- 315 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NAZİLLİ'NİN PERŞEMBE PAZARLARI
Öteden beri perşembe deyince aklıma hep Nazilli gelir benim. Bilmiyorum, belki de bu bana, o çocukluk günlerimden, yetmişli yılların başlarından kalan bir bilinçaltı mirasıdır. Hani sıcak soğuk demeden, toz tomur içerisinde yürüyerek gittiğimiz o beş kilometrelik çarşı pazar yolculuğu günlerinden kalma bir miras… Zira apayrı bir heyecandı bizim için, köyümüz Dereağzı’ndan Nazilli’nin perşembe pazarına gitmek. Bulabildiğimiz kadarıyla yeni ve güzel elbiselerimizi giymek… İlikli naylon pabuçlarımızı ayağımıza geçirmek… Sonra babamla birlikte âdeta sevinçten uçuyormuşuz gibi bir duyguyla yola düşmek… Kâh yürümek kâh abimle birlikte eşeğe binmek… Su değirmeninin önünden geçmek… Önce Gökdere’ye varmak, ardından Hacıalimolla Çeşmesi’nde eşeği sulamak, oradan da Kellezeytinlik denilen düzlüğe ulaşmak…
İşte böyle başlardı bizim köyümüzden Nazilli pazarına uzanan yürümeli-merkepli yolculuğumuz… Derken kendimizi Kılcı Deresi’nde bulurduk… Bu dereye varmak, dahası bu dereden on beş yirmi metre daha ileriye doğru adımlamak, bizim için her seferinde klasik bir şakayla karşılaşmak demekti. Özellikle yaz zamanı her Nazilli’ye gidişimizde, burada, yolun kenarındaki mütevazı kahvehanenin önünde; altmış beş yetmiş yaşlarında, pehlivan yapılı, kırmızı yüzlü, kısa beyaz saçlı, gözleri şiş bir adamın, kafasına hiçbir şeyi takmazmış izlenimi veren bir rahatlıkla sürekli oturduğunu görürdük. Aslen bizim köylü olan ve Barutoğlu lakabıyla anılan bu kişi; genellikle yazları burada geçirir, yol kıyısındaki bu kahvehaneyi işletirdi. Sırtından hiç çıkarmadığı zebra tarzı mavi-beyaz pijamasıyla hep o kahvenin önünde görmeye alıştığımız bu yaşlı insan; babam yanımızda, abim ve ben eşeğin üzerinde, bizim Nazilli pazarına gittiğimizi görür görmez; “İnin inin, kaçın çocuklar, babanız sizi pazara satmaya götürüyor” şeklinde espriler yapar, bizimle şakalaşırdı. Bu esnada babamın yüzüne bakar, hoş bir gülümsemeyle elini hafif kaldırarak bu kişiyi selamlarken görürdüm.
Buradan yaklaşık yüz metre daha ileriye doğru yürüyünce, birdenbire; köylülerin, akrabalarımızın, abi ve ablalarımızın sessizce içerisinde uyuduğu eski köy mezarlığının önüne gelirdik. İşte o an içimize aniden sarartıcı bir hüzün çöker, derin bir suskunluğa gömülürdük. Babam da iki üç dakika boyunca hiç konuşmaz, sürekli dudaklarını kımıldatır, ölmüşlerin ruhu için sure ve dualar okur, ardından elini hafifçe yüzüne sürerdi. Mezarlığın biraz ilerisinde de, gittikçe ıssızlaşan ve dereye doğru saplanan kumlu yolun kenarında Karaselvi denilen üç dört asırlık ulu bir ağaç vardı. Ne zaman Karaselvi’nin bulunduğu bu ıssız yere gelsem, içimde korkuyla karışık garip bir derinlik hissi oluşurdu. Belki de bunun nedeni, Karaselvi’nin o baş döndürücü görüntüsüydü. Aslında bir ardıç çeşidi olan bu Karaselvi, olabildiğince görkemli, kalın ve sarp gövdeli idi. Alt kısmı saçaklı, üst kısmı ise âdeta göğe doğru fışkırıyormuş gibi ince uzun ve oldukça ürkütücüydü. Hele gövdesinin hemen üst tarafında yer alan, korunaklı ve simsiyah boşluklu bir ayı inini andıran o saçaklı kısmı, sanki bana, içerisinde kötü insanlar veya asker kaçakları saklanıyormuş gibi ürpertici gelirdi.
