- 321 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖYLE BİR YAŞAM OLMALI Kİ DESTANLAŞSIN
Biz tarım toplumu mu, ticaret toplumu mu, yoksa sanayi toplumu muyuz veyahut ta karmakarışık bir şey mi?
Yaşam tarzımıza ve dışarıya bağımlılığımıza baktığım zaman nerede olduğumuzu şahsen ben kestiremiyorum. Tarım toplumuyuz diyoruz yiyecek ürünlerimizin büyük bir kısmını dışarıdan alıyoruz. Dışarıdan ürün gelmese kendimize yetmiyoruz, hatta toplum öyle hale GELMİŞ Kİ ANINDA ÖLECEKMİŞ GİBİ,yaşıyor.Oysa tarım toplumu olsak biz kendimize yetecek durumun ötesinde bizim nüfusa denk iki farklı ülkeyi de doyuracak duruma gelebiliriz. Ancak bilerek, küresel imkanların sahibi olduklarına inananlar tarafından tarımdaki yaşamız, sonlandırılma düzeyine geldi. Bu durumdan en çok faydalananlar emperyalist güçlerdir. Onlar kendilerine bağımlı toplumlar inşa etmeyi tercih ediyorlar. Çünkü bağımlı toplumların özgürlüğü olmaz. Korkular içinde neleri kaybedeceğinizi düşünerek yaşarken, sizin için çizilen yaşam standartlarına hep uymak zorunda kalırsınız.
Ticari toplumlar olduğumuza da ben inanmıyorum. Çünkü ticaret sürekli yenilenmeyi ve markalaşmayı gerekli kılmaktadır. Günümüzde markalaşmak önemli bir konudur. İnsanlar ürünlerini değil, çoğu zaman markalarını satmaktadırlar. Markalaşamamış toplumlar, ürünlerini bire satarken, markalaşmış toplumlar bunların on katına mallarını satarlar. Dolayısıyla ticari toplum olduğumuzu da söylemek çok zor. Sanayi toplumuyuz da diyemiyoruz, çünkü dışarıya bağlı olmadan sanayi ürünü olarak başkalarına sattığımız herhangi bir ürünümüz olmadı şimdiye kadar. Peki böyle bir yaşam kendi kendine varlığını devam ettirebilir mi,o da mümkün değil.O zaman da kendi kendine yetmeyen toplumlar, kendilerine yeten toplumlara bağımlı olarak yaşayan toplumlar olurlar.
Biz tarih boyunca toplayıcılık ve göçebe yaşamın yeryüzündeki en aktif toplumlarından biri olduğumuz için, hala kendimize yetecek düzeye çıkamadık. Oysa toprağa yerleşik bir yaşama dönmemizin üzerinden onlarca asır geçmiş olmasına rağmen, hala göçebe özellikleri gösteriyoruz. Bu da bizlerin kazanımlarının sonrakilere aktarılmasının önüne geçmektedir. Sonraki nesillere toplumsal yaşama katkı sunan bilimsel teknolojik ve doğa yaşamındaki buluşlarımızı aktaramadığımız için, nesiller arasında ciddi kopukluk yaşanmaktadır. Bu kopukluk, bazen bizlerin kendi eliyle gerçekleştirilmektedir. Cumhuriyetle birlikte bu kopuşun en önemli boyutu yaşandı; hatta geçmişle günümüz anlaşamaz hale geldi, belki dil çok değişmedi ancak yazılı bilgilere ulaşmak zorlaştı. Çünkü yeni Latin alfabesi, geçmiş birikimleri okuyup ondan faydalanmayı ciddi bir uzmanlık alanı haline getirdi. Okullarımızda okuyan her çocuğumuz tarihinin ne olduğunu, öncekilerin nasıl yaşadığını hangi buluşlar gerçekleştirdiğini yazılı kaynaklardan okuyarak ulaşamaz hale geldi. Dolayısıyla kendilerine söylenenin doğru olduğuna inanarak geçmişi kabullenmek zorunda kaldılar. Bu durum başlı başına bir kopuştur.
