiği zaman, ondan aldığı telgraf şu oldu:
“Süleyman! Ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a göndermedim!”
Pederleri bu telgraf ile kendisine, Peygamberimiz’in (s.a.v.), “Üç kadıdan ikisi cehennemde, birisi cennettedir” meâlindeki hadis-i şerifini hatırlatmış oluyordu.
Süleyman Efendi (k.s.) pederine verdiği cevapla, kendisinin asla “kadılık-hâkimlik” mesleğine sülûk etmeye niyetli olmadığını; maksadının, devrinin bütün zâhirî din ilimleri sâhasında kemâle ermek olduğunu bildirdi ve Medrese-i Süleymaniye’nin Tefsir ve Hadis kısmından diplomasını alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp Kadılık rütbesine ulaştı. Böylece devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihrâz etmiş oldular.
Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri tahsili esnasında yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsıyla talebeler arasında temâyüz ederek hocalarının dikkat nazarlarını çektiler.
İlim tahsili hususunda irâdelerini o derece zorladılar ki, mübârek burunlarından, okuduğu kitapların sahifeleri üzerine zaman zaman kan damladığı olurdu. Yine bu hususta (ilim ta‘limi esnasında da) uyku ile fevkalâde mücâdele ederler, uykularının kaçmasını temin için her gün çok defa fazla miktarda kahve içerlerdi.
Kış günlerinde ise, pencerelerinden uzanarak aldıkları bir parça karı, avuçları içinde sıkar ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyarlardı. Enselerindeki kar topunun vücut harâretinde, yavaş yavaş erimesi neticesi sırtlarından aşağı inen ince su yolu, dâima uyanık bulunmalarını temin ederdi.
Bütün bunlarla Süleyman Efendi (k.s.) evlâtlarına, ilim tahsilinin zor olduğunu, ancak her türlü müşkilâta göğüs gererek ilim tahsiline gayret etmenin lüzumunu, muhteşem bir misal halinde anlatmak isterdi.
Ezelî takdir olarak Seyyidler Zinciri’nin 33’üncü halkası kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da İlâhî füyûzât ile alâkalanarak, Seyyidler Zincirinin 32’nci halkası ve bu zincirin (mânevî cihetten) 9’uncu büyük rütbesi(inin sahibi olan) Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin (k.s.) hazretlerinden seyr u sülûklerini tamamladılar.
Kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden (dolayı da), Salâhuddîn hazretleri tarafından müceddid-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî es-Serhendî hazretlerinin nisbet-i ruhâniyesine teslim edildiler.
Bu sûretle Seyyidler Zinciri’nin 33’üncü ve sonuncu halkasını teşkil ederek, dünyanın şu son zamanlarında İlâhî feyizden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle küfr u dalâl çukurundan iman ve ihlâs sâhasına çekip çıkardılar, hâlen de çıkarmaktadırlar.
Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmî Silistrevî hazretleri, 16 Eylül 1959’da (dâr-ı bekâya) irtihal buyurdular (Kaddessallâhü sırrahül azîz). Ancak, tasarruf ve irşadları yukarıda zikri geçtiği gibi tamâmiyle ve kemâliyle berdevamdır.”
***
TASAVVUF YOLUNA SÜLÛKÜ VE İRŞAD VAZİFELERİ
Süleyman Efendi (k.s.) hazretlerinin babası ve dedelerinin hemen hepsi meşâyıhtandır. Kendileri, daha sonra intisab edeceği üstâzı Salâhuddîn İbn-i Mevlâna Sirâcüddin (k.s.) hazretleri ile tanışmadan önce, babasının tarif ettiği bazı tasavvufi derslerle meşgul olurken bir gece şöyle bir rüya görürler:
Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâuddîn, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî hazerâtı ve Nakşibendî yolunun Müceddidiye kolu büyüklerinden (k. esrârahüm) bir grup zevât-ı kiram halka tertip etmişler. Fakat aralarında bir kişilik boş yer bırakmışlar. Süleyman Efendi hazretleri bu boş yeri görünce, kendisi için oturmaya müsaade ederler mi diye düşünmüş... Tam bu esnada, Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyurmuşlar ki:
“Oğlum, bu boşluk sana bırakıldı. Fakat seni Müceddidîn kolundan bir zât terbiye edecek, ondan sonra sen buraya oturacaksın.”
Bunun üzerine Süleyman Efendi hazretleri, “Efendim ben o zâtı nerede ve nasıl bulabilirim” diye sorunca; “O seni bulur” cevabını almıştır.
Aradan uzun yıllar geçmiş, Süleyman Efendi hazretlerinin talebeliği sona ermiştir. O devirlerde bazı İstanbul zenginleri ramazan-ı şerifte, hocalara ve talebelere ayrı ayrı iftar yemeği verirler, hatta ramazan ayı boyunca kazanlar kaynarmış.
Bir gün hocalara ziyafet veren bir zenginin evinde Süleyman Efendi hazretleri de bulunmuş. Yemekler yenilmiş, akabinde tanımadığı bir hoca Süleyman Efendi’ye, “Oğlum Süleyman, Evrâd-ı Şerifi oku da duâmızı yapalım” demiş.
Süleyman Efendi hazretleri, hiç tanımadığı, fakat kendisini tanıyan bu zatın isteğini yerine getirerek, Evrâd-ı Bahâiye’yi okumuş. O zat da akabinde duasını yapmış. Ellerini yıkamak için sofradan kalkınca, o zat, Süleyman Efendi hazretlerinin ellerinden tutarak bir kenara çekmiş ve demiş ki:
“Oğlum, sen filan zaman bir rüya gördün. Sana, Müceddidiye kolundan bir mürşid terbiye verecek demişlerdi. Sonra sen, halkadaki boş yere oturacaktın, hatırladın mı?”
Süleyman Efendi, “Evet efendim” demiş.
