SUYA BAKAN ADAM
Ne zamandan beridir şu adamı hep merakla izlemişimdir;yani şu suya bakan adamı.Onu ilk kez,Eminönü’nde devamlı Boğazı sey rederken görmüştüm. Altmış yaşlarında filan görünüyordu,belki o kadar da değildir. Yaşam koşulları bazılarını fazla hırpalar ve erken yaşlandırır. Bir de her hangi bir nedenden dolayı girift bir sorunu varsa ,o daha da bir yıpratıcı olur…Gerçi dış görüntü her zaman yanıltıcı olabilir, iç dünyalar ise tümüyle bir sırdır..” Dışı seni,içi beni yakar” değimini yabana atmamak gerekir..
Sabahattin Ali ; ” Kendi içimizde kendimize dair bilmediğimiz o kadar çok şey vardır ki..” derken, bizatihi kendi iç dünyamızı çö zememişken , bir başkasını anlamak o kadar da basit değildir de mek istemiştir her halde…
Şu koca şehrin sokaklarında , caddelerinde , iş yerlerinde , vapur larda, arabalarda binlerce insan hareket halindedir. Bu maşeri ka labalıklar içinde, tanımadığımız değişik renkli,değişik profilli ka dını,erkeği bu insanlar, her dem koşuşturup duruyorlar…
Vapurlar ,otobüsler,trenler dolup dolup boşalıyor,Yer altı geçitle rinde insanlar birbirini adeta iterek ilerliyor,bir telaş,bir koşuştur madır gidiyor..Her bir insanın yaşamı,kendine özgü,karmaşık ve değişik duyguların , özlemlerin,acıların ve mutlulukların harman landığı koca bir dünyadır...
Zaman zaman o sahilde ve aynı yerde rastlamış olduğum ve onu büyük bir merakla izlediğim bu adama,“Suya Bakan Adam” adı nı koydum. Ne var ki, bu güne değin onunla yan yana, yüz yüze henüz gelmiş değilim ve doğrusu bunu da çok istiyorum. Çünkü onda beni kendine çeken bir görünmez el var sanki, bir görün mez enerji.Keşfedilmesi gereken yeni bir dünya gibi..Aslında bir insanı keşfedebilmek ne kadar güzel olurdu. Onu her gördüğüm de bana bunları düşündürüyor ; şu “ Suya Bakan Adam”
Zayıfça, orta boylu ,seyrekleşmiş ve bakımsız ak saçları, belli ki uzun zamandan beridir ne su yüzü, ne de berber görmemiş. Hüz ünlü yüzünde derin yaşam çizgileri oluşmuş bir garip adam…
Boğaziçi’ nden esip gelen poyrazın hafif esintilerinin sürükleyip getirdiği küçük dalgalar , rıhtımın beton ve yosunlu duvarlarına çarpıp duruyordu. Onu ne zaman orada görsem,dirseklerini dem ir korkuluklara dayamış ve gözlerini hiç ayırmadan rıhtıma vur an denizin sularına bakarken ve çevresine ilgisiz bir şekilde ora da bir şeyler arıyormuş gibi bulmuşumdur. İşte onun bu halidir ki, beni onunla bir şekilde diyaloga itiyor , onu yakından tanıyıp anlamamı söylüyordu. Aslında ben pek sosyal biri değilimdir,öy le herkesle birden bire ilişki kuracak yapıda da değilimdir. Nedense bu adamla konuşup tanımak geldi içimden. Dediğim gi bi bu güne değin bunu başarabilmiş de değilimdir.. Ama bu kez kararlıydım; ona yaklaşacak ve onunla konuşacaktım. Ve bu ka
rarlılıkla ona doğru ağır adımlarla yaklaşmaya çalıştım.Sonra bir den durup düşündüm; “ Ona ilk olarak ne diye hitap edeceğim?” diye. Az önce almış olduğum kestanelerden ikram edip; “Buyur kestane ye!” mi diyeceğim. Tabii ki böyle bir şey olamazdı ve bu gibi düşüncelerle ona ne söyleyeceğime kesin karar vereme den bulunduğu yere doğru epeyce de yaklaşmıştım. O, yine ken di halinde ve kendi dünyasındaydı.Yine başı öne doğru eğik ola rak sabit bakışlarıyla suya bakıp duruyordu…
Yavaş yavaş ona doğru iyice yaklaşmaya başladım. Aramızda az bir mesafe kalmışken,ben de onun gibi dirseklerimi korkuluklara dayayıp , denizi ,vapurları,karşıda ki Kızkulesi’ni Salacak ve Üs küdar sahillerini ve ilerlerde bir pırlanta gerdanlık gibi ışıldayan Boğaziçi köprüsünü ve gözümün alabildiğince gördüğü güzelim İstanbul manzaralarını seyre koyuldum...
