BİR ZAMANLAR
BİR ZAMANLAR
Sonbahar mevsimine girmek üzereydik. Güneş köyümüzü çevreleyen dağların tepesinden başını uzatmıştı. Çevresindeki canlı, cansız varlıklara ‘’günaydın’’ der gibiydi.
Güneşin doğmasıyla, yarasalar mağaraların güneş görmeyen yerlerine girmişler, kuşlar, kelebekler, arılar dahil börtü böcek tüm canlılar ortalıkta görünmeye başlamışlardı.
Bizim kümesin çil horozu, sabahın olduğunu ‘ü ürüüü üü’’ diye uzunca birkaç ötüşle ilk haber verenlerdendi. Horozun sesini duyan annem, hepimizden önce kalkardı. Daha sonra da babam. Annem, akşam ocakta yanan ateşten kalan küller içinde bir kor parçası arar, bununla günün ilk ateşini yakardı. Ateş ve tüten baca… Anadolu diliyle; ‘’bu hanede yaşam sürüyor’’ demekti...
Annemin bir şekilde yaktığı ateşten babam ilk sigarasını yakardı. Bu konuda annemle zaman zaman tartıştıkları olurdu. Annem:
‘’Parasını el alır, dumanını yel alır. Ne olur bunu içmesen. Bak çocuklarımız büyüyor. İyi bir şey zannedip, ya onlarda sigara içerse...’’ diye söylenip dursa da babam artık bu sözlerden hiç etkilenmez, bir kulağından girer öbüründen çıkardı. Arada bazen:
‘’Ah, bilmez miyim sanıyorsun? Askerde komutan da buna benzer sözler söylerdi. Bu sözler bizde daha çok içme isteği uyandırırdı...’’
Annem, babamla böyle çekişse de yapılacak o kadar çok işi vardı ki... Dışarı çıkmasıyla evimizin köpeği Karabaş annemin yüzüne bakar, kuyruğunu sallar, sonra da yanına gelir eteklerine dolanırdı. Sağa sola boş gözlerle bakar bir iki havlardı, o da kendi dilince acıktığını dile getirirdi.
Her ne kadar annemi görmeseler de kümesin içinde bir hareketlenme olur, kapısı açıldığında dışarıya ilk çıkan hep çil horoz olurdu... Sabah olduğunu müjdelemenin karşılığında o da hem kendine hem de kümesteki tavuklar için yem isterdi annemden. Evde bizler, dışarıda hayvanlar bir şeyler beklerdi... Neredeyse bizim evde herkes annemin eline bakardı. O devasa zannettiğimiz, her şeye gücü yeten babam bile… Bazen kendi kendime; ‘’Anneler, hep vermek için mi dünyaya gelmişler’’ diye düşünürüm...
Köpeğimize yalını, tavuklarımıza yemini veren annem gayet mutlu bir şekilde ahırımızın kapısını açtığında ineğimiz, başın geriye çevirerek masum masum annemin yüzüne bakardı. Küçük buzağımız Elif, sevincinden daracık bölmesinde kuyruğunu bir o tarafa, bir bu tarafa sallayarak karnını doyurmak için o daracık bölmeden çıkaracağı anı beklerken sabırsızlanırdı.
Annem buzağının kaldığı bölmenin kapısını açtığında, hızla annesinin memelerini emmeye başlardı. Üç gündür aç kalmış gibi öylesine çabuk emerdi ki, ağzının yan tarafları kısa zamanda köpürürdü. Hatta köpükler yere dökülürdü...
Daha sonra annem buzağının başına minik bir yular geçirir, ineğimizin hemen yanına bağlar, sonra da ineğimizi sağardı. Sağma işi bittiğinde buzağıyı ahırın içinde bırakır, ineğimizi de bahçemizdeki otlağa salardı.