Bunun üzerine o zât, “Ben Salâhuddîn İbn-i Mevlâna Sirâcüddîn, Cenâb-ı Hakk’ın ve rûh-i Resûlüllâh’ın emri ile Türkistan’dan seni yetiştirmeye geldim” demişler.
Süleyman Efendi hazretleri, işte tam o andan itibaren teslîm-i küllî ile onun hizmetine girmiş ve bir süre beraber kalmışlar. Bilâhare Mevlâna Sirâcüddîn hazretleri yine Türkistan tarafına dönmüşler. Bu arada mektuplaştıkları olmuş.
***
SALÂHUDDİN HAZRETLERİNİN İSTANBUL’A DÖNÜŞÜ
Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a dönen Mevlâna Siracüddin hazretleri, Süleyman Efendi hazretleri ile beraber Bursa’ya giderler. Orada “Erbaîn” çıkarırlar. Süleyman Efendi hazretleri, erbaîn çıkardıktan sonra, hiç okumayı bilmeyen bir çocuğa, bir saat kadar kısa bir zaman içinde Kur’an okumasını öğretivermiş.
Süleyman Efendi hazretlerine verilen bu salahiyeti müşâhede eden üstâzı Mevlâna Sirâcüddin (k.s.), heyecanla Uludağ’a hitâben; “Ey Keşiş dağı! Cenâb-ı Hak evlâdımıza öyle bir salahiyet verdi ki; isterse sana da, kımıldata kımıldata Kur’an okutur” demiş.
Yukarıda Kemal Kacar Bey’in (r.aleyh) yazısında da çok vecîz bir şekilde ifade edildiği üzere, Süleyman Efendi hazretlerine seyr u sülûk merhalalerini ikmâl ettirmişlerdir. Sonra da, “Oğlum, bizimki buraya kadar; artık bundan sonra sen, ma‘nen İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri ile ierlemeye devam edeceksin. Buradan ileriye ben de sana ittiba‘ edeceğim” diye buyurarak, Süleyman Efendi hazretlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâni nisbetine teslim etmişlerdir.
***
SÜLEYMAN EFENDİ HZ.’NİN BÂTIN İLMİ VE MÂNEVÎ CİHETİ
Süleyman Efendi (k.s.) hazretlerinin bâtın ilmine ve mânevî cihetine dair de, yine bağlısı ve damadı merhûm Kemal Kacar Bey’in Necip Fazıl Kısakürek’e verdiği yazılı notlarda şu açıklamaya rastlıyoruz:
“Süleyman Efendi’nin batın ilmine, yani tasavvufdaki manevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline malûmdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan Müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hatta iç hayatı münkir olmaz... tasarruf ve irşâda ehil bir zât ile de karşılaştığı halde, o zât İlâhi irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyalar bir araya gelse onun feyzinden haberdâr olamaz. Bizim ise onun mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur.
Biz bu noktayı “ilme’l-yakîn” değil, “hakka’l-yakîn” bilfiil yaşamış olarak biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve insan letâifi üzerindeki tesirini, öz ruhumuzda ve vücudumuzda hissetmiş; enfüsî ve kevnî kerametlerin üstünde irşad harikalarını fiil hâlinde ve hakkıyla müşâhede etmiş bulunuyoruz.
Allah’ın bu husustaki inâyet ve lûtfuna mazhar olduğumuzca, kendilerinin kâmil ve mükemmil mürşid olduğuna, silsile-i sâdât (büyükler zinciri) kolunun 32. ferdi Salâhuddin İbn-i Mevlâna Sirâcüddin’in (k.s.) cismâni nisbet, İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin de rûhâni nisbetle vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır.
Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.”
Şüphe yok ki bu açıklama, Süleyman Efendi (k.s.) hazretlerinin, sevenleri ve talebeleri nezdindeki durumunu, başka bir izaha lüzum bırakmadan açıkça anlatmaktadır.
* * *
Başta siyasî, tarihî, sosyal, dinî, ekonomik, kültürel meselelerimiz olmak üzere, hemen her sahada geniş bir ilme ve araştırmaya, fevkalâde derin bir vukuf ile tesbit, teşhis, terkip ve tefekkür melekesine sahip ender yazarlarımızdan Ahmet Selim (Zeki Önal) Beyefendi de,
‘Maneviyat büyüklerini anlamak’
Başlıklı makalesinde, Süleyman Efendi hazretleri ile alâkalı, dikkate şâyan şu farklı tesbit ve değerlendirmelerde bulunuyor:
“Ziraî mahsulün (ortaya çıkmadan önce) satılmasıyla alâkalı olarak (yetiştirdiği) talebeleri (Süleyman Efendi Hazretleri’ne) bir soru sorar…
Bir kaynak ismi vererek, araştırılması tavsiyesinde bulunur.
Soruyu dinleyip bilahare cevabını verebilirdi… Zaten talebeleri, ‘sorup, ayaküstü bir cevap beklemek’ tavrında değil, ‘arz etme’ adabı içindedirler. Bir inkıta da olmazdı.
Öyle yapmıyor. ‘Araştırınız’ diyor. ‘Yetiştirilmiş’ insanlar, araştırırlar… Başka bir vesileyle, ‘Ben sizi rüşte eriştirdim, (mes’ûliyet şuuru içinde) kendi kararınızı kendiniz verin’ manasında iş‘ârı olmuştur. Doğru eğitim usulü de esasen budur.
Talebeleri meseleyi araştırırlar; fakat sadece bir kaynağa bakmakla iktifa ederler. Oradaki kavil, satışın câiz olmadığı şeklindedir. İtirazlar vukû bulunca, tekrar mürâcaat etmek ihtiyacını duyarlar.
Bu defa verdiği ders şudur: Bir yere bakmakla iktifa etmenin doğru olmayacağını, ‘maslahata uygunluk’ açısından râcih kavlin ne olduğunun araştırılması gerektiğini söyler. Öyle yaparlar ve ‘mesele’ halledilir.