Burada Latin harflerinin kullanılması çok kötü Arap alfabesinin kullanılması çok iyi ya da diğer türlüsünü savunmuyorum. Sadece kendi geçmişlerini okuyarak anlamayan insanların, başkalarından kendi geçmişini dinleyerek öğrenmesi, onu tarihiyle buluşturmaz. Geçmişin deneyimlerinden bilimsel çalışmalarından, teknolojik araç ve gereçlerinden hakkıyla faydalanmanın yolu onların bu aşamaya geliş yollarını iyi bilmekten geçer. Mesela geçmiş dönemin tarımsal alandaki bir çalışmasından elde ettiğim bir deneyimi, buraya aktarmam sanıyorum olayın izahında faydalı olacaktır. Mevsimler normal şartların dışına çıktığı ve kış bahar mevsimleri çok soğuk olduğu zaman veya çok sıcak geçtiğinde bununla ilgili yapılan eylem, kıştan kalan karları ağaçların dibine taşıyarak, üzerini kapatıp ağacın kökünün soğuk tutulmasıyla ağaç hala kışı yaşadığını sanıp çiçeklenmemesi sağlanır. Böylece ağaçlar, havalar çok sıcak olsa da kökü çok soğuk ve kıştan çıktığına doğal olarak inanmadığı için, tomurcuklanma ve filiz vermeyi geciktirir. Bu durum, fırtına ve soğuklarda ağaçların çiçeklerini dökerek, veriminin azalmasının önüne geçer. Bu deneyimler geçmiş atalarımız tarafından uygulanan bir yöntem olmasına rağmen, bizim tarımsal alanlarımızda böyle bir bilgiye hiç rastlanmadığı için, havalar biraz ısınınca çiçekler açar ve rüzgardan hepsi dökülür ve o yıl verim çok düşük olur. Bunları geçmişten devralan bir yazı dilimiz olsaydı, bu tecrübeler sonraki nesillere bir ışık olurdu.
İpek ve Baharat yollarının güzergahı olan topraklarda, bu gün yok denecek kadar markalar oluşmamışsa bunun sebeplerini kendi içimizde aramak zorundayız dolayısıyla katkı değeri yüksek ürünler üretemediğimiz için de ticarette önemli bir yer tutmuyoruz. Daha çok tüketen durumuna düşüyoruz. En iyi tacirlerin Anadolu’dan çıktığı söylenir, ancak şu an o tacirler yerini kendilerini iş adamı ünvanlıyla ifade edip, başkalarının mallarını kendi toplumuna fahiş fiyatlarla satan tacirleri doğurmuştur. Böyle bir anlayışla ticaret yapılamaz. Ticaretin en önemli boyutu kendi kazanımlarını satarak ondan gelir sağlamaktır. Ancak bağımlı ve köle olarak yaşamaya alışmış toplumlar kendi ürünlerini değil, başkalarının attığı çöpleri toplayıp kendi insanına satıp, onları aldatma üzerinden para kazandığında kendisini önemli bir iş adamı olarak tanımlayabiliyor. Böylesi anlayışları terk etmediğimiz müddetçe bizler sömürülmeyi hak ederiz.
Herkes Hazarfen Ahmet Çelebinin nasıl uçtuğunu anlatır, âmâ onun bir toplumun uyuyan hücrelerini nasıl diriltmek istediğini anlatmaz. Çünkü o dönemin yaşamı kültürü ve deneyimleri ile nereye varmak istediklerini bilmediğimiz için, sadece bir hikaye olarak dinler ve geçeriz.Peki,böylesi bir duyarsızlık ve kendi geçmişinden uzak toplumlar sizce de hangi kategoriye girer. Onun için diyorum ki, toplumlar kendi kaderlerini kendileri belirler. Başkalarının üretimlerini tüketerek yaşayan toplumlar, kaderlerini de kendi elleriyle başlarına teslim ederler. Ondan dolayıdır ki, bir toplumun tarihe not düşmesi için, kendi yaşamıyla alakalı gerekli imkan ve kazanımları kendi elde etmesi gerekir. Başkalarının tüketeni olanlar tarih boyunca sadece hikaye olarak anlatılmış, âmâ kendi yaşamlarını kendi ürettikleri ile devam ettirenler, destanlar bırakarak yaşarlar. Biz destanı olan bir toplum olmak zorundayız. Onun için tüm alanlarda kendi kendimize yetecek duruma gelmemiz zorunlu ve gereklidir.
Son olarak diyorum ki, kendimize yeter duruma gelmek, öncelikle ataleti üzerimizden atarak kendimize gelmemizle mümkün olacaktır. Kendi geçmişlerinin yaşamını başkalarından öğrenenler ve kendi yaşamları hakkında söz sahibi olmayanlar her zaman tüketim kölesi olarak yaşamaya mahkumdur. Tüketim köleleri korku ve endişe içinde yaşarlar. Dolayısıyla ahlaki perdeleri param parça olur. Bağımlı oldukları efendileri onları terk ettiği zaman yaşamlarının son bulacağına inandıkları için, yok olmaya toplum olarak efendiler edinmeye alışmadık kendi göbeğimizi kendimiz kesecek kadar asiliz ve aynı zamanda kararlıyız. O halde kendi geçmişimizi tanıyalım ayağa kalkalım dünyaya insanlık dersi verelim ne dersiniz, çok mu istekte bulunuyoruz?
Bahadır Hataylı/19.08.2022/17.01
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.