- 312 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
NAMUS BELASI
Onları orada görünce gözlerini yumup nişan almadan tetiğe iki kere bastı. Peşi peşine iki patlama apartman duvarlarında yankılanırken üç, dört, beş; diğer kurşunlar tabancada kaldı...
Oradan nasıl kaçtı bilmiyor. Koşarken ayakları kıçına vuruyordu...
Bir sokağa girdi. Oradan çıkıp başka bir sokağa, sonra başka bir sokağa. Gece bekçilerinin düdükleri, polis arabalarının sirenleri ve telsizlerden çıkan anlaşılır anlaşılmaz anonslar peşindeydi sanki...
İki yanında sırt sırta vermiş binaların arasındaki kaldırımsız dar sokağa girdiğinde yanmış barut kokan tabanca hala elindeydi. Sımsıkı tutmuş. Onu fark edince ikisini birden siyah parkasının sağ cebine soktu, kapüşonu da başına çekti. Kocaman kapüşon alnını geçip gözlerine kadar iniyordu. İşte o zaman bekçi düdükleri, siren sesleri, polis telsizleri duyulmaz olmuştu. Gözleri önündeki gri perde kalktı. Artık görebiliyordu. Sağır olmuş kulakları açılmış, işitebiliyordu. Yorulmuş nefesini rahatlatınca adımlarını da rahatlattı.
"Sakin." dedi kendisine. "Sakin Ramo çocuk, sakin. Elin ayağına değmesin; ayağın ayağına. Dolaşıp tökezleme!"
Taş döşeli kaldırımsız dar sokaktan çıkınca geniş bir caddede buldu kendisini. Cadde asfalttı ve kaldırımları genişti. Otomobiller vardı süratle gelip geçen ve adım adım yürüyen insanlar. Kimisi el ele, kimisi yan yana, tek tek ve peşi peşine. Kiminin çantası omuzunda, kiminin sırtında, kimi çantasız ve torbasız, kiminin elinde bastonlu kapalı şemsiye.
Yağmur çiseliyordu sanki. Yerler çiy düşmüşmüş gibi ıslak. Yağmur yağmış olsa yollardan derecikler akardı oysa. Ve ayakları ıslanırdı...
Yürüyen insanlarla birlikte yürüdü bir süre. Sonra caddenin karşısına geçti. Oradan sağa sapıp dar bir sokağa girdi gene. Taş döşeli yol kaldırımsızdı. İki yanındaki evler gene sırt sıta. Evden eve gerilmiş naylon ipler, kurumaya bırakılmış donlar, gömlekler, sutyenler. Kimi küçücük balkonlarda ay yıldızlı bayraklar, kimi Atatürk, kimi ünlü artistlerin şatafatlı renki posterleri ve varoş çocuklarının dil uçuklatan duvar yazıları... Görselleri seçiyordu iyi kötü ama yazıları okuyamıyordu. Miyopmuş gibi.
Başında kocaman bir kapüşon, sağ eli siyah kaputunun sağ cebinde, tabancanın kabzası ve yumruğu sıkılı. Emanete ihanet omaz Ramo, bu çok önemli! Tabanca namustur, hani at ve avrat misali...
"Yunus abi, Yunus abi! Bu, can arkadaşım dediğim İbodan, Murodan, Sülodan çok çok önemli! Tabanca canımdan bile önemli. Tabanca namus, hani at ve avrat gibi. Yunus abi, Yunus abi! Hani öyle. Hani bu günler için abi..."