Yaklaşık bir kilometre aşağısı Pınarbaşı Mahallesi idi. Bu mahalleye ulaştığımızda, sanki Nazilli’ye gelmişiz gibi bir hisse kapılırdık. Çünkü burası; rengârenk evleri, arada bir geçen belediye otobüsleri, düzgün caddeleri, yol boyunca uzanan elektrik telleri ile bizim köyden çok daha farklıydı. Sinan Baba Türbesi’nin önünden eski Çırçır Fabrikası’na doğru uzanan geniş cadde, gayet düzgün, kare şekilli parke taşlarıyla döşeliydi. Bu nedenle Nazilli pazarının kurulduğu perşembe günleri bu caddede, araba gürültülerinden daha çok, katır ve eşeklerin nal sesleri ile fayton veya at arabalarının kırbaç şakırtıları duyulurdu.
Nazilli’nin ortalarında yer alan Belediye Meydanı’na ulaştığımızda ise ilk işimiz eşeği bağlamak için hana gitmek olurdu. Ancak kuru incir, üzüm veya zeytinyağı gibi satılacak bir ürün varsa; ya direk mağazaya, ya sipariş veren kişiye, ya da pazar yerine gider; yükü indirir, ardından eşeği hana götürürdük. O yıllarda, bugünkü Belediye binasının hemen altında, iki tarafı demirci, nalbant ve çapacı dükkânlarıyla dolu; ince uzun, taş döşeli, dört bir yanı çekiç sesleriyle çınlayan, döküntülü bir sokak vardı. İşte han, bu sokağın kuzey kısmında, ortalarda bir yerde idi. Burada, duruma göre, tahminen dört ile altı saat arasında bağlı kalırdı eşek. Ancak kalış süresinin uzun olması durumunda, babam ayrıca handan içi saman dolu bir torba kiralayıp eşeğin boynuna takar; parasını da kalış ücretiyle birlikte hancıya öderdi.
Pazarın açılışı, sabah saat onda, Belediye hoparlöründen dört bir yana yayılan dua ile yapılırdı. Hoparlörün akustik özelliğinden veya okuyan kişinin içtenliğinden midir bilmem, bu duanın; sanki uzayın derinliklerinden, çok gizemli dehlizlerden geliyormuş gibi, insanı içten içe saran, gönülleri huzurla dolduran derunî bir etkisi vardı. Büyük küçük, kadın erkek, genç yaşlı; bu duayı işiten hemen herkes samimiyetle ellerini göğe açar; kulaklarını okunan duanın tesirli sözlerine mıhlardı. Nihayet onca içtenlikli yakarışın, dilek ve temennilerin ardından, ellerin âminlerle yüzlere sürülmesi ve etraftaki esnaflardan “hayırlı pazarlar olsun” şeklindeki sözlerin duyulmasıyla birlikte pazar başlamış olurdu. Biz de pazara geliş amacımıza göre, ya satmak için getirdiğimiz zirai ürünlerin başına geçer, ya da uğranması gereken esnaf veya dükkânlara uğrar, işlerimizi halletmeye çalışırdık.
