- 803 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
‘Boynu Bükük Öldüler’: İlk Yılmaz Güney Romanı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yılmaz Güney, görsel sanat araçlarının sözel sanat araçları üstündeki yengisinin bir simgesi olarak görülebilir belki. Çoğunluk onu sinemacı olarak tanırken, o, aynı zamanda edebiyat tarihine girmiş ve girmeye devam edecek bir romancı ve öykücü. Yılmaz Güney’in 1971’de yayınlanan ilk romanı ‘Boynu Bükük Öldüler’, filmleriyle koşut giden bir anlatım ve olay örgüsüne dayanıyor. Ancak, sinema dili sıklıkla olayları gösterir ve anlatmaz. Anlatmaz anlatmasına ama gerekirse anlatabilirdi de. Olaylar bir anlatıcının ağzından aktarılabilir; fakat bu, genellikle göstermesi beklenen filmsel anlatının hantallaşıp ağırlaşmasına yol açar. Romanın ise gösterme şansı yoktur; yalnızca anlatma olanağı sözkonusudur. Bunun için iyi bir film anlatıcısı ile iyi bir romancı nadiren aynı kişilikte birleşir. Yılmaz Güney bu açıdan özel bir konuma sahip.
Kitaba yazdığı önsözde Fethi Naci, dengeli bir yorumda bulunuyor. Ustanın ilk romanının eksik yönlerini de dile getiriyor; fakat güçlü yanlarının ağır bastığını söylüyor. Onda bir Yaşar Kemal tadı buluyor. Gerçekten de hem anlatımda hem de geniş dağarcıklı yerel dil kullanımında bu tat içkin durumda. Kimi köy romanlarında görülen karikatür düzeyinde yüzeysel kişiliklerin Güney’de görülmediğini söylüyor, ki bu, yerinde bir yorum. Güney romancılığı, sinemacılığının izleklerine ve anlatım/gösterim araçlarına fazlasıyla benzer izlekler ve araçlar kullanıyor. Ancak başta belirttiğimiz gibi, film anlatıcılarında olmayan roman dili ve anlatım güzellikleriyle Güney’cil sinema dilinden olumlu anlamda ayrılıyor; hatta bu dili çeşitlendirip geliştiriyor da diyebiliriz.
Önsözde ilk romanların özyaşamöykülerinden izler taşıdığını söylüyor Fethi Naci. Orhan Kemal için de geçerli olan bu durumu ‘Boynu Bükük Öldüler’de de bir ölçüde hissediyoruz. Başkişimiz Halil, Güney gibi Siverek doğumlu. Çocukken ailecek Adana’nın bir köyüne göçmek zorunda kalırlar. Halil, Türkçe’yi sonradan öğrenir. 3 yıl askerlikten sonra köye döner. Annesinin kemikleri bile kalmaz daha sonra, çünkü tarlaya çevrilmiştir mezarlık. Boynu büküklerin ölülerine sahip çıkmaya bile hakları yoktur. Topraksız köylü olarak zaten hayata geriden atılmak zorunda kalmıştır Halil. Üstüne de küçükken yetimlik ve öksüzlük binmiştir. Halil, anasız babasızken yanlarına aldıkları için ağalara minnet duymaktadır.
Köyün öğretmeni, imamın oğludur; Köy Enstitüsü’nde okumuş, köyüne dönmüştür. Köyde pantolon giyen tek kişidir. Aynı zamanda romandaki tek iyi insandır belki de. Köylü çocuklarıyla ağa çocukları aynı okulda okumaktadır. Öğretmenle ağalardan biri arasında tartışma çıkar; zaten konumları düşünüldüğünde çıkmaması beklenemezdi. “Biz çok okumuş adam gördük çook. Önümüzde el uvalayan, boyun büken çook okumuş adam gördük. Hem de ne mühendisler, ne avukatlar, ne doktorlar gördük. Benim param var, param. Bu para bende oldukça daha çok okumuş adam boyun eğer bana.” der ağa (s.137) ve bu, romanı özetleyen cümlelerden biri gibidir. Yenice Köyü, ağalık zulmünün hüküm sürdüğü, dayağın ve köleliğin sıradanlaştığı, birbirini ezmenin geçer akçe sayıldığı bir insanlık cehennemi olarak resmedilir. Ağalığın pedagojisi köyün en ufak kovuğuna kadar sinmiştir: “Köylü kısmını küçükken döveceksin ki dayağa alışsın. Kötü söz söyleyeceksin ki kötü söze alışsın.” der ağa (s.130). Halil’in minnetine karşı kötülüklerin daha baskın çıkması er ya da geç kaçınılmaz olacaktır.