Oradan yamaç aşağı inip Karaköy dibine, oradan da köprüye doğru yürüdü. Galata köprüsü ful dolu. Sağında ve solundaki demir korkuluklar dibinde yürüyen insanlar. Ve peşi peşine otomobiller. Ve ışıkları. Işıklar gözlerini deliyor. Her yer karanlık. Köprü, onun altı, ve ötesindeki Haliç, Marmara denizi; her yer karanlık. Karanlıkta yürüyenler eline, koluna, ayaklarına, bedenine çarpıyor. Sonra açılıyor gözleri. Kulakları da. Dumanlı birahanelerdeki sarhoşlar, karanlık sulara olta atan balıkçılar ve köprünün Güney başına dikilmiş iki mıymıntı polis... Birisi sakız çiğniyor müşteri bekleyen orospucuk karılar gibi, diğeri çekirdek dişliyor hayatı boyunca gazete sayfası bile görmemiş uyuşturucu enjekteli dizi filmlerini izleyen zavallı kişicikler gibi. Hal öyle iken tabii ki yüksek kaldırımda yarım saat önce işlenen cinayetten bihaberler. Katil Ramo yanlarından geçerken başlarını kaldırıp bakmadılar bile...
Sonra Yeni Cami, sonra Mahmutbey yokuşu ve Beyazıt meydanı. Oradan Laleli’ye vurdu. Ne çok gitti, kimi koşa kimi yürüye. Sonra Aksaray ve Kumkapı. Oradan Zeytinburnu’na doğru yürüdü yol boyunca. Başı önde, gözleri alaca bulaca kör gibi, kulakları duymadan ve beyni uğuldayarak...
Bulgaristan’daki köylerinin arkası ulu bir dağ, önü ise uçsuz bucaksız düz bir ovaydı. Dağ yamaçlarında renk renk açmış mis kokulu gül bahçeleri, verimli ova toprağında da meyvelikler, sebzelikler, insan boyunu aşan saplarıyla buğday, arpa, mısır tarlaları ve yeşil çayırlıklar vardı. Taş duvarlı evleri iki katlıydı. Koyun, keçi, inek, kaz, ördek, tavuk, kedi, köpek gibi hayvanlar; sepet sepet yumurta, kovalar dolusu süt, yığın yığın odun ve yanan ateşler, kaynayan süt, pişen ekmek ve yemekler, topak topak tereyağı, dilim dilim peynir ve petek petek bal...
Göçe çıkıp muhacirliğe gittiklerinde küçüktü ama şimdi her yeri ve her şeyi dünmüş gibi hatırlıyordu...
İleride bir polis aracının tepe lambası ışılıyordu hayal meyal. Korkunca sahil yolundan ayrılıp Samatya tarafına saptı. Az sonra da kendisini hastane önündeki geniş yolda buldu. Otomobiller, sarı boyalı taksiler, hasta ve hasta yakınları. Yanlarından başını kaldırmadan geçip yürüdü. Bir süre sonra oradan sola sapıp tekrar sahil yoluna indi. Yedikule Yedikule. Arkadaşları ve ustası Yunus abi onu orada bekleyeceklerdi, kale duvarlarının iç dibinde...
"Ulan Yunus abi!" diyordu içinden. "Aldın beni yanına, bana abilik değil babalık yaptın. Sağ ol. Çok çok sağ ol. Ellerinden öperim her zaman. Bana ekmek yemek verdin, giydirdin, yatacak yer gösterdin de sokaklardan kurtuldum sayende. Sağ ol, var ol. Ben de çalışıp sana yardım ettim. Etmedim mi Yunus abi! Bisiklet tamirciliğini sayende öğrenmedim mi? Ne çok konuştuk seninle; bana dair her şeyi öğrenmedin mi Yunus abi? Öğrendin bal gibi. Hani asi babam Sebahattin, onu biliyordun. Hani faşist Jivkov ve onun havarisi. Hani asimilasyon. Hani onun Türkleri Bulgarlaştırma girişimi. Hani demişlermiş babama; bundan sonra senin adın Sebahattin değil, Sebastiyan’dır, imzala şu belgeyi. Hani babam, olmaz demiş, imzalamam. Ben Türk oğlu Türküm ulan, ölürüm de özümden dönmem dememiş mi? Demiş. Hani o zaman vurmuşlar ense köküne dipçiği. Hani babam bayılınca sürükleyip koymuşlar bir askeri araca ve götürmüşler Belene kampına. Hepsini anlattım sana, biliyorsun. Hem de çok iyi..."
