- 724 Okunma
- 7 Yorum
- 6 Beğeni
HAYATIM (IZ) ROMAN (DI)-2
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bizim canım Ege’de; eskiden köylü kısmı kışın köyünde, yazın da bağ evlerinde yaşardı, şimdiki nesililin araç-gereç ve ulaşım imkanları daha çok olduğu için, artık günlük geliş-gidişler şeklinde.
Eskiden bağ evine gitme hazırlıklarımız bittikten sonra, Nisan ayı ilk haftasında göçler başlardı. Bu hazırlıklar bize ayrı bir neşe, farklı bir heyecan ve tatlı bir telaş katardı...
Bağ evlerine yerleştikten sonra bağ evi kulenin önünde, emme-basma tulumbaya yakın olan yerlere karıklar açar, içlerine daha önceden tohumlarını ekip de fidan haline getirdiğimiz biber, patlıcan,domates fidanlarını diker ,biraz daha ötesine soğan, salatalık, kabak tohumları ekerdik.
Bahçemizin etrafında da rengarenk açan yaz çiçeklerimiz olur,misler gibi kokarlardı.
O zamanlar çok değişik zirai ilaç bilinmezdi. Sadece göztaşı ve kükürt atılırdı. Tulumbanın yanına duvarları yüksekçe " çarpana" dediğimiz bir metrekarelik havuz yapılmıştı, havuzun dip tahliye deliği tıkanır, içine su doldurulur, göktaşı da suyla karıştırılır, karışmış olan suyu kovalarla ben taşırdım, anacığım da sırt tulumbasıyla asmalara püskürtürdü.
Bu işi yaparken bir de rüzgar çıktıysa her tarafımız masmavi olurdu.
Hele kükürt atması daha da zor bir işti.
Gözlerimize falan sıçrar ise eğer, gözlerimiz zehir gibi cayır cayır yanar, beyaz olan kısmı kan çanağına dönerdi.
Sulama ve çapalama öncesinde de her sene , kargıdan örülmüş büyük iki kulplu kelterle bir kenara döktüğümüz hayvan gübresini (genelde koyun gübresi tercih edilir ) tek tek asmaların diplerine taşır, dökerdik. Şimdiki suni kimyasal gübreler bilinmezdi. Çapalama işlemi için, toprağın tam tavında olması gerekirdi, ne çok ıslak nede çok kuru.
Kavak ağacımız öyle çok uzamış,gövdesi öyle genişlemişti ki, rüzgarla bitlikte hışır hışır sesler çıkarır, sanki bize kendi lisanınca türküler söylerdi.
Yapraklarının beyazımsı olan arka yüzleri ortaya çıkar, şahane bir görüntü oluştururdu.
O kavakların yüksek kısımlarındaki çatal aralarına yuva yapan kuşların telaşesi beni türlü türlü duyguya sokardı. Adeta ruhtan ruha girerdim.
Çünkü, binbir çile ile yaptıkları yuvalara yumurtlarlar ayrı bir duygu yaşarız, yumurtadan çıkan civciv seslerinden ayrı bir duygu yaşarız.
Hatta bizim üzümleri gagalayan anne kuşları ben hiç kovalamazdım, çünkü onlar da yavrusuna bir ana nihayet. Bazen de bir başka duygum ise sevinç yerine hüzün olurdu.
Nasıl olmasın ki, doğanın kanunu hep sevinç vermiyordu canlılara... Bir bakıyorsun deli bir fırtına kopuyor, ters ters esen bu deli fırtına yuvayı bozuyor, yavrular kavaktan aşağı düşüp tarumar oluyordu.
Yuvayı bulamayıp da yavruları kavak dibinde arayan anne kuşların feryat ötüşlerini hiç duydunuz mu? İnanın insanın içine içine işliyor.
İncir ağacının bir tanesi mor, bir tanesi sarı meyveler verirdi. Mor olanının altına düşen kurumaya yüz tutmuş buruk olanlarını yemeye doyamazdım. O kadar çok olurdu ki meyveleri, yemekle bitiremez, kışlık olarak da kuruturduk.