Anlatının omurgası, ağalarla köle köylülerin çözülmez çelişkileri üzerinden gelişecek; ağaların genç kızlara ilişmesiyle doruğuna varacaktır. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu, kimilerinin yaptığı gibi büyükşehire (Adana’ya) göçmek olacaktır. Roman, bizi Adnan Menderes döneminde ABD’den getirtilen tarım makinelerinin gelişinden önceki son yıllara götürür: Arabacılar, at arabaları, öküz arabasıyla yolculuklar, makine yokluğunda karın tokluğuna aşırı çalıştırılan köle köylüler... Makineleşme de er ya da geç şehre göçü tetikleyecektir.
Yenice Köyü, köylü erkekler için bir cehennemse, kızlar ve kadınlar için bin katı daha beter bir cehennemdir. Hem erkekler hem kadınlar muhafazakar değerlerle kuşatılmış durumdadırlar. Azime gibi kişiliklerde bu değerlerin kadınlar tarafından da içselleştirildiğini görüyoruz. Romandaki kadınlar erkeklerden daha erkekçi değer yargılarına sahiptir. “Elalem ne der” düşüncesiyle hayatlar kolay kolay ve hızla karartılır... Kadına şiddet sıradan bir olaydır ve elbette erkeklerin okuma şansının çok çok düşük olduğu bu köyde (ağa çocukları dışında bir tek Remzi’nin okuma şansı olur), kız çocuklarının okuması zaten söz konusu bile değildir. Sınıfsal çatışma, cinsiyet rolleri ve kültürel çatışmalarla binbir boyut alır; ama ağa-köle köylü diyalektiği, özünde değişmez. Kitabın sonundaki horoz kavgası bölümü ise, Güney tarafından, bir maç anlatır gibi heyecanlı bir biçemle ve sınıf çatışmasına gönderme yaparak verilir. Bu bölüm, hem romanın son kilometre taşı olarak hem de bağımsız bir öykü olarak okunmaya değer.
Güney’in bir yazısında ‘komünizm propagandası’ yaptığı iddiasıyla atıldığı hapiste 1961’de 24 yaşındayken, 16 ay gibi bir sürede yazdığı kitap, 1963’teki yayıncı arayışından başlarsak ancak 8 yıl sonra gün yüzü görebiliyor. “Zaten ünlü bir sinemacı; illa ki bastırır” gibi bir durum söz konusu olmamış. Bazen, piyasa dalkavukları yerine, özgür sanat için direnen sanatsal kişiliklerin değerini geç anlıyoruz; özellikle de öldükten sonra. Yaşarken sevgimizi saygımızı esirgemesek ne olurdu...
Yılmaz Güney romancılığı, yoksulluğu okurun gözüne gözüne batırarak onu sıkan, hatta yumruğunu sıktırmak yerine moralini bozan, onu güçsüz hissettiren bir drama dizisine de toplumsal gerçekçi şovlara da hiç mi benzemiyor. Kişiliklerinin iç dünyasına giriyor; dışarıdan gözlemlenip kağıda dökülen, yazar ne isterse onu yapan yazınsal kuklalar değil onlar. Ama işi yine de zor Yılmaz Güney’in; çünkü romancı olarak tanınmak, sinemacı olarak tanınmaktan çok daha zor. Herkes film izleyebilir, okuması yazması olmayanlar bile; ama romana geldiğimizde, okur-yazarların içinde bile küçük bir azınlık okur romanları. Onlar da onbinlerce yüzbinlerce roman arasından nasıl bulacak Yılmaz Güney’i... Yine de Güney romancılığı, siyasal bilincin daha yüksek olduğu 70’lerde örgün eğitim düzeyi düşük olanların evlerine girebiliyordu. Yüksek eğitim düzeyi ve ilgi gerektiren romanın ezilenlerin evine girebiliyor olması... İşte Yılmaz Güney romancılığının başarısının bir ölçütü de bu olmalı.
YORUMLAR
Kınıyorum !
Anlatının üslubu güzel fakat içeriği failinden ötürü ne kadar süslenirse süslensin kusurlu kalacak failin iğrençliğini örtmeye yetmeyecektir.
Yazar güne her gün gelsin, ufuk açsın değer katsın ama bu şahsiyetle , bu terörist Yılmaz ile olamaz, olmamalıydı.