On iki Eylül darbesinden sonra darbeci Kenan Cumhurbaşkanı, Amerikancı Turgut da başbakan olunca asimilasyoncu Bulgar hükümeti ile görüşmeler yapılmış, soruna çözümler aranmıştı. Ta ki, seksen dokuz yazında darbeci gidip Amerikancı da yeni Cumhurbaşkanı olunca o zamana kadar kapalı olan Kapıkule ve Dereköy kapıları Jivkov tarafından açılmış ve dünya tarihinin ikinci cihan harbinden sonraki en büyük göçü başlamıştı.
Balkan harbinde olduğu gibi üç yüz altmış bin Bulgaristan Türkü, malını mülkünü geride bırakıp yanlarına alabildikleri bir kaç parça eşya ile birlikte yollara düşmüşlerdi, ser sefil. Bu göç, anlaşmalı ve izinliydi. Sonrasında bu hak, hapislerdeki siyasi suçlulara da tanınmış, Belene’deki Sebahattin Karamanlı da o zaman sınırdışı edilerek Yunanistan üzerinden Türkiye’ye gönderilmişti. Hem de beş parasız...
Geldiğinde yaşlı anasını, karısını ve oğlu Ramazan’ı İstanbul’daki teyze oğlu Rauf’un evinde bulmuştu. Sonunda bu günleri de görebildiği için mutluydu ama hastaydı. Hem de çok. Ciğerleri parçalanırcasına öksürüyordu. Belene mahpusunun nemli zindanlarında verem olmuş. Onu hastaneye bile götürmemiş o acımasız ırkçı Bulgar piçleri. Onu insan değil köpek yerine bile koymamışlar. Bir süre sonra kan kusa kusa öldüğünde Ramazan henüz altı yaşındaydı...
"Anlattım Yunus abi, her şeyi biliyorsun..."
Babası ölünce annesi bir tekstil atölyesinde işe girmiş. Çalışıp üç beş kazanmaya başlayınca akrabalarının yanından ayrılıp gecekondu olsa da bir ev tutmuşlar kendilerine, Yenibosna semtinde.
Gel zaman git zaman derken olmamış tabii. Her şey para, güç, direnç, hayat zor. Direnmeye güç var ama hani şu para! Hani onsuzluktan doğan yoksulluk. Yoksulluk çaresizliktir. Çaredir belki deyip çolak Recep isimli birisiyle evlenmiş. Kadın, evlendiği adamı çare olarak görürken adam da onu öyle aynı şekilde görmüş tabii...
"Yunus abi, Yunus abi; biliyorsun her şeyi. Adam çolak. Eli kopmuş bileğinden. Çalışamıyor. Malulen emekli olmuş ama aldığı maaş kaç lira! Hem de ayyaş, gece gündüz içiyor. O para içkisine bile yetmiyor. Anam fakir mi fakir. Hem de zavallı, kimsiz kimsesiz, çaresiz. Nenem ölünce cenazesini belediye defnetmişti, biliyorsun..."
Önce eve getirmeye başlamış içkici arkadaşlarını. Karısına masa düzdürmüş, hizmet ettirmiş uzun geceler boyu. Sızıp kalınca aklı uçkurundaki ötekiler kadına sarkıntılık etmiş. Kadın eliyle itmiş onları, öte odaya kaçıp saklanmış. Ama nereye kadar? Sonra sonra alışmış bu duruma, kanıksamış. Recep isimli adam da gözlerine perde çekip görmezden gelmiş. Ruhunu iblise satıp arsız ayasız namussuzluğu kendisine eş eylemiş. Sonra kör nefislilere çıkışmış; "içki meze yetmez ulan, yüz lira yüz lira" demiş. Kişi başı yüz lira. Kadın, olmaz deyip direnmek istediyse bile etine buduna tekme tokat, veryansın etmiş...