Bu arada babam, öğle ezanına doğru; dışı parlak, içi hafif sarımtırak; gümüş zincirli, Atomik marka cep saatine bir bakar; vakit yaklaşmışsa elimizden tutar, bizi doğruca camiye götürürdü. Öğle namazlarını daha çok Koca Cami’de, arada bir Kestane Camii’nde kılardık. Önce abdest almak için Koca Cami’nin önündeki o otantik mermer şadırvanın iskemlelerine oturur; elimizi yüzümüzü yıkar, ensemizin iki yanını ellerimizin tersiyle serin serin mesh eder; yaz sıcağının bunaltıcı ağırlığını âdeta omuzlarımızdan geriye atardık. O yıllarda bana, Koca Cami’nin manevi havası çok etkileyici gelirdi. Özellikle caminin geniş pencereli, içerisinin çok aydınlık ve müreffeh oluşu; deyim yerinde ise gözümüzü ve gönlümüzü açar, ruhumuzu manevi bir molayla dinlendirirdi. Hele kıble tarafında bulunan, rengârenk küçük karelerden oluşan ve gökkuşağı gibi bir boydan bir boya uzanan o kavisli vitrayların, namaz için eğilip kalktıkça sarı, kırmızı, mavi, yeşil ve pembe ışıklar hâlinde yüzümüze gözümüze hatta ellerimize aksetmesi; insana apayrı ve çok eğlenceli bir renk cümbüşü hissi verir, bütün çocuksuluğumla beni camiye çekerdi.
Bu arada babam bazen Koca Cami’nin önünde Hacı Halis Işıtan, Camcı Ahmet Efendi, Dişçi Necati amca gibi tanıdık kişilerle karşılaşır, onlarla kısaca hoşbeş eder, hâl ve hatırlarını sorardı. Bu üç şahsiyetin her biri, birbirinden değerli özelliklere sahipti. Hacı Halis Işıtan, beş vakit Koca Cami’nin müdavimlerinden; zamanında toptan alışveriş ve bakkaliye işleriyle uğraşmış, emekli bir esnaftı. Görüntü itibariyle daha çok Mevlana resimlerini çağrıştıran; nur yüzlü, berrak gözlü, ışıl ışıl bir insandı. Dahası krem rengi uzun giysisi, ipeksi beyaz beresi, pamuk gibi hafif ve lekesiz sakalı ile; insanların bakışına çiçeksi bir ruh hazzı verirdi. Babamla konuşurken gözlerinin içi güler, sanki gönlünden hiç kötülük geçmezmiş izlenimi verecek kadar net, temiz, zarif dururdu. Camcı Ahmet Efendi de aynen lakabı gibi camcılık işleriyle uğraşan, dil öğrenmeyi, okuma ve araştırmayı çok seven, iyi niyetli ve içtenlikli bir Nazilli Beyefendisi idi. Selamsız geçmeyen, yüzü her daim gülen, ceketinin düğmelerini sürekli ilikli tutacak kadar halka saygı gösteren, dahası hâli dilinden önde yürüyen bir güzel insandı. Dişçi Necati amca da önceleri müftülük yapmış, daha sonra diş hekimliği bölümünde okumuş, işyerini hemen Koca Cami’nin güney karşısına açmış, son derece iyiliksever bir insandı. Cuma günleri, özellikle yoksul aile çocukları ağrı ve acı çekmesinler diye, diş çekimlerinin tümünü bedava yapardı.
Hatta hiç unutmam; o yıllarda bir gece yarısı benim azı dişim sabahlara kadar zonklamış; üç dört gece boyunca köydeki evimizde ağrıdan ağlaya ağlaya bir hâl olmuştum. En nihayet babam, hem daha çok ağrı çekmemem, hem uyuyan annemle abimi daha fazla rahatsız etmemem için yorganı yüzüme doğru örtmüş; “ağzını kapat, ağrıyan dişini sıcak tutmaya çalış oğlum; biraz daha sabret, cuma günü seninle Necati amcana gidelim, o çürük azıyı çektirelim inşallah” diyerek teselli etmişti. Nihayet o gün babamla Dişçi Necati amcaya gitmiş, üç dört gün devam eden ağrıdan kurtulmuştum.