Buradaki gaye, sorulan meseleyi halletmek değil, o vesîleyle usûl dersi vermektir.
İmam Şafiî’ye (rh.) ait olduğunu sandığım bir söz vardır. Âlim olmak demek, her meselenin cevabını ezberlemek değildir; bir meselenin doğru cevabını bulabilmek ve kavrayabilmek demektir. ‘Usûl dersi’ dediğim şey, işte bu hakikati öğretme dersidir.
Bana çok tesir eden bir başka naklî tesbitim şudur:
Talebelerinden biri, bir gayr-i müslim vatandaşa borçludur. Fakat adam vefat etmiştir.
‘Yakınlarını arayın bulun, onlara ödeyin’ der. Kimse bulunamaz… Gayr-i müslim vatandaşın hakkı, ödenmeden kalacak! Sonunda şu yolu gösterir: ‘Git, bağlı bulunduğu kiliseyi öğren. Parayı oraya ver.’ Yani: Üzerimizde gayr-i müslim vatandaşın hakkı kalmasın! Daha niceleri var… Bunlar hep, yakınında bulunan ve muayyen hususiyetlere sahip olanların naklettikleri…
Büyükleri anlamak da zordur, onlardan nakilde bulunmak da…
Üslûbunun seviyesini kavramamışsanız, hafızanızda kalanlar sizin idrakinizden geçebilenlerdir. Samîmi olmanız yetmez; samîmiyet ‘gerekli şart’tır, ama ‘yeter şart’ değildir.
Süleyman Efendi’nin (k.s.) işte bundan dolayı, yazılı olarak anlatılabilmiş olduğu kanaatinde değilim. Yukarıda bahsettiğim ‘naklî kifayet’ hasletlerine sahip talebelerinden faydalanarak bu boşluğun doldurulmasında bir hizmetim olmasını çok istedim. Hâlâ da istiyorum ve bu yöndeki çalışmalarımı sürdürüyorum.
Tamamlamak nasip olur mu olmaz mı, bilemiyorum. Fakat ‘kıvam’ şartlarının tamamlandığına kani olmadıkça, ortaya bir şey çıkarmam. Aradığım mükemmeliyet değil, mes’ûliyet şuurunun zarurî kıldığı tatminkârlıktır. Eski Ufuk koleksiyonunu açın, üç-beş kişiyle de konuşun; 5-10 tane kitap yazarsınız. Bu çeşit derlemeler zaten var.
Meselenin emek bekleyen hizmet yönü, bence fikrîdir. Küllîdir, terkîbidir ve bunlara bağlı olarak fikrîdir.
Süleyman Efendi (k.s.) tasavvufta, İmam-ı Rabbânî’ye (k.s.) bağlıydı. Talebelerine, ‘Onun evlatlarısınız’ demiştir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni ve tecdîdini bilmeyen, Süleyman Efendi Hazretleri’ni anlayamaz da anlatamaz da…
Mahir İz Hoca, ‘… İmam-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî es-Serhendî’yi âsârı ve mektûbâtıyla dikkatle gözden geçirmek lâzımdır’ diyor. (3) Niçin lâzımdır? Bir önceki parağrafında belirtildiği gibi, doğru tasavvufu (Ehl-i Sünnet tasavvufunu) anlamak için lâzımdır.
Süleyman Efendi Hazretleri’nde, sıhhatli nakillere nazaran gördüğüm dört mümeyyiz ve hâkim vasıf var:
- İstikamet,- İlim,- Muhabbet... ve tefekkür.
Münhasıran kerametinden ve (mücerret hâliyle) aksiyonundan söz etmek, bence onu anlamamaktır. Kerametler gelir geçer, kalıcı olan istikamettir. Aksiyon, şartlara tâbidir. Başlar, biter, dönüşür; devamlılık, aksiyona vücut veren ruhtadır. Muhtevadadır.
Ve mâneviyat büyüklerini anlamak mevzuunda bu açıdan sıkıntılarımız vardır…”
***
SÜLEYMAN EFENDİ (K.S.) HAZRETLERİNİN VEFATI
Onu görenlerden ve hâlen hayatta olan talebelerinin anlattıklarına göre, Süleyman Efendi hazretleri ömrünün son yıllarına doğru camilerde, yalnız ramazan ayı içerisinde va‘z ederlerdi. Ramazan-ı şerîfin son günlerindeki va‘zlarında da, “İnşâallah bu bahsimizi gelecek ramazanda tamamlarız” buyururlardı.
Dünyü âleminden göçecekleri seneki ramazan va‘zlarında ise, “Bu bahsimizi seneye ramazanda tamamlarız” diye söylememişler ve o sene irtihal etmişlerdi.
Müntesiplerinden Mehmet Akçalıoğlu irtihal ettiği zaman Süleyman Efendi hazretleri, “Mehmet Bey bize 40-50 gün daha lâzım idi. Ama acele etti” buyurmuşlar... Tam 45 gün sonra da kendileri irtihal etmişlerdir.
***
1959 Ağustos’unun son haftasında İstanbul / Rami Topçular’da talebelerine hitaben şu vecîz beyanlarda bulunmuşlardır (mealen):
“Evlatlarım! Kardeşlerim! Efendiler!
Tevhitçe bu âlem, Allâhü Teâlâ’nın zâtının, sıfâtının, esmâının, ef‘âlinin eseridir.
Tasavvuf ve maneviyatça Allâhü zû’l-Celâl’in zatının sıfatının esmasının ef‘âlinin zıllidir.
İnsan hiç zıll (gölge) ve eser peşinde koşar mı? Dünya maişeti, insanın gölgesi gibidir. Allah’a bağlı olanların peşinden gelmeye mecburdur. Yürürken insanın sırtı Güneşe gelse gölge önüne düşer.