Annem elinde bir bakraç süt ile eve gelirdi. Önce sütü bakırdan kalaylı bir tencere içerisine süzer, süt tenceresini ocakta yanmakta olan ateşin üstüne koyardı. Bir yandan kahvaltılık bir şeyler hazırlarken babam da ahırın diğer bölümündeki öküzlerin altını temizler, önlerine akşamdan hazırladığı otları koyardı.
Sıranın en son kendisine geleceğini yıllardan beri ezberlemiş olan eşeğimiz, adeta ‘’ben de buradayım’’ dercesine anırmaya başlardı. Babam onun başındaki eğreti yularını çözer, o da doğruca evimizin önünden geçen yolun en kumlu yerine sırt üstü yatar; bir o yana, bir bu yana devrilerek kendi kendine sabah tımarını yapardı. Bu hareket bazen onun o kadar hoşuna giderdi ki, dilini bile dışarı çıkarırdı. Daha sonra kalkar şöyle bir silkinir, üzerindeki kumların bir kısmını atar, doğruca yol kenarındaki kendisini bekleyen eşek dikenlerinin yanında soluğu alırdı. Eşek dikenlerini o kadar itina ile yerdi ki ağzına bir tane diken batırmazdı. Ya da biz öyle zannederdik...
Hayvanların işleri bittikten sonra sıra bize gelirdi. Köy yerinde ‘’Mal, canın yongasıdır.’’ Her ne kadar önemli bir kaza olduğunda; ‘’Cana geleceğine, mala gelsin!’’ diye söylense de bu söz malın değerini düşürmezdi...
Annemin kahvaltı sofrasını hazır etmesiyle kardeşim Kiraz yarı uykulu, biraz nazlanarak annemin eteklerine dolanırdı. Sonra ben elinden tutar doğruca lavaboya götürür elini yüzünü bir güzel yıkardım. Serin su kardeşimin uykusunu açar, mızmızlanmayı bırakır, neşeli bambaşka bir çocuk oluverirdi…
Köyde kahvaltılar öyle uzun uzadıya yapılmazdı. ‘’Selden kütük kaçırır’’ gibi biraz acele edilirdi. Harman işleri bitince, bağda üzüm toplamaya başlardık. Hep birlikte kağnı arabamıza biner, köyümüzün alt tarafından geçen ırmağın kenarındaki asma bahçemize giderdik. Akşama kadar topladığımız üzümleri babamın kendi eliyle yaptığı kasalara doldurur, kağnımıza yükler evimize gelirdik. Üzüm hasat zamanı her akşam köyümüze gelen tüccarlar üzümümüzü satın alırlardı. Böyle zamanlarda günün yorgunluğuna rağmen hepimizin yüzü gülerdi. Babamın yürüyüşü bile değişirdi…
Sattığımız üzüm paralarıyla ben; okul için kıyafet, defter, kitap hatta yeni bir çanta almayı hayal ederken kardeşim Kiraz; ‘’ağlayan bebek’’ alıp almayacağını iki de bir babama sorardı. Ondan aldığı ‘’evet’’ cevabını duyunca boynundan kucaklar, yanaklarından öperdi. Ben, geçen yıl ölünceye kadar hep dedemi kucakladığımdan babamı kucaklamak hiç içimden gelmezdi...
Aradan yıllar geçti. Büyük şehirlere göç ettik. Ben ev hanımı olarak kaldım. Kardeşim Kiraz okudu, hemşire oldu... Arada bazen bir araya geldiğimizde çocukluk günlerim gözümün önünden bir sinema şeridi gibi geçer, gözlerim yaşarırdı.
Torunum Yaren; ‘’Anneanne, niçin ağlıyorsun?’’ diye sorardı. Onu kucaklar, bağrıma basar, çocukluk günlerimi onun anlayabileceği bir basitlikle anlatırdım. O da her seferinde ilk defa dinliyormuş gibi anlattıklarımı dikkatle dinlerdi...
Salih KOÇ
20 Ağustos 2022 / Avcılar-İst.
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.