"Biliyordun Yunus abi, her şeyi biliyordun. Okulu nasıl bıraktım, evden nasıl kaçtım, sokaklarda sokak çocuklarıyla nasıl aç susuz sersefil yaşadım, her şeyi biliyordun. Çok mu acımıştın bana? Çok mu kızmıştın anamı orospu yapan o pezevenk adama? Ben ne yapayım şimdi? Verdin tabancayı elime, git öldür dedin. Hem de tek başına. Ben on beş yaşındayım abi! Hani Sülo veya İbo, Muro; hani birisinden birisi olsaydı yanımda. Hani arkadaş, yoldaş olarak. Hani bir dayanak. Destek gücü olarak. Pezevek adam kaçamazdı belki o zaman. Benden kaçsa bile ona yakalanırdı. Ananı bırak, onu vurma Ramo derdi bana. Öldürme fukara birisini. Suçu günahı yok ki onun. O çaresiz. O zavallı. İtilip kakılmış. O yurtsuz yuvasız. O vurgun yemiş, ekmek parası peşindeki sünger avcıları gibi. Bak burnu akıyor, ağzından kan geliyor ciğerleri parçalanmışlar gibi. Öyle bir şeyler derdi..."
Yedikule’nin oraya geldiğinde korkularından arınıp silkelendi. "Oh" dedi içinden. Polislere yakalanmamıştı. Oh be! Bundan sonrası kolaydır.
Surları aşıp iç tarafa girdi. Yüksek duvarların ışık almayan dibi boyunca kulelerin o tarafa doğru yürüdü.
En beriki kulenin karanlık dibinde metal varile yakılmış ateşin yalımları göğe giderken ışığı alaca çevreyi de aydınlatıyordu. Eski palet tahtaları, lodosun sahile vurduğu yosunlu odun parçaları, buz dolabı, çamaşır makinesi ve televizyon gibi şeylerin karton ambalajları ve içlerine yatıp büzüşerek uyumuş irili ufaklı sokak çocukları...
Bisikletçi Yunus usta, tırcı Burhan, İbrahim, Süleyman ve Murat; onlar ateşin başında; yerdeki kesme kale duvarı taşları üzerine oturmuş, hem çay hem de sigara içiyorlardı. Altına kor çekilmiş sacayağı, isten kararmış alüminyum çaydanlık, melamin tepsi içine dizilmiş kaşıklı içi boş kirli çay bardakları ve bir sürahi dolusu su da önlerinde duruyordu. Yanlarına gelince ateşin başına gelip dikildi.
"Abi geldim ben."
"Hoş geldin Ramo!"
"Geldim abi!"
"Hani tabanca?"
Yüzünü gözünü örten kapüşonu başından çıkarıp arkasına attı, sağ elini parkasının cebinden çıkarıp ustası Yunus’a uzattı.
"Al emanetini."
"Vurdun mu oğlum?"
"Vurdum abi."
"Aferin."
"Aferin bana abi."
"Öldü mü?"
"Ölmüştür. Öyle olmalı..."
"İyice gördün mü?"
"Gördüm. Oturuyorlardı ikisi, yan yana. Yanlarına sokulup dikildim karşılarına. Hem beni, hem de elimdeki tabancayı görünce kaçtı pezevenk. Yel gibi. Arkasından kurşun yetişmez. Diğeri donup kaldı öylece. Milim kıpırdayamadan. Gözlerimi yumup iki kere bastım tetiğe. Üçüncüye patlamadı. Makine tutukluk yaptı galiba. Öteki iki kurşun yiyince gık bile diyemedi. Ellerini karnına götürüp kafa üstü düştü yere. Yer anında ıslandı çişinden..."