Ona iyice yaklaşmadan önce kameramı çıkarıp,resim çekiyormu şum gibi yaparak, usul usul biraz daha yaklaşmaya çalıştım. Ara daki mesafe iyiden iyiye daralınca , ona karşı olduğunca sabırlı ve dikkatli davranıyordum.Ona biraz daha yaklaşıp aniden;”Mer haba!” dedim. Doğrusu bu tavrıma ben bile şaşırdım. Bir anda olup biten bu selamlaşma adeta dudaklarımdan dökülüvermişti. Buna rağmen , birden rahatlamış ve onun nasıl bir yanıtı olacak diye beklemiştim. Hemen ondan bir yanıt alamadım. Hazır başla mışken devam etmeliydim ve tekrar ona: ”Merhaba Suya Bakan Adam!” dedim.
Bu söz üzerine adam birden sanki uykudan uyanmış ve kendine gelmişti..Başını önce yukarıya doğru kaldırıp gök yüzüne , sonra da yavaş yavaş dönüp benim yüzüme baktı. Doğrusu biraz heye canlanmış , hatta korkmuştum! Tanımadığım , bilmediğim, üste likte kendine özgü tavırları olan bir adamla karşı karşıya gelmiş tim. Korktuğum olmadı ve o masum bir yüz ifadesi ve çocuksu bakışıyla bana sordu: “ Özür dilerim tanımadım,siz kimsiniz?” diye sordu.Sonrada benim yanıtımı beklemeden o yine devam et ti ve : ”Merhaba!” dedi…
Sonunda bu keşfedilmesi gereken gizemli adamla tanışmış ve hatta arkadaşlığımız bile başlamıştı…
Bu gelişmeden sonra ,bir hafta boyu hep onu düşündüm. Hele o ilk görüştüğümüzdeki hali hiç aklımdan çıkmadı. Tabii ki asıl te ma , yani beni ona yakınlaştıran şey,onun sabit bakışlarla durma dan suya bakmış olmasıydı. Zaten beni ona iten de bu olguydu, bu meraktı. Tanışmamızdan bir hafta sonra onu görmeye gittim. Güzel bir gündü ve İstanbul her zamanki gibi çok güzeldi. Ona uğramadan önce,yine Boğaziçi’ne bakıp,bu şehri düşündüm Bunca zamandan beridir yaşadığım bu şehir,bana yaşama sevin ci veriyor. Elli yıldır yaşadığım bu şehirde dilerim ebediyete ka dar da yatarım…
Tek tek vapur iskelelerini geçerek onun her zamanki bulunduğu yere geldim. Onunla bu ikinci buluşmam olacak.Umarım olağan dışı bir şey olmaz ve yavaş yavaş bir birimizi daha yakından ta nıyıp arkadaşlık kurmuş oluruz. Kim bilir belki de onun gerçek ten birine çok ihtiyacı vardır , o zaman ben de ona gerekeni yap ar ve ona yardımcı olurum..
Her şey yolunda gitti. Ona aldığım sıcacık kestanelerden ikram ettim. Onu biraz olsun değişmiş , benliğini bulmuş ve hayata dö nük buldum.Bir kez daha inandım ki;insanı yaşatan su ve ekmek kadar, insani ilişkiler,arkadaşlıklar ve dostluklardır.Gerçi onu he nüz yeteri kadar tanımıyor ve ruh dünyasına da girmiş değilim dir…Eğer bana inanıp güvenirse,ondan insani duygularımı eksik etmeyeceğim. Ona hiç değilse, güler yüzümü, sıcak elimi verece ğim.Neden onunla dost olmayalım ki?Aslında hepimizin, katışık sız, çıkarsız dostluklara ihtiyacımız vardır..
Sonunda düşündüğüm gibi oldu ve kısa sürede onunla dostluğu muz başladı. Onu tanımaya ve anlamaya çalışıyorum.Onu bu tav rın içine iten ve bilinç altına yerleşip kalan o saplantıdan kurtul ması için uğraşıyorum.Yaşamın hay huyu içinde korkarım kendi benliğimizi bile kanıksamış gibiyizdir. Hiç düşündüğümüz olu yor mu, “İnsan”denilen bu varlığın nasılda bir “İlahi varlık”oldu ğunu? İnsanı ve insanlığı hiç unutmamalıyız..
Şu koca ve kalabalık şehirde kimsenin yalnızlığı hiç düşünülmez Oysa asıl yalnızlıklar bu yerlerde yaşanır. Kim bilir kaç zaman dır bu adam,o sahil kenarında kaderiyle ve yalnızlığıyla baş başa yaşadı. Şu maşeri kalabalıkların durmadan gelip geçmesi, onun için ne ifade ediyordu?
Onunla zaman zaman vapurla Boğaziçi yolculukları yapıyoruz. Amacım onu yaşamın güzellikleri önünde karamsarlıklardan kur tarıp yaşama bağlamak. Zaten kıpırtılı bir deniz, masmavi bir gökyüzü,uçuşan ak göğüslü martı kuşları,bir ağacın gölgeliğinde uzanıp yatmak,bir demet kır çiçeği ve sevecen bir insan sesi,mut lu olmak için yetmez mi?
