- 292 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Çember* ve Tanrı
Bir geometrik yapı olarak var olan çember kavramıyla insanların zihinlerinde var edilen Tanrı kavramının aynı toplumsal gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çıktıklarını düşünüyorum. Sadece bu da değil, bu iki kavramın doğuş, gelişim ve varlığa erme serüvenlerini etkileyen zihinsel evrimler de alabildiğine örtüşüyorlar. Yani, çemberi var eden düşünsel ve mantıksal silsileler Tanrı’yı var eden düşünsel ve mantıksal silsilelerle hemen hemen aynı. Tasavvuru daha kolay olduğu için çemberle başlayalım. Nedir çember? Biz düzlem üzerinde rasgele seçilmiş bir noktaya (merkez) eşit uzaklıktaki (yarıçap) noktalar kümesi. Bu noktalar sonsuz sayıda olduğu için biz, birbirinden ayrı noktalar değil de başı ve sonu birleşen sürekli bir eğri görürüz. Bu kadar basit bir cümleyle tanımlamamıza bakıp yanılmamak lazım. Tanımda geçen kavramlara insanlığın zihinsel anlamda hazırlanması yüzbinlerce yıl almıştır. Düzlem nedir? Nokta nedir? Küme nedir? Düzlemde uzaklık ne anlama gelir? Tüm bunlar yine “etrafını cami ağyarını mâni” bir biçimde tek tek tanımlanması gereken kavramlardır. Yani, çembere gelene kadar, daha doğrusu çemberin doğru bir tanımını yapana kadar, pek çok başka engeli aşmamız gerekir. İşin matematiksel boyutu hem soyut olması yönüyle hem de derinliği nedeniyle bu yazının konusu değil. Benim amacım insanın çembere neden ihtiyaç duyduğu ve çemberi neden yarattığını irdelemek!
Bu soruyu sorduğumuzda da aklımıza ilk gelen nesne doğal olarak tekerlek oluyor. İnsanlık tekerleği büyük bir olasılıkla tarım ve yerleşik hayat devriminden bile önce keşfetmiştir. Belki dağlardan yuvarlanan kayalardan ilham almıştır, belki top olup yuvarlanan böceklerden… Öyle ya, bir ağacın kütüğünü düz bir şekilde kesmeyi başarabilirsen tekerlek elde edersin. Bundan iki tane yaparsan iş görür bir araç için önemli bir adım atmış olursun. Demek ki tekerlek, yani çember biliminin yaratması gereken teknoloji çemberden çok daha önce vardı. Kütükten kestiği odunlarla el arabası yapan insanın çemberin tanımıyla ilgilendiğini sanmıyorum. Az çok bir merkez ve yarıçap kavramları zihninde şekillenmiştir ama gerisi işin pragmatik doğasında yitmiştir. Zaten tekerlek, teknolojinin bilime öncelik edebileceğinin net örneklerinden birisidir. Biz genelde tersine alışığız. Önce bilimsel kuramlar geliştirilir, sonrasında o kuramların ortaya koyduğu sonuçlar sömürülerek teknoloji geliştirilir. Bunun tersinin da gayet mümkün, hatta daha mümkün olduğunu görmek açısından tekerlek ve çember (daire) ilişkisi önemlidir bence.
Neyse, konuya dönelim. Tamam, tekerleği icat ettik ama hâlâ matematiksel bir tanım olan çemberden çok çok uzağız. Tekerlek günlük hayatı kolaylaştırmasıyla hayatımızın bir parçası haline gelir ve zamanla yeni gereksinimlere neden olur. Yollar yapılır, bir kayganlaştırıcı olarak yağ kullanımı yaygınlaşır, iletişim ve ulaşım bir nebze hızlanır, şehirler inşa edilir… Çemberin var olması için de şehir dediğimiz yapı bir ön şarttır. Çünkü şehir artı-değerin tecessüm etmiş halidir. Şehirde yaşayan insanın tarlada geçirmek zorunda olmadığı boş vakti vardır ve bu boş vaktini soyutlamalara -şiir de olabilir bu matematik veya felsefe de- harcayabilir. İşte bu noktada insan tüm hayatı boyunca gördüğü mükemmel olmayan tekerleklerden mükemmel olan çembere sıçrama yapabilir. Bu çok önemli, devrim niteliğinde bir sıçramadır ve sadece tekerlek-çember arasında gerçekleşmez. Hayatın her alanında, somutun yetersizliğinden yakınan standart arayışındaki kentlilerin elini attığı her alanda gerçekleşir. Baktığımız her yerde tekerlekler görürüz ama bunların hiçbirisi mükemmel değildir. Bir yerlerden basıktırlar, bir yerlerden kırıktırlar, yamukturlar, merkezi tam tutturamazlar falan filan. Hadi gelmiş geçmiş en mükemmele-yakın tekerleği ürettik diyelim, bu ürettiğimiz tekerlek bir gün gelecek kırılmayacak mı? Yağmurda, karda, çamurda esnemeyecek mi? Sağı solu çürüyüp dökülmeyecek mi? Zamanın minik ama sürekli darbelerinin ölümcül etkilerine maruz kalmayacak mı? Her ne kadar mükemmele en yakın olsa da mükemmel değildir, ölümsüz değildir, kalıcı değildir, tutarlı ve sabit değildir. Oysa insanın içinde mükemmel olana varmak gibi bir arzu vardır. Hatta bu doğal bir arzudan çok toplumsal bir gereksinimdir, var olma koşuludur. Eksiklere, zayıflara, zamana karşı eninde sonunda yenik düşecek olanlara, değişenlere, her seferinde farklı görünene, adamına göre muamele yapanlara uzun erimde bel bağlayamaz. Değişmez, yıkılmaz, parçalanmaz, tükenmez, adamına göre farklı davranmayan bir yapıya, bir dayanağa ihtiyaç duyar. İşte yukarıda verdiğim matematiksel çember tanımı bu işi görür.