Ne kadar koşsa ona yetişemez o koştukça gölge de koşar. Fakat Güneşe karşı gider de gölge arkaya düşerse, Güneş insanı tâkib eder, peşini bırakmaz. İşte Allah’a bağlı olanların rızkı ve dünyası da buna benzer.
Bu yoldan ayrılmayınız. Vahdet-i vücûda sapmayınız. Kerâmet peşinde koşmayınız. Hiçbir zaman ülûm-i müsbeteyi ulûm-i İlâhî üzerine tercih etmeyiniz.
Evlatlarım! Biz bugüne kadar imkân nisbetinde bütün gücümüzü sarf ederek din-i mübîn-i İslâm’a hizmetimizi yapmaya çalıştık. Bu vazifeyi ve bu mes’ûliyeti bundan sonra siz götüreceksiniz.
Bizim vazifemiz bitti, artık bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz, bunu yapmadığınız takdirde, şu on parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız.
En namüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi geçse ona Kur’ân’ı ve dini öğreteceksiniz.
Siz Allah’ın memurusunuz, Kitâbullah’ın memurusunuz, Resûlüllâh’ın memurusunuz, feyz-i Muhammedî’nin tevzi‘ memurusunuz. Memuriyet vazifenizi hakkıyla îfa etmediğiniz takdirde, yarın sizlerden ben dâvâcı olurum. Burada bulunanlar, bulunmayanlara aynen bunları tebliğ etsinler. Bir daha görüşmemiz mümkün değildir. Görüşmemiz İnşâallah rûz-i cezada olur.”
Dışarıya çıktıktan sonra durarak tekrar talebeye dönüyorlar. Bu esnada yanında bulunan Konyalı Mustafa efendi, “Efendim, taksi hazır” dediği zaman, “Dünya gözüyle bir daha göreyim evlatlarımı... Ne yapalım, yer melâikelerinden ayrılıyorum” diyerek veda edip, irtihallerinin yakın olduğuna işaret buyurmuşlardır.
***
Süleyman Efendi kuddise sırruh hazretlerinin –bir ömür boyu devam eden bu çileli ve yorucu mücâdele ve mücâhedesinin nihâyetine doğru– öteden beri muztar bulundukları şeker hastalığı ağırlaşmış ve kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen bir türlü düşürülememiş... Ve Milâdî 16 Eylül 1959, Hicrî 13 Rebîulevvel 1379 Çarşamba günü her fânî gibi, Istanbul / Kısıklı’daki hâne-i şeriflerinde Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuşlardır.
O büyük zâtın hayatına tahammül edemeyenler, memâtına da tahammül edememiş; cenazesinin, daha önce resmî müsâade alındığı halde, Fatih câmii hazîresine defnine mâni olmuşlardı. “Karacaahmet mezarlığında, polisin kazacağı bir kabre defnedeceksiniz!” denilerek en tabiî hakkı olan Fatih’e defni, gayr-i hukukî, hatta gayr-i kanunî bir şekilde engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa yakasına geçmesine mâni olunmuştu.
Na‘ş-ı şerifleri, Altunizâde camiinin musallâ taşında saatlerce bekletilmiş... Fatih’e defnedilmesi için yapılan teşebbüsler fayda vermemiş... Cenaze namazı orada kılınarak, Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir.
O, vazifesini tamamiyle ve kemaliyle îfa etmenin huzûru içinde Hakk’ın rahmetine kavuşurken, Allah (c.c.) ve Resûlü yolunda, i‘lâ-yı kelimetullah uğrunda canla-başla hizmet etmek üzere, binlerce talebesini bırakarak bu âlemden ayrılıyordu.
Bir başka ifadeyle; cehd, çile, iman, ilim-irfan, feyz-i Muhammed ve nûr-i İlâhî ile dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken, geride; yüce İslâm dâvâsına şartsız-pazarlıksız, sarsılmaz bir iman ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
O, bu hâli ile Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in, “Kişinin (vefatından sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: Kendisine duâ eden sâlih bir evlat, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i câriye, kendinden sonra amel edilen bir ilim” mealindeki müjdelerine hakkıyla mazhar olmuş, pek bahtiyar ve pek muhterem bir zâttır.
Çünkü o, az veya çok malik bulunduğu malını-mülkünü talebeleri için harcamış; sahip olduğu ilmini onlara aktarmak için, karakol-karakol dolaşmayı, îdamla muhâkeme olunmayı, tabutluklarda ve zindanlarda çile çekmeyi göze almış, hayatını hiçe sayarak bütün ömrünü Kur’ân dâvâsına hasretmiş, emsâline ender rastlanan âlim, ârif, fâdıl bir mürşid-i kâmil ve mükemmildi. (Kaddesallâhü sırrahül azîz)
***
SÜLEYMAN HİLMİ TÜNAHAN (K.S.) HAZRETLERİNİN İRŞAD VAZİFESİ İLE ME’MUR OLDUĞU DEVİR’E KISA BİR BAKIŞ: !!!!
Devir; Bin yıllık şerefli bir mâziye sâhip olan Türk Milleti’nin iç ve dış düşmanlarının ihânetine uğrayarak, koca imparatorluğun yıkıldığı, bununla da kalmayıp, Din âlimlerinin yok edilip, bu milleti Dîn’inden ve imanı’ndan mahrum etmek için çok büyük gayretlerin sarfedildiği, İslâm tarihinin belki en karanlık günleridir.
İşte böyle bir dönemde Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri Cenâb-ı Hakkın inâyetiyle bu milletin imdâdına yetişmiş, ALLAH demenin bile yasak olduğu bir devirde Kur’ân Kurslarını hizmete açarak Din âlimleri yetiştirmiştir.
Büyük Müceddid Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri, Yüce Allah’ın nusreti-yardımı- ile Dîn-i İslâm’ı tecdîd, - asr-ı saâdetteki aslına, sâfiyetine - uygun şekilde ihyâ için seçip gönderdiği, Vâris-i Rasûl, Kâmil ve Mükemmil Mürşid ve asırlarda nâdir zuhûr eden büyük bir irşâd kutbu, Ma’nevî tasarruf sâhibidir.
