6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1340
Okunma

Yılmaz Güney, görsel sanat araçlarının sözel sanat araçları üstündeki yengisinin bir simgesi olarak görülebilir belki. Çoğunluk onu sinemacı olarak tanırken, o, aynı zamanda edebiyat tarihine girmiş ve girmeye devam edecek bir romancı ve öykücü. Yılmaz Güney’in 1971’de yayınlanan ilk romanı ‘Boynu Bükük Öldüler’, filmleriyle koşut giden bir anlatım ve olay örgüsüne dayanıyor. Ancak, sinema dili sıklıkla olayları gösterir ve anlatmaz. Anlatmaz anlatmasına ama gerekirse anlatabilirdi de. Olaylar bir anlatıcının ağzından aktarılabilir; fakat bu, genellikle göstermesi beklenen filmsel anlatının hantallaşıp ağırlaşmasına yol açar. Romanın ise gösterme şansı yoktur; yalnızca anlatma olanağı sözkonusudur. Bunun için iyi bir film anlatıcısı ile iyi bir romancı nadiren aynı kişilikte birleşir. Yılmaz Güney bu açıdan özel bir konuma sahip.
Kitaba yazdığı önsözde Fethi Naci, dengeli bir yorumda bulunuyor. Ustanın ilk romanının eksik yönlerini de dile getiriyor; fakat güçlü yanlarının ağır bastığını söylüyor. Onda bir Yaşar Kemal tadı buluyor. Gerçekten de hem anlatımda hem de geniş dağarcıklı yerel dil kullanımında bu tat içkin durumda. Kimi köy romanlarında görülen karikatür düzeyinde yüzeysel kişiliklerin Güney’de görülmediğini söylüyor, ki bu, yerinde bir yorum. Güney romancılığı, sinemacılığının izleklerine ve anlatım/gösterim araçlarına fazlasıyla benzer izlekler ve araçlar kullanıyor. Ancak başta belirttiğimiz gibi, film anlatıcılarında olmayan roman dili ve anlatım güzellikleriyle Güney’cil sinema dilinden olumlu anlamda ayrılıyor; hatta bu dili çeşitlendirip geliştiriyor da diyebiliriz.
Önsözde ilk romanların özyaşamöykülerinden izler taşıdığını söylüyor Fethi Naci. Orhan Kemal için de geçerli olan bu durumu ‘Boynu Bükük Öldüler’de de bir ölçüde hissediyoruz. Başkişimiz Halil, Güney gibi Siverek doğumlu. Çocukken ailecek Adana’nın bir köyüne göçmek zorunda kalırlar. Halil, Türkçe’yi sonradan öğrenir. 3 yıl askerlikten sonra köye döner. Annesinin kemikleri bile kalmaz daha sonra, çünkü tarlaya çevrilmiştir mezarlık. Boynu büküklerin ölülerine sahip çıkmaya bile hakları yoktur. Topraksız köylü olarak zaten hayata geriden atılmak zorunda kalmıştır Halil. Üstüne de küçükken yetimlik ve öksüzlük binmiştir. Halil, anasız babasızken yanlarına aldıkları için ağalara minnet duymaktadır.
Köyün öğretmeni, imamın oğludur; Köy Enstitüsü’nde okumuş, köyüne dönmüştür. Köyde pantolon giyen tek kişidir. Aynı zamanda romandaki tek iyi insandır belki de. Köylü çocuklarıyla ağa çocukları aynı okulda okumaktadır. Öğretmenle ağalardan biri arasında tartışma çıkar; zaten konumları düşünüldüğünde çıkmaması beklenemezdi. “Biz çok okumuş adam gördük çook. Önümüzde el uvalayan, boyun büken çook okumuş adam gördük. Hem de ne mühendisler, ne avukatlar, ne doktorlar gördük. Benim param var, param. Bu para bende oldukça daha çok okumuş adam boyun eğer bana.” der ağa (s.137) ve bu, romanı özetleyen cümlelerden biri gibidir. Yenice Köyü, ağalık zulmünün hüküm sürdüğü, dayağın ve köleliğin sıradanlaştığı, birbirini ezmenin geçer akçe sayıldığı bir insanlık cehennemi olarak resmedilir. Ağalığın pedagojisi köyün en ufak kovuğuna kadar sinmiştir: “Köylü kısmını küçükken döveceksin ki dayağa alışsın. Kötü söz söyleyeceksin ki kötü söze alışsın.” der ağa (s.130). Halil’in minnetine karşı kötülüklerin daha baskın çıkması er ya da geç kaçınılmaz olacaktır.