Şeftaliler de iki çeşitti. Yerken suları şapır şapır akar, tadına doyum olmaz, üzerimize bulaşan lekeleri de çıkmazdı.
O zamanın meyveleri de, şimdikiler gibi plastiğe benzemezdi.
Hemen yan tarafımızdaki Mehmet dayımların boydan boya sayısı belirsiz iğde ağaçları vardı.
Çiçek açtıkları zaman adeta doğal parfüm kokardı her taraf.
İğde meyveleri olgunlaşınca erkekler tepesine çıkar, sırıklarla çırparlar, bizler de altına düşenleri toplayıp önce kalburlara, daha sonra da çuvallara boşaltırdık.
Ben; iğde çiçeklerinden saçlarıma taç yapmayı çok severdim, hem çok güzel, hemde kalıcı kokardı çünkü.
Mehmet dayımın beş erkek çocuğu olduğu için koyun sürüleri de vardı. Sırayla giderlerdi koyunları. O sıralar güdülecek meralar pek çoktu etrafta. Meraların adına da kovalık derdik.
Yaprakları ince uzun olup, uçları iğne gibi bitkilrr pek çoktu.
Aralarında, yapraklarına dokunduğumuzda mis gibi kokan hayıtlar, süpürge otları vardı.
Avlularımızın ve hayvsn damlarımızın temizliğini yapmak için onlardan süpürgeler, hayıtlardan da sepetler örülürdü.
O güzelim yemyeşil meralarda, ineklerimiz, eşeklerimiz, atlarımız istedikleri gibi otlanırlardı.
Tavuklarımızı bile akşamları sokardık sadece kümese. Yediğimiz, içtiğimiz herşey doğaldı. Kim ev ekmeği yapsa mis gibi kokar, tüm çocuklar faydalanırdık hem de arasına sürülmüş mis gibi tereyağıyla birlikte.
Tilkiler, çakallar, yılanlar, akrepler, kaplumbağalarla...İç içe haşır neşir olmuştuk sanki. Envai çeşit kuşlar uçuşur, ötüşür dururlardı etrafımızda.
Hangi taşı kaldırsak altından akrep çıkardı. Yılanların, kaplunbağaların çiftleşmelerine şahit olurduk.
Akrabalarımızdan birisinin de bal arıları vardı.
Tutku haline gelmişti onda arıcılık. Balımız da onlardan gelirdi.
Onlara gittiğim bir gün, meralıkta otlanan deve sürüsü görmüş, yakından bakmak istemiştim de bir tanesi kovalamıştı beni. Zor atmıştım kendimi evlerine. Onlar kimindi, oralarda ne işleri vardı hâlâ bilmiyorum.
Babaannemlerin bağları biraz mesafeliydi bize. Onlar Çakircaali köyünün bitişiğinde, bizler ise, Sobran köyüyle ikisinin ortasındaydık.
Şu anda Facebook arkadaş listemde olan saygıdeğer Kàmil Altıngül de, babası ve kardeşleriyle birlikte at arabalarıyla hemen hemen hergün kendi bağlarına giderlerken bizim kulenin yanından geçerlerdi.
Dört gözle ne zaman geçecekler diye bekler, geldiklerinde hemen arabaya atlar babaannemlere giderdim.
Aheste aheste giden at arabasının arkasından koşup da durdurmadan binmenin hazzını asla unutamam.
Devam edecek.
YORUMLAR
Sevgi Umut
Köy hayatımı tadıda tuzuda damağımızda kaldı.Ben de sık sık yad eder yazarım o günleri
Bari yazarken o anı yaşayalım diyor insan.
Yoksa o günlerin geri geleceği yok.
Yazısınız çok doğal ve akıcıydı tıpkı yaşadığınız o günler gibi.
Tebrikler çok keyifli bir yazıydı.
Saygılar
Sevgi Umut
Katkınız için teşekkür ediyorum. Saygılarımla.