Zâhirî ve batınî şerîatı ihyâ vazifesi ile gönderilmiş olduğu için hayatının her safhasında Sünnet-i Rasûlüllah’ı düstur edinmiş, yaşadığı devrin zulmüne karşı Hazreti Kur’ân’la, ilim ve hılmi ıle karşı koymuş, bütün tehdit ve tehlikelere, kendilerine karşı yapılan çirkin tertip ve iftirâlara karşı yılmadan, büyük bir sabır, metânet ve fedâkarlıkla, Hak yolunda devâm etmiş, hülâsa bir devri omuzlarında taşımış, büyük bir mücâhid’dir.
Süleyman Efendi, 1 Haziran 1920 tarihinde Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinde müderrisliğe başlamıştır. Ancak onun müderrislik hayatı fazla uzun sürmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda kalmıştır.
Medreselerin kapatılması haberi İstanbul’daki medreselerin müderrislerinin cemiyetinde hararetli tartışmalar sebep olmuştur. O dönemde bu müderrislerin sayısı 500-520 civarındadır. Bu kanunla hepsinin asil vazifesi olan müderrisliklerine son verilecek, kendileri de hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni vazifelere tayin edileceklerdir. Müderrislerin hemen hepsi bu fiili durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardır. Yalnız Süleyman Efendi, bu hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep olacağını düşünmüş ve diğer arkadaşlarına şu ikazları yapmıştır:
“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup, onlara dini öğretirseniz asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderrisler, hiç de istekli görünmemişlerdir. Süleyman Efendi sonunda arkadaşlarının bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hükümetimizin hara-i umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mali müzayaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..” şeklinde devam eden telgraf çekmeye ikna edebilmiştir.
Fakat cevaben gelen telgrafta şöyle denmektedir: “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı müstelzimdir.”
Böylelikle Süleyman Efendinin müderrisliği sona ermiş ve kendisi İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim bayrağını çeken diğer müderris arkadaşları ona şu öğütte bulunmuşlardır: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.” O ise bu sözlere şu cevabi vermiştir: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasulullah’ın, Kitabullah’ın ve din-i mübin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur.”
Süleyman Efendi İstanbul vaizliğine tayin edilmiştir ve önünde iki yol vardır: O da diğer arkadaşları gibi ya vaizlik yapıp köşesine çekilecek, hiçbir şeye karışmayacak ve yahut da dedelerinin uğrunda oluk oluk kan döktüğü Kur’an’ı ve ondan neşet eden ilimleri, o şehitlerin torunlarına da öğretme davasını omuzlamak suretiyle ruhundan, özünden koparılmaya çalışılan yeni İslam ve Türk nesline feyz-i İlahi’yi, nur-u İlahi’yi aşılama davasını üstlenecekti. Birinci yol ne kadar rahat ve kolaysa ikinci yol da o kadar meşakkatli ve zordu. O ikinci yolu tercih etmiş ve o günden sonra talebe okutmayı hayatinin bir davası olarak görmüştür.
***
EBU’L-FARUK SÜLEYMAN EFENDİ HZ. KS. 1957 SENESİNDE MEVLANAYI ZİYARETLERİ..
Konya da 1951 den beri dini hizmetlerde bulunan Düzceli, Topraklık Yakutlu Camii imamlığından emekli olan ve pek çok hafız yetiştiren (2015 yılında vefat etti, Allah rahmet eylesin) İbrahim Dinç, Üstazı Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin Konya’yı ziyaretlerini şöyle anlatıyor:
Üstazım Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri (K.S.) 1957 yılında davetimiz üzerine Konya’ya Beypazarlı Hacı Baha bey ile beraber teşrif buyurdular Merhum Hacı İbrahim Gedik beyin evinde iki gece müsafir kaldılar. Bir akşam kalabalık bir cemaat toplandı uzun süren pek feyizli bir sohbette bulundular.
İki gün H. İbrahim Gedik beyin evinde kalan Efendi hazretleri (K.S.) üçüncü gün bu âcize hitaben; “evladım İbrahim bu akşam sizde misafir kalacağız” deyip Kadılar sokaktaki fakirhaneye şeref verdiler evimizin yakınındaki kira ile tuttuğumuz binadaki kursumuzda sabah namazını müteakip evrad-ı şerif okudular.
Çok feyizli ve ruhani bir hava mevcuttu. Orada hazır olan talebe ve cemaatin hepsi huzur ve huşu içerisinde dinlediler. O anda bütün cemaati manevi bir hava kaplamıştı. Feyz-i Muhammedi, nur-u ilahi adeta nehir gibi akıyordu.
Sabah kahvaltısından sonra Hacı Süleyman Öztoprak amca gelerek halasının vefat haberini ve Efendi hazretlerine duyurmamı söyledi. Efendi hazretleri (K.S.) bir müddet murakabeden sonra “o hanım mevtanın cenaze namazını kılmak bize de vacip oldu” buyurdular. Sultan Selim camiinde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra H. İbrahim Gedik Hacı Baha bey ve Efendi hazretleriyle yürüyorlar ben acizde peşlerini takip ediyordum. Gidişimiz hazreti Mevlana’yı ziyaret maksadıyla idi, günlerden Salı idi.
0 tarihlerde Mevlana türbesi Salı günleri ziyarete kapalı tutuluyordu. Bizim hazret-i Mevlana’yı ziyarete gidişimizi öğrenen arkadaşlardan birisi H. İbrahim Gedik beye hitaben dediler ki “Hacı İbrahim bey bu gün Mevlana türbesi ziyarete kapalıdır kimseye açılmaz, Efendi hazretlerini oraya kadar zahmet ettirmeyin.”