"Lan kimi vurdun sen?"
"Anamı abi!"
"Kim düştü kafa üstü yere?"
"Anam abi."
"Ulan koydurma ananın orospu amına! Pezevenk Recep’e ne oldu? Tövbe billah..."
"O kaçtı dedim ya! Tabanca tutukluk yapınca... Öyle olunca gidemedim peşinden."
"Ulan geri zekalı Ramo! Ulan salak, ulan akılsız! Ulan anan değildi orospu olan, oydu onu satan orospu çocuğu orospu. Ananı değil, onu vuracaktın hani!"
"Ben namusumu temizledim Yunus abi! Onun çocukları da gidip onu vursun, onlar da temizlesinler kendi namuslarını..."
"Neyse neyse, tamam. Olan olmuş bir kere. Üzme kendini. Az da olsa onun da suçu vardır bu pislik işte. Direnebilirdi istese. Teslim olmazdı çabucak. Yardım isterdi birilerinden. Polise gider şikayet ederdi. Valiye, Kaymakama. Belediye başkanına. Sığınma evi bulurdu kendisine. Pes etmezdi. Bulmuş belasını diyelim. Belki de ölmemiştir ha, belli mi olur. Alıp götürmüşlerdir hastaneye. Mermiler ölümcül bir yerine gelmemişse ölmemiştir. Ölmemiştir kesin. Ameliyatla çıkarılıp tedavi edilir. O yaşar. Yaşatırlar. Üzülme artık. Seni Bulgaristan’daki köyüne göndereceğim. Hani dayın vardı ya iki tane. Hani iki tane teyzen ve çocukları. Nasıl diye sorma, o bende..."
"Ama nasıl abi?"
"O bende Ramazan, o bende. İşte tırcı Burhan. O her daim benimle. Koltuk altına sokar seni; kaçak rakıların, viskilerin arasına sıkıştırır. Üzerine de oturur. Olmadı Otobüsçü Cumhur. O da her daim benimle. Bagajındaki yolcu valizlerinden birinin içine sokar seni. Ya da aralarına sıkıştırır. Sınırı geçip baba, dede yurduna gidersin. Ölmediyse, daha sonra ananı da gönderirim yanına. Tabii istersen. Yani affedebilirsen. İçin kabul ederse yani. Söz ulan Ramo! Bu benim insanlık sözüm. Söz ki, bu benim namus sözüm. Faşistin ülkesinde hukuk olmaz. Hukuk yoksa bağımsız yargı olmaz. Yanlı yargıdan da adil bir karar çıkmaz. Hal böyle iken seni faşizmin kanunsuzluğuna ve hukuksuzluğuna, seni acımasız kapitalizmin soysuzluğuna, seni kargaya, kuzguna, akbabaya, yarasaya ve oğlum seni insan denilen yaratıkların insansızlığına yem edersem yuh olsun bana!"
Bulgaristan’daki köylerinin arkası ulu bir dağ, önü ise uçsuz bucaksız düz bir ovaydı. Dağ yamaçlarında renk renk açmış mis kokulu gül bahçeleri, verimli ova toprağında ise meyvelikler, sebzelikler, insan boyunu aşan saplarıyla buğday, arpa, mısır tarlaları ve yeşil çayırlıklar vardı. Geniş avlu içindeki taş duvarlı evleri iki katlıydı. Koyun, keçi, tavuk, kaz, ördek, kedi ve köpek gibi hayvanlar; sepet sepet yumurta, kovalar dolusu süt, yığın yığın odun ve yanan ateşler, kaynayan süt, pişen ekmek ve yemekler, top top tereyağı, dilim dilim peynirler ve petek petek bal...
Ramazan’ın acılı ve kederli içini ılık bir sevinç yumağı sarıp sarmaladı birden. Yüzü gülümserken küs gözleri umutla ışıladı...
Tevfik Tekmen. Şubat/2020/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.