…
Öğle namazından sonra genellikle uygun bir köşeye veya bir dükkânın gölgesine çömelir, o Nazilli’nin taze ve halis susam kokan çıtır simitleriyle açlığımızı gidermeye çalışırdık. İncir sattığımızda veya elimiz birazcık para gördüğünde ise Hacı Ethem’in Eğirdir Lokantası’na ya da Karacasulu Ali amcanın pide salonuna oturur, nadiren de olsa midemizi bayram ettirirdik. Öğle yemeğinin ardından sıra, mümkün olduğunca eve taze götürülmesi gereken ihtiyaçların satın alınmasına gelirdi. Bunlar genellikle ufalanmış tulum peyniri ile ıspanak, karnabahar, marul veya salatalık gibi sebzelerdi. Bu arada bazen, çarşı pazarda dolaşırken; dayı, hala, teyze gibi yakın akrabalarla veya tanıdık birileriyle karşılaştığımız olurdu. Tabii babam bu insanlarla selamlaşır, kendileriyle birkaç kelam etmeden geçmezdi. Ancak ayaküstü yapılan bu kısa konuşmalar bazen uzadıkça uzar, benim için tahammülü zor bir sabır seansına dönüşürdü. Böyle zamanlarda babamla el ele olduğumdan veya kalabalıkta bunaldığımdan mıdır bilmem canım çok sıkılır, ikide bir ayakkabılarımın burnuyla yere bir şeyler çizer, sağa sola kıpraşır dururdum. Bazen de başımı yukarıya, babama doğru kaldırır; “Haydi artık gidelim” gibilerden kendimce bir mesaj vermeye çalışırdım. Ancak babam bu esnada bana, sanki erişilmesi çok güç yüksek bir dağın doruğu gibi görünürdü.
Bazen işimiz düştükçe, eski Belediye binasının arka taraflarına, Hayırsevenler Çeşmesi’nin bulunduğu çarşılara doğru iner, kapalı yoğurt pazarının oraları dolaşırdık. Bu arada babamın tanıdığı esnaf veya dükkân sahiplerini de ziyaret ettiğimiz olurdu. Bu esnaf ve dükkân sahipleri; Manifaturacı Zühtü, Bresseli İpçi Mehmet[1], Terzi Bahri, Ayakkabıcı Hafız amca, Kitapçı Hacı ve Saraç Hilmi gibi şahsiyetlerdi. Özellikle Manifaturacı Zühtü babamı çok sever, her ziyaret ettiğimizde çay kahve ikram eder, müşterilerini oğluna bırakıp babamla koyu sohbetlere dalardı. Sohbet daha çok klasik, güncel konular üzerinde yoğunlaşır; gün olur pahalılığın çok arttığından, gün olur açık saçık giyinen kadınların çoğaldığından, gün olur insanlar arasında sevgi ve saygının azaldığından bahsederlerdi. Terzi Bahri ise Manifaturacı Zühtü’nün hafif çapraz karşısında idi. Huy olarak da ona pek benzemeyen bir karaktere sahipti. Oldukça suskun, ciddi duruşlu, kendi hâlinde, ağırbaşlı bir insandı. Esnaftan daha çok, emekli asker prototipine sahip bir adamdı. Şayet babamın verdiği selamı ve sorduğu hâl hatırı üç dört nazik kelimeyle mukabelede bulunmasa, büyük ihtimalle onun dilsiz olduğunu zannederdim. Bir seferinde babam, abimle ikimiz için Manifaturacı Zühtü’den uzun mavi-siyah çizgili bir kumaş satın almış, Terzi Bahri’ye birer takım elbise diktirmişti. Hayatımızda ilk giydiğimiz takım elbise olan bu giysilerin provası için birkaç defa onun dükkânına gitmiş, bu vesileyle onu biraz daha yakından tanıma imkânı elde etmiştik. Dükkâna her gittiğimizde bizi sarımtırak, gayet düzgün, cilalı bir iskemleye oturtmuş, hiç konuşmadan ölçülerimizi almış, sessizce defterine kaydetmişti. Tanıdığım kadarıyla o, tamamen nötr duruşa sahip biriydi. Onun davranışlarında, herhangi bir çekicilik de iticilik de hissedilmezdi. Bunun yanında gayet bakımlı, yüzü her daim traşlı, düzgün giyimli, temiz bir kişilikti Terzi Bahri. Burnunun altından üst dudağının ucuna doğru uzanan mermi kapsülü kadar bir bıyığı vardı sadece. Öte yandan yaşı bir hayli ileriydi onun. Dolayısıyla yılların verdiği yorgunluktan; duruşu bezgin, bakışları fersiz, göz kapaklarının kenarları kelebeklenmiş gibi görünürdü. Buna rağmen işini gayet düzgün yapan, Nazilli’nin eski terzilerinden, iyi bir ustaydı o.