Bu ses imam Hasan Çakın Efendinin sesiydi. Efendi hazretleri bu sesi duyduğu halde hiç itibar etmeyip yürümelerine devam ettiler. Aynı zat duymadılar zannederek daha yüksek bir sesle sözü tekrarlayınca Efendi hazretleri H. İbrahim Gedik beye dönerek şöyle buyurdular: “Mevlana hazretleri misafirperverdir misafirlerini geri çevirmez o bizi kabul buyururlar”
Hayret etmiştik, Efendi hazretleri Mevlana türbesinin dış kapısına kadar yürüdüler. Tam kapının önüne gelip zile basıldı ve hemen kapı açıldı Müze müdür muavini Necati Elgin bey Efendi Mevlevilerin usulü üzerine ellerini bağlamış kemal-i edeb ve hürmetle eğilerek:
- Buyurunuz Efendi hazretlerimiz diye karşıladı.
O anda biz kendimizi kaybettik sebebine gelince o gün Salı günü Hz Mevlana türbesinin kimseye açılması mümkün değildi. İkincisi de müze müdür muavini Necati Elgin Bey Efendinin Süleyman Efendi hazretlerini nasıl ve ne zaman tanımış olmasıydı. Hayret ettik o zaman ben gayr-i ihtiyari olarak İbrahim Gedik beyin yanına yaklaşıp dedim ki:
- Hacı amca müze müdürü Necati Elgin beye Süleyman Efendi hazretlerini nereden tanıdığını sorar mısınız? Hacı İbrahim Gedik Bey, Necati Elgin beye hitaben: “Efendi hazretlerini eskiden tanıyorsunuz her halde” deyince müze müdür muavini Necati Elgin bey şöyle konuştular:
- maalesef bu güne kadar Efendi hazretleriyle müşerref olamamıştım ancak bu gece mana âleminde Hz Mevlana zuhur ettiler ve buyurdular ki: “kalk evladım kalk kutbu’l-aktab süleyman hilmi tunahan hazretleri beni ziyarete geliyor beni ziyaret ettirmek üzere hazır ol.”
Müze müdür muavini Necati Elgin bey Efendi heyecanlı konuşmasına şöyle devam ettiler:
-gaflet edip uyuyakalmışım, aynı şekilde Mevlana hazretleri tekrar ikazda bulundular yine uyuya kalmışım bu defa üçüncüsünde yakamdan tutarak Hz Mevlana kendisi bizzat kaldırdılar. Kalktım abdestimi aldım sabah ezanları okunuyordu, namazımı kıldım türbeye vardım, kapıyı açıp odamda bekledim, kuşluk oldu öğle oldu kimse gelmedi, üzüntü içinde öğle namazımı kıldım her halde türbe kapalıdır düşüncesiyle gelmeyecekler diye düşündüm ve çıkıp gitmek üzereyken zil çalındı. Bildim ki Mevlana Hazretlerinin tavsif ettiği zat geldi. Süleyman Hilmi Tunahan hazretleriydi. Böylece ilk defa müşerref oluyorum.
Kapıdaki Mührü Kopardı
Müze müdürü Necati Elgin bey Efendi o gün türbenin açılması yasak olduğu ve kapı mühürlü bulunduğu halde her türlü mesuliyeti üzerine alarak kapıdaki mührü kopardı ve türbeyi ziyarete açtı. Efendi hazretleri doğruca Hz Mevlana’nın huzur-ı maneviyelerine vardılar. Orada da bir müddet tefekkür ve murakabeden sonra duada bulundular bizler de dualarına âmin dedik.
Hacı İbrahim Gedik Bey Efendi hazretlerine “şöyle türbeyi bir dolaşalım” deyince Efendi hazretleri buyurdular ki “o zaman ziyaretin bir manası kalmaz.” Biz hazreti Mevlana’yı ziyarete geldik, diyerek duadan sonra izleri üzere dönüp ayrılırken ağlamaklı olan Hacı İbrahim Gedik’e ve bize şunları söylediler:
- Bu halleri görerek sakın ha kerametimize hükmetmeyin. Cenab-ı hakkın kendi dinine kendi kitabına hizmet edenlere iltifatından başka bir şey değildir bu.
Müze müdürü Necati Elgin beye veda edip ayrılırken şöyle buyurdular:
- Siz evrad-ı mevleviyyeyi okuyorsunuz. Biraz da Evrad-ı Bahaiye (Nakşî Evradı) okuyunuz, iyi olur. Necati Elgin Bey de gerçekten evrad-ı mevleviyi okuduğunu söyledi ve söz alarak dedi ki:
- Yıllardır bu müzede idarecilik yapmaktayım yerli yabancı binlerce âlim, profesör ve devlet adamı gelip ziyaret etmekteler. Fakat bu zat-ı şerifteki kemâlâtı hiç birisinde görmedim.
Hz üstadımızın evinde misafir kaldıkları Hacı İbrahim Gedik Bey ile Efendi hazretlerinin Konya’dan ayrılışından sonra görüştüğümde kendisinden durumu nasıl gördüğünü sordum. Şöyle ifade ettiler: Süleyman Efendiye (K S) tahsis ettiğim odamdaki yatak akşamki hazırladığım gibi hiç açılmamış bir vaziyette duruyordu.
O geceki gördüğüm harikulade hallerin tesiriyle bende sabaha kadar uyuyamadım. Zaman zaman dışarıya çıkıp misafirimin kaldığı odanın kapısına geldiğimde o zat-ı muhteremin ağlayarak cenab-ı hakka “ya rabbi şu Konya’nın kazalarına, kasabalarına, köylerine ve ümmet-i Muhammed’e hizmet etmek için Kur’an kurslarının açılmasını ihsan et” diye yalvarıyordu.
Aradan bir hafta geçmişti rüyamda Süleyman Efendinin (K S) namaz kılıp Allaha iltica ettiği seccadenin serili bulunduğu köşede Rasülüllah’ı gördüm. Hala o manevi havanın tesiri altındayım”
Ben bu sıralarda çok baş ağrıları çekmekteydim, kalbimde çarpıntı vardı. Bu hastalığımı Efendi hazretlerine arz edeyim diye niyet ediyor fakat bir türlü söyleyemiyordum.