Katillere yardım yataklık eden evinde saklayan yatakçı, Yılmaz
Nevşehirli vatan evladı Hakim Sefa Mutluyu başından yok yere vurarak şehit eden hani o sözüm ona delikanlılık timsali suçunu yeğeni üstlensin diye taklalar atan katil, Yılmaz
"Kadınların haklarını savunuyorum" deyip karısın başında gerçek mermi ile bardak vuran, Yılmaz
Karısını sevgilisi her fırsatta küfürle aşağılayan dayak atan 4 aylık hamile karısını terk edip aldatan, Yılmaz
On altı yaşında bir çocuğa sarkıntılık edip adresine yüzük gönderip baskıyla zorla kendine sevgili yapan, Yılmaz
Arabayla sevgilisini ezen komalara sokan, Yılmaz
Yokluktan gelip her türlü sarhoşluğu serkeşliği sapkınlığı kendine hak bilen, Yılmaz
Her fırsatta doğup büyüdüğü Türkiye Cumhuriyetine açık kapalı düşmanlık eden, Yılmaz
Ekmek yediği kapıyada tüküren Şerif Gören'in hakkını da yiyen gaspçı ödül hırsızı, Yılmaz
1984 Nevruzunda kaçakların ve hainlerin sığınma otağı Paris'te Türkiye'yi işgalci tarif eden
çocuk katiline selam çakan ve bağımsız Kürdistan diyen Hain terörist, Yılmaz
ve dahası ile asla Edebiyatın ne öznesi ne süjesi olamayacak iğrençliktir.
Kınıyorum !
levent taner
Yorumunuzu, tenkidinizi dikkatle ve alakayla okudum
Kuşkusuz yazı bir başkasına ait, o kalemin yanıt alanına girmekte, iki kişinin diyaloğunda üçüncüye halt etmek düşer belki de
Şu kadar ki, naçizane bende yorum yapmış biri olarak vicdan muhasebesinde bulundum bir an
Her şeyden önce bahsetmiş olduğunuz hususlar yanlış değil ama yine de yanılgıya ve yanıltıcı olmaya kapalı da değil kanaatimce
Bu sizin şahsınıza, şahsiyetinize bağlı bir hususta değil şüphesiz
Bu ne yazık ki, soğuk savaş döneminden bu yana bizdeki sosyal psikoloji ve toplumsal yapılanmanın şekillenmesine yakından bağlı
Aynı ya da benzer yaklaşımlar bir komüniste, ateiste, feministe aitse ayrı algılanır, muhafazakar, liberal birine aitse ayrı anlaşılır
En azından birinciler geometrik dizi şeklinde ikinciler aritmetik dizi biçiminde katlanarak eleştirilir
Kuşkusuz bazı çevrelerde de tam tersi, komünistler, feministler, ateistler aklanır, muhafazakar, milliyetçi yapılar aynı hızla karalanır
Bunun daha temel bir psikolojik nedeni vardır, sevdiklerimizin hataları yumuşar da, sevmediklerimizin ki sertleşir, olumluluk ve olumsuzluk eğilimi dolayısıyla hani
Elbette Yılmaz Güney dengesiz biri, tepeden tırnağa hem de
Eğer üstteki yazı ünlü sanatçımızın romanı, filmi üzerine değil de, biyografisini aklama nitelikli bir yazı olsaydı, ben kendi hesabıma aşağıda yer verdiğim yorumu mu kaleme alırdım?
Şöyle ki hocam, sözüme mim koyun lütfen! Gerek işlediği cinayet gerekse ilk eşinin üzerine araba sürüp ona tampon koyması hadisesi tüm berbatlığına karşın detaylanmaya inanın müsait
Yine bunları yapan bir komünist değil de, milliyetçi, liberal, ya da muhafazakar biri olsaydı sağ tandanslı toplumumuzda en azından yumuşardı kanımca
O zaman yaptığı yanlış ama nedenleri var denirdi daha ziyade
Önermeleri bilirsiniz hocam
Yanlış ama nedenleri var ifadesiyle, nedenleri olsa da yanlış kardeşim ibaresi aynı değil, apayrı anlam verir, birincisi ipten alır, ikincisi ipe götürür maazallah, sonra ne mi olur? Bir nesil sonra adam aklanır, iadeyi itibar yapılır, ama kişi gittikten sonra neylesin adalet?
Neyse hocam, kafanızı ağrıttım ya da sürçü lisan ettiysem af ola
Selam ve saygılarımla.
Tebrik ederim, sayın yazarım.
Kaleminizin nimetlerinden nasiplenmek harika bir duygy bu bağlamda Edebiyat aşkı ve yazmaya sevdalı öğrenci kimliğimle size teşekkür ederim kendi adıma elbet Seçki Kuruluna da.