Anlatının omurgası, ağalarla köle köylülerin çözülmez çelişkileri üzerinden gelişecek; ağaların genç kızlara ilişmesiyle doruğuna varacaktır. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu, kimilerinin yaptığı gibi büyükşehire (Adana’ya) göçmek olacaktır. Roman, bizi Adnan Menderes döneminde ABD’den getirtilen tarım makinelerinin gelişinden önceki son yıllara götürür: Arabacılar, at arabaları, öküz arabasıyla yolculuklar, makine yokluğunda karın tokluğuna aşırı çalıştırılan köle köylüler... Makineleşme de er ya da geç şehre göçü tetikleyecektir.
Yenice Köyü, köylü erkekler için bir cehennemse, kızlar ve kadınlar için bin katı daha beter bir cehennemdir. Hem erkekler hem kadınlar muhafazakar değerlerle kuşatılmış durumdadırlar. Azime gibi kişiliklerde bu değerlerin kadınlar tarafından da içselleştirildiğini görüyoruz. Romandaki kadınlar erkeklerden daha erkekçi değer yargılarına sahiptir. “Elalem ne der” düşüncesiyle hayatlar kolay kolay ve hızla karartılır... Kadına şiddet sıradan bir olaydır ve elbette erkeklerin okuma şansının çok çok düşük olduğu bu köyde (ağa çocukları dışında bir tek Remzi’nin okuma şansı olur), kız çocuklarının okuması zaten söz konusu bile değildir. Sınıfsal çatışma, cinsiyet rolleri ve kültürel çatışmalarla binbir boyut alır; ama ağa-köle köylü diyalektiği, özünde değişmez. Kitabın sonundaki horoz kavgası bölümü ise, Güney tarafından, bir maç anlatır gibi heyecanlı bir biçemle ve sınıf çatışmasına gönderme yaparak verilir. Bu bölüm, hem romanın son kilometre taşı olarak hem de bağımsız bir öykü olarak okunmaya değer.
Güney’in bir yazısında ‘komünizm propagandası’ yaptığı iddiasıyla atıldığı hapiste 1961’de 24 yaşındayken, 16 ay gibi bir sürede yazdığı kitap, 1963’teki yayıncı arayışından başlarsak ancak 8 yıl sonra gün yüzü görebiliyor. “Zaten ünlü bir sinemacı; illa ki bastırır” gibi bir durum söz konusu olmamış. Bazen, piyasa dalkavukları yerine, özgür sanat için direnen sanatsal kişiliklerin değerini geç anlıyoruz; özellikle de öldükten sonra. Yaşarken sevgimizi saygımızı esirgemesek ne olurdu...
Yılmaz Güney romancılığı, yoksulluğu okurun gözüne gözüne batırarak onu sıkan, hatta yumruğunu sıktırmak yerine moralini bozan, onu güçsüz hissettiren bir drama dizisine de toplumsal gerçekçi şovlara da hiç mi benzemiyor. Kişiliklerinin iç dünyasına giriyor; dışarıdan gözlemlenip kağıda dökülen, yazar ne isterse onu yapan yazınsal kuklalar değil onlar. Ama işi yine de zor Yılmaz Güney’in; çünkü romancı olarak tanınmak, sinemacı olarak tanınmaktan çok daha zor. Herkes film izleyebilir, okuması yazması olmayanlar bile; ama romana geldiğimizde, okur-yazarların içinde bile küçük bir azınlık okur romanları. Onlar da onbinlerce yüzbinlerce roman arasından nasıl bulacak Yılmaz Güney’i... Yine de Güney romancılığı, siyasal bilincin daha yüksek olduğu 70’lerde örgün eğitim düzeyi düşük olanların evlerine girebiliyordu. Yüksek eğitim düzeyi ve ilgi gerektiren romanın ezilenlerin evine girebiliyor olması... İşte Yılmaz Güney romancılığının başarısının bir ölçütü de bu olmalı.