Nihayet Efendi hazretleri Çumra’ya gidip ve oradaki talebeleri ziyaret edip Çumra’dan geldikten sonra garaja uğurlamak içingittiğimizde Efendi hazretleri otobüse binmişti.
Bir müddet sonra indiler ve gelerek “evladım bir diyeceğin var söyle” deyince bende baş ağrısından ve kalb çarpıntısından şikâyetimi arz ettim. Dua ve teveccüh ederek “geçer endişe etmeyiniz” buyurdular. Çok sürmedi başımın ağrısı kesildi, o günden itibaren rahatsızlığım da olmadı, Allaha şükür.
Ve Efendi hazretlerini otobüsle yolcu ettiler.
(İbrahim Dinç Hoca Efendinin Ufuk Gazetesinde yayınlanan mülakatından)
***
HİKMETLİ SÖZLERİ..
Ebu’l-Fâruk Süleyman Hilmi TUNAHAN (K.S.) (SİLİSTREVÎ) Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Bu dünya, gölgeye benzer. Nasıl ki arkanı Güneş’e dönsen gölge önüne düşer. Arkasından ne kadar gitsen, yakalamak kabil olmazsa dünya da aynen bunun gibidir.
Peşinden gidenlerin daima bir adım önünde olur. Fakat insan, Güneş’e dönüp ona doğru yürürse gölge arkasına düşer, peşini hiç bırakmaz. İnsan, gölgenin peşinden gider mi? Mühim olan Hakk’a dönüp gölge misali, dünyayı kendimize tâbi kılmaktır.
Dünya için koşan, âhireti kaybeder. Âhiret için çalışan, dünyayı da kazanır. Eğer bir ağacı yerinden alır götürürsen, gölgesi de beraber gelir. Çünkü âhiret asıl, dünya ise onun halefidir.”
“Kıyamet gününün dehşetinden herkes, orada zikretmeye başlar. Melâike-i Kirâm da onlara ‘Zikrin yeri geçti. O, dünyada olacaktı.’ derler.”
“İnsanı hayırdan ve irşâddan alıkoyan yegâne şey nefistir. Yetmiş iki şeytan kuvvetinde olup bütün vücuda dağılmıştır. Merkezi ise iki kaşın arasıdır. İnsan bazen gazaba gelir; yararım, kırarım der, ebeveynine âsî olur. İşte bunlar hep nefsin mahsulüdür. Bu hâllerden kurtulmanın yalnız bir tek yolu vardır; o da ancak râbıtadır.”
“Her gün, hakk-ı Kur’ân 200 âyettir. Elli ihlâs-ı şerîf okunursa Kur’ân-ı Kerîm’in hakkı ödenmiş olur. Buna riâyet eden bu vesile ile dünyada hiçbir sıkıntı görmez. Rızkı da geniş olur.”
“Âfet ve belâlar üç sebepten gelir:
O adam itaat etmiyorsa itaat edip ibadete başlasın diyedir. Şâyet isyana devam ederse onun için ceza olur. İbadete başlarsa hakkında aff-ı ilâhî tecelli eder.
İtaat ediyorsa âfet gelince vazgeçerse onun için cezadır. İbadete devam ederse affa mazhar olur. Eğer biraz ziyadelik gösterirse onun hakkında terfî-i derece (derecesinin yükselmesine vesîle)dir.
Zevk ve feyz hâlinde ibadet ederken gelirse eğer ondan sonra feyz azalırsa onun için aff-ı ilâhîdir, çoğalırsa terfîde büyüklüktür.”
***
SİGARA HARAMDIR :
Son devir dersiâmlarından Nakşî yolu Müceddidin kolu silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) hazretleri de şöyle buyururlar (özetle): "Sigaranın içiminde dünyevî bir menfaat yoktur. Bir müddet sonra bedene ait olan zararları sabitleniyor yani gözle görülecek hale geliyor. Manevî zararının ise haddi hesabı yoktur. Bu büyük bir musibettir. İşte bundan ötürü, şu halde sigara içmek manen ve madden muzırdır, haramdır".
“” Hulâsa; tütün bir gıda değildir, şifa veren bir ilaç hiç değildir. Bilakis israftır, eza verici bir şeydir, zehiri ve zararı herkesçe müsellem bir maddedir. Başta astım, verem, kanser gibi rahatsızlıklar olmak üzere pek çok hastalığa alenen davetiye çıkartmaktır.
“”Düşünsenize; kişi, karnını doyurduktan sonra yemeğe devamda kerahet bulunduğu, zararlı olacak derecede fazla bir şey yemenin haram olduğu inkârı kabil olmayan bir gerçektir. Bu hakikat karşısında, çocukların ekmek parasını sigaraya ipotek etmek, israf değil de nedir?!
“”Yüce dinimiz İslâm, ağız kokularını gidermek için misvak kullanmanın sünnet olduğunu hükme bağlamıştır. Ayrıca çiğ olarak sarımsak, soğan ve pırasa yiyenlerin cemaate eza vermemek için camiye gelmelerine izin vermemektedir. Sarımsak ve soğan kokusuna rahmet okutturacak kadar fena bir râyihası bulunan tütünü içmek, misvak sünnetinin teşrîindeki hikmete tamamen aykırıdır… Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının (r.anhum) yoluna-teâmülüne aykırı bulunduğu için bir bid’attir.
“”Sigara müptelası bir şahıs ile camide aynı safta yan yana durma bahtsızlığına/talihsizliğine uğramış bir kimseye sorunuz! Onun yanında geçirdiği sıkıntılı dakikalar ne kadar uzun ve çektiği işkence ne denli büyüktür.