Takdir-e şayan değerli kalemleri nice hocamın ve işte hep de vurguladığım üzere: doğru yerdem elbet Edebiyat Defteri çok iyi bir öğretmen ve de okul.
En derin saygılarımla efendim...
UlaşBaşarGezgin
Saygılarımla,
UlaşBaşarGezgin
Saygılarımla,
Toplum olarak kendimizi bazı konularda sorumlu tutmalıyız zamanın çok sesiz kaldık bazı yaşanan acılara güzel bir tespit ve çalışma kutluyorum
UlaşBaşarGezgin
Saygılar,
Merhaba Hocam
Yazınızı ilgiyle, beğeniyle okudum
Sinema tarihimizin sıra dışı ve bir o kadar da köşebaşı şahsiyetlerinden birini konu etmişsiniz
Kuşkusuz yaşamı türlü sıkıntılarla dopdolu, öyle olmasa bir Yılmaz Güney olur muydu?
Edip Akbayram "Gidenlerin Türküsü" adlı eserinde "acı türküsünü mırıldanıyor" demez mi?
Yine Hasan Hüseyin bir şiirinde "acıyı bal eyledik, sıratı yol eyledik" der
Yoğrulmak ama yorulmamak, kısa ama yoğun bir yaşam, güneyin hiç yılmayan güçlü sesini var eder özünde
Elbette salt ülkemiz ya da yetiştiği yörenin koşulları değil, tüm bir yeryüzünün çalkantılı siyasi ideolojik dönemi karşımızdadır
Beraberinde bizdeki sol, sosyalist yapılanmanın tam olarak tabana oturmayan, aşağıdan yukarıya biçimlenmeyen, üst yapısal güdümlemelere bağlı güdük, arabesk dünyası da başlı başına bir sorun olmalı
Nitekim özeleştiri yaptığı zamanlarda olur ünlü sanatçımızın;
Bir röportaj vesilesiyle verdiği yanıtta: "Türkiye'deki kadının kurtuluşu bir devrim sorunu benim için. Ben kendi karımı bile kurtaramıyorum; yani şu anlamda söylüyorum: Biz bu kadar devrimciyiz, ilericiyiz, bazen öyle tavırlarınız oluyor ki teraziye koyduğun zaman gericiliğin ifadesi oluyor, çünkü bu mesele kişisel bir mesele değil. Yani ben şunu söyleyemem kendim için. Ben işte Türkiye'de böyle adamlar var ben ayrıyım. Hayır bu böyle değildir. Bende de bu toplumdan gelmiş olmaktan dolayı bir yığın aksaklık var. Bunun bir de şu yanı var ki ben bunun bilincindeyim, düzeltmeye çalışıyorum, adım adım değiştirmeye çalışıyorum. Bu konuda karım da bana yardım ediyor." demektedir söz gelimi
Tüm bunlara karşın, Güney'in hiçte boynu bükük ölmediğini söylemek sanmıyorum ki mübalağa olsun? Maddi anlamda kısa bir ömür sürse ve kanser neticesi vatanından uzak hayata veda etse dahi
Bir anekdot, bu izlenimime dönük
Ünlü şairimiz Nazım Hikmet cezaevinde, bir başka değer Cahit Sıtkı ona şiir yolluyor, şiir Nazım'ı yıkık dökük perişan resmeder:
‘’Bir şey daha var yürekler acısı/ utandırır
insanı düşündürür/Öylesine başka kalp
ağrısı alır /beni ta Bursa’ya götürür/
Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş
otur denmiş oracıkta oturmuş/ta
yüreğinden bir türkü tutturmuş/
ne güzel şey dünyada hür olmak hür/
Benerci, Jokond, varan üç, Bedrettin/hey
Kahpe felek ne oyunlar ettin/
En yavuz evladı bu milletin/Nazım
Ağabey hapislerde çürür’’ demekte
Nazım şiiri okuyunca sinirlenir, boyun eğmiş gösteriyor beni der hırslanır, o da bir yanıt şiir kaleme alır:
‘’Sevdalınız komünisttir/ on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde/ Hapis amma, zincirini
kırmış yatar/en álá bir mertebeye ermiş yatar/
yatar Bursa kalesinde/Memleket
toprağındadır kökü/Bedreddin gibi taşır yükü/
yatar Bursa kalesinde/Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden/cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.’’
Nihayet hocam
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Gün başarınızı tebrik ederim
Selam ve saygılarımla.
UlaşBaşarGezgin
Sevgiyle,