…
Gölgelerin yavaş yavaş sarkmaya başladığı ikindi vaktine doğru eşeği handan alır, pazardan satın aldıklarımızı özenle çul heybeye yerleştirir, köye dönmek üzere yola çıkardık. Tekrar geldiğimiz güzergâhı takip ederek pazar kalabalığını yavaş yavaş gerilerde bırakır, yine o eşeğimizin tıkır tıkır yürüdüğü taş döşeli caddelerden geçer, kâh yorgun kâh sıcaktan bunalmış bir hâlde köyün yolunu tutardık. Bazen toprak yolda giderken Malhallı Mezarlığı’nın altındaki yokuşta veya Karaselvi’nin oralarda yanımızdan hızla bir cip veya kamyon geçer, ortalık bir anda toz duman içerisinde kalır, göz gözü görmez hâle gelirdi. Böyle toz duman içerisinde kaldığımız zamanlarda, nedense hep kendimi değersiz hisseder, “birileri bize hiç önem vermiyormuş” gibi bir duyguya kapılırdım.
Yolda bazen köylülerimizden veya Örencik köyüne dönen pazarcılardan birilerine rastlar, beraber konuşa konuşa yolculuğumuzu sürdürürdük. Bu yolculuk sırasında bazen yağışların azaldığından, bazen köylerde yaşamanın zorluğundan, bazen de bir günlük çift sürdürmenin çok pahalı olduğundan söz edilirdi. Bazen de “Sizin köydeki falan kişi görünmez oldu, sağlığı nasıl, durumu iyi mi?” gibilerden gıyabi hâl hatırlar sorulur, insanlar sözel olarak birbirlerinden haberdar olmaya çalışırdı. Bu arada abim eşeğin semerinde, ben de arka kısmında semere yapışmış şekilde yolculuğumuzu sürdürürken birdenbire rehavet çöker, göz kapaklarım yavaş yavaş ağırlaşmaya başlardı. Hatta arada bir uykulu gözlerle sağa sola sendelediğim, eşekten düşmenin eşiğine geldiğim anlar olurdu. Bu nedenle babamın bir gözü genellikle bende olur, uzun süre sakin kaldığımda “Oğlum! Sakın uyuma, düşersin” diye uyarırdı.
Pazardan dönerken eşeğin yükü genellikle ağır olurdu. Buna rağmen köyümüze yaklaştıkça yürüyüşü hızlanırdı. Yol boyunca yaklaşık bir saat hiç durmaksızın efor sarf edince, doğal olarak hayvan susar ve acıkırdı. Dahası köyün yedi sekiz yüz metre kadar girişindeki Hacıalimolla Çeşmesi’nde su olduğunu, bir de babamın eve varınca arpa yarmasıyla hurda inciri karıştırıp akşam öğünü olarak kendisine vereceğini iyi bilirdi. Dolayısıyla önce kendiliğinden direk yolun kenarında bulunan Hacıalimolla Çeşmesi’nin havuzuna yanaşır, yaklaşık iki dakika boyunca babamın ıslıkları eşliğinde[2] kana kana su içerdi. Derken yollar biter, köy görünür, gün batımına doğru evimize varırdık.
Mesut ÖZÜNLÜ
Dipnotlar
[1] Bresse köyü; Aydın’ın Bozdoğan ilçesine bağlı, bugünkü resmî adı “Olukbaşı Mahallesi” olan eski bir yerleşim yeridir. Hakkında Meryemana’nın köyü olduğuna dair gazete yazıları çıkan Olukbaşı; başta çul çadır olmak üzere, kendine özgü bazı el dokumalarıyla ünlüdür.
[2] O yıllarda eşek, katır ve at gibi hayvanlar su içerken ıslık çalınırdı. Böylesi melodiler eşliğinde sulanan hayvanlar susuzluğunu keyiflice gidermiş, suya iyice kanmış olurdu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.