Dr.Recep Er , onun artık sağlıklı biri olduğunu söyledi. ”Büyük bir depresyon geçirmiş ama şimdi çok iyi “dedi. İşte buna çok sevindim. “ Bu gün neşem yerinde ,hadi gidip bunu kutlayalım!” dedim ona. Güldü .“Haydi gidelim!” dedi.
Kasımpaşa sahilindeki Haliç’e nazır bir lokantaya gittik onunla. Aslında bu konuda söylenecek ve yazılacak çok şeyler oldu bu güne değin. Bütün bunları bir gün yazarım diye not ettim. Ama cım onun içine düşmüş olduğu bu durumun nedenlerini anlamak tı. Belki bildiklerime yeni bilgiler edinirim diye düşünüyordum.
Bak dedim ona,”Bir şekilde seninle tanışıp arkadaş olduk. Uma rım bu hep böyle devam eder. Sen istersen bana bilmediklerimi de anlatabilirsin. Hem belki de senin çok ilginç bir yaşamın ve anıların olmuştur. Bana anlatırsan belki bir gün bunları yazarım. dedim.
Bu sözlerim üzerine, biraz da mahcup bir edayla yüzüme baktı ve “Estağfurullah! Benim gibi sıradan bir insanın kayda değer ne gibi bir yaşamı olur ki?”dedi. Fazla konuşmadı,hatta bir ara derin bir sessizlik bile oldu. Çaylar gelince devam ettik ve çay
larımızı yudumlarken , birazda konu değişsin diye ona karşı sa hili ve ötesini gösterdim.
Karşıdaki Bozdoğan kemerlerini ve yanı başındaki Vefa semtini anlattım ona. Yıllar önce orada oturduğumuzu da anlattım ona..
Çaylar bitince ,”İstersen biraz yürüyelim,hatta istersen Unkapanı köprüsünü de geçip Vefa’ya bile gidebiliriz.” dedi. Ağır adımlarla ve şuradan buradan konuşarak,Şişhane, Azapkapı derken, kendimizi köprünün ortasında bulduk. Buradan hangi yö ne bakarsanız bakın, İstanbul’un bütün güzelliklerini seyredersi niz…Akşam olmak üzereydi ve güneş yavaş yavaş Eyüp’ün tepe lerinin ötesinde gurup vaktindeydi. Köprü üstündeki amatör ba lıkçılar oltalarını Haliç in sularına atıp çekiyorlardı. Herkesin kıs meti farklı, oltaların bazıları dolu,bazıları ise boş dönüyordu…
Artık ondan umudumu kesmişken , birden konuşmaya başladı su ya bakan adam.”Bana öyle geliyor ki sen benim öykümün başını da,yani beni bu hallere sokan sonun nedenlerini de merak ediyor sun;öyle değil mi?” dedi. ”Elbette ki öykünün başını bilmezsem sonunu da pek anlayamam.” dedim.
VE o anlattı:”Hepimiz etten ve kemikten oluşmuşuz. Aklımız ve duygularımız vardır.Bazen hata yapar, kusur işleriz. Doğaldır ki, güzel şeylerde yaparız.İyilik yapar başa kakmayız, insanların so runlarına koşarken,onların sorunlarına el atıp, gönül verirken ve hastanede ziyaret edip , dar günlerinde yanlarında olurken,vede ben ki, işimde gücümde gece gündüz dürüstçe çalışırken, ben ki hep tevazu gösterip, V.R.Zobu’yu üzerken, bunların hiç birini bir üstünlük saymazken ,40 yıldır,50 yıldır, 60 yıldır hep birlikte yaşarken,gel gör ki;bazıları vefa nedir bilmedi, hoşgörü nedir bil medi, ya salt hatalarımı gördüler,ya da bana hatalar ürettiler. Meğer onlar iyi gün dostlarıymış, ben yanılmış,anlayamamışım.. Kısacası onlar, Herodot’un dediği gibi gözlerine değil, kulakları na inandılar. Sonra da bana : ” Sen iyilik et , denize at,balık bil mezse Halik bilir.”dediler. Buna çok üzüldüm, o gün bu gündür suya bakıp, o nankör balığı arıyordum. Ta ki, sen gelip beni bu lana değin.. İşte benim öyküm bu kadar.” dedi.
Seni anlıyorum, “Suya Bakan Adam “ dedim ona. Artık her şey geride kaldı. Herkesi kendi vicdanıyla baş başa bırak ve olanları unut. Artık önümüze bakmalıyız. Bundan böyle birlikte Boğaz içi’nde , Haliç köprülerinde balık tutmaya gideceğiz ve gözleri mizi dört açıp,boş sulara değil,yalnız avlayacağımız balıklara ba kacağız..Bakarsın bir gün senin aradığın o nankör balığa da rast larız kim bilir?O zaman benim ona söyleyecek bir çift sözüm ola olacak: “ Hey seni gidi nankör balık seni! Bu kadar da nankör lük olur mu?” diyeceğim ona…Gülüştük ve İstanbul’da akşam oluyordu…
CEVDET TÜRKOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.