***
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, sabah namazını cemaatle kıldığı şehzadebaşı camiine bugünkü gibi mahrumiyet günlerinin bir sabahında birkaç evladı ile beraber gelip imam ve müezzinlerden hiç birinin gelmediği ve kapının da açılmadığını görünce Caminin kapalı kapısı önünde yanındakilere Namaz kıldırdıktan sonra derin ve içli ağlayışları ve gönülleri eriten yalvarışı ile şöyle iltica buyurmuşlardı:
"Ya Rabbi! İçeri koymadın amma, kapına kadar getirdin, Sana Hamdolsun! Sen bize darıldın amma biz Sana darılmadık..."
Biz de mübarek cuma gecesi ve gündüzünde yalvaralım Rabbimize:
"Ya Rabbi, bizler hatalarımız günahlarımız yüzünden seni darılttık, bize bütün cami ve mescidlerin kapılarını kapattın.
Lütfuna ve sonsuz merhametine sığınıyoruz, biz günahkarları affet. Eğer sen bizi affedersen bu senin şanındandır, ihsanındandır. Ama sen bizi affetmezsen biz hangi kapıya gidelim, bizi kim affedebilir ki?
Habibin ve dostların, senden neyi istedilerse biz de senden onu istiyoruz ikram eyle Ya Rabbi.
Habibin ve dostların, neyin şerrinden sana sığındılarsa biz de onlardan sana sığınıyoruz, muhafaza eyle Ya Rabbi..!"
***
SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S.) HAZRETLERİ’NİN HAYATININ SON GÜNLERİNDE TALEBELERİNE YAPTIĞI VASİYET MAHİYETİNDEKİ KONUŞMASINDAN BAZI BÖLÜMLER ..
Evlatlarım! "Bizim yolumuz Iman, Islâm ve Ahlâk-ı Muhammedî’yi aşılamaktan ibarettir. Gâye: Rıza-î Ilahîdir. Vasiyetim olsun; tefrikaya düşmeyin. Kavmiyet gütmeyin. Ehli Sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayın.
Sizler rızka değil, Razzâk’a bağlanın. Unutmayın! Sebebe bağlananlar, sebeb-i hakîki olan Hazret-i Mevlâ’nın lütuf ve ihsânından her zaman mahrum kalırlar.
Evlatlarım! Ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. Insanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevlâ’nın ilmini okudunuz. O, insana iki cihânda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. Bu ilimleri okuyan dâima, "Ben Allah rızası için okuyacağım. Okuduklarımı da Ümmet-i Muhammed’in evlâdına Allah rızası için öğreteceğim. Bu suretle batağa düşmüş insanları kurtarmağa calışacağım diye düşünmeli ve gâyesi hep böyle olmalıdır.
Evlatlarım! Dîni dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyâta karıştırmayın. Din hizmetleri sadece Allah rızâsı için yapılır. Hiçbir zaman, his ve tecrübeden ibâret olan ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i İlâhî (dünyaya ait ilimleri Din ilimleri) üzerine tercih etmeyin.
Sizler, Allah’ın me’mûru, Peygamberin me’mûru, Din-i mübînin me’mûru, kitâbullâhın me’mûru, füyüzât-ı İlâhîyi tevzî me’mûrlarısınız. Allah’ın zâtını, sıfâtını, Peygamberin sünnetlerini, Dînin, Şer-i Şerifin hükümlerini, Allah’ın kitâbını bilmeyenlere kitabullâhı öğretip, kalblerine feyz-i İlâhî aşılamakla me’mursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti Muhammed’i Allah rızası için bataktan kurtarmaktır.
Rütbesi yüce olan bu işin, mes’uliyeti de büyüktür. Buraya kadar getirdiğimiz emânet ve kıyâmete kadar devam edecek olan ulûm-i İlâhînin devâmı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazifesini yapmayanların, kıyâmet günü on parmağım yakasında olacak" ...
Talebeleri de, Üstazlarının çizgisinde devam ederek, O’nun fikirlerini bugüne taşıyarak, dünyânın her yerinde, nerede Müslüman Türk varsa, hatta insan var ise oralarda bu minvâl üzere hizmetleri götürmekte ve sürdürmektedirler.
***
ANADOLU topraklarında İSLAM DİNİNİN en büyük YARALARINI aldığı DÖNEMDE bütün İLİM adamları ALLAH lafzını SÖYLEMEKTEN korkarken,
SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN Efendi Hazretleri Kur’an-ı Kerim’in UNUTULMAMASI için MÜCADELE etmiştir.
HAK sübhânehu ve teâlâ, EVLİYÂYA inanmakla ve bu YÜKSEK insanları SEVMEKLE , hepimizi şereflendirsin!
SİYASETTEN UZAK DURMUŞTU!
SÜLEYMAN EFENDİ hiçbir zaman SİYASET yapmamış, SİYASETİN içinde olmadığı gibi SİYASET yapılan MEKÂNLARDAN da özellikle UZAK durmuştur.
Ebul Faruk SÜLEYMAN HİLMİ Tunahan (ks) Hazretleri bu HUSUSTA
“Bizim PARA, PUL, MEVKİ, makam, SİYASET, politika, KAVGA ve GÜRÜLTÜYLE işimiz yok.
İstisnasız, her MÜSLÜMANIN ÇOCUĞUNU da okuturuz. Bir tek fert geri
dönmüşse HABER versinler.” demiştir. BUYURMAKTADIRKİ!!!
EĞER DİN adamları, TUTULMUŞSA mal, PARA ve DÜNYAYA, DİN adamı DEĞİL de, DÜNYA adamlarıdır.
Ve HATTA insanların en ALÇAĞI bunlardır.
71 yıllık ömrünü İSLAM’A KUR’AN-I KERİM’E adayan SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN Efendiyi VEFAT YILDÖNÜMÜNDE, RAHMET ile anıyoruz.
ALLAH cc rahmet eylesin MEKANI CENNET olsun İNŞALLAH.
16.09.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.