Bu tanım mükemmel midir? Tabii ki hayır, sonuçta birbirine dayanarak var olan ve temelde insan zihninin dışında gerçekleşemeyen bir kavramlar kümesidir matematik. Noktayı var etmeniz için düzleme ihtiyaç duyarsınız, düzlem için iki doğru gerekir, doğru için de noktayı tanımlanmış olmak gerekir. Kısır bir döngüdür adeta, kendi ayağı üstünde durur ama alttaki ayağın altında üstteki ayak tekrar belirir ve bu işlem sonsuza kadar gider. İşe yarar olması ve değişmezliği onu ölümsüz ve muktedir yapar. Çemberi bir kere değişmez bir şekilde tanımladık mı artık Plato’nun ideler dünyası gibi yeni bir aleme girmiş oluruz. Artık içinde yaşadığımız dünya, var olduğuna kendimizi inandırdığımız ideler dünyasının bir kopyasından başka bir şey değildir. Bizler birer sefil kopyayızdır, elimizle ayağımızla yaptığımız şeyler de. Değişmeyen, bozulmayan, kırılıp dökülmeyen, her yerde hazır ve nazır olan ise zihnimizde var ettiğimiz tanımlardır. Çember her yerdedir çünkü nerede olursanız olun tanımını kullanarak çemberi sıfırdan elde edebilirsiniz. Tanım size mükemmel olan çemberi verecektir. Bu sayede binlerce kopya üretebilecek, hayatınızı idame ettirebilecek, gerçek hayatta gözlemlediğiniz çemberleri elinizdeki tanımla kıyaslayarak mükemmele yakınlık sırasına koyabileceksiniz. Yapacağınız tüm çemberler, var olduğuna inandığınız o tek çemberin kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemeyecektir ama olsun insan zaten zayıf olduğunu, ölümlü olduğunu, eksik ve beceriksiz olduğunu hayata adım attıktan kısa süre sonra anlayabilen bir varlıktır. Bu yüzden güçlü olana, ölümsüz olana, tam ve mükemmel olana muhtaçtır. Günlük hayatını, toplumsal kurallarını, yasalarını ve bu yasaların sonucunda ortaya çıkacak cezaları bu ölümsüz “gerçeklere” dayandırmak zorundadır.
Bu noktada artık “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusu gereksiz hale gelir. Felsefi açıdan hâlâ geçerli bir sorudur bu. Çemberin varlığıyla, şu anda masamın üzerinde bulunan kahve fincanının varlığı aynı şekilde mi vardırlar, yoksa birinin varlığı diğerininkinden üstün müdür? Bu çok çetrefilli ve tartışması uzun sürecek bir sorudur. Yalnız tüm bu sorular bize tek bir tespiti yaptırmak için vardırlar. Çemberi var eden bu ölümsüzlüğe ve mükemmelle duyulan ihtiyaç Tanrı’yı var etmede de aynı yolu izlemiştir. Yani, çemberi var eden düşünsel izlek ile Tanrı’yı var eden düşünsel izlek birebir örtüşür. Bu noktada “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusuyla “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusu ontolojik bağlamda aynıdır. Nasıl ki çemberin varlığını masadaki fincanın varlığından ayrı düşünmek zorundaysak, Tanrı’nın varlığını da ayrı düşünmek zorundayızdır. Onun varlığı da bir gereksinimin, bireysel ve toplumsal eksikliklerin, hayatı idame ettirirken karşılaşılan çelişkilerin doğal sonucudur. Sıradan bir lise öğrencisi çemberin varlığını sorgulamaz. Merkezini ve yarıçapını bildiği çemberi çizer, sorulmuşsa denklemini bulur, teğet doğrularının denklemlerini çözer. Çember var mıdır diye sorarsanız, önce yüzünüze aval aval bakar, sonra da az önce bir sayfa çözümünü ürettiği soruyu göstererek “Tabii ki var, olmasaydı bu kadar işlem anlamsız, gereksiz ve yanlış olmaz mıydı?” diye sorar. Çemberin kullanımından, onun varlığının kabulünün ortaya koyduğu girift sorulardan ve çemberin kolaylaştırdığı hayatından yola çıkarak çemberin var olduğunu iddia eder. Tıpkı evrende var olduğunu iddia ettiği nizamdan ve güzelliklerden yola çıkarak hayatın bir anlamı olması gerektiğini çıkarsayan ve buradan da ufak bir sıçramayla Tanrı’nın varlığına ulaşan dindar insan gibi.
Doğadaki yarım yamalak yuvarlak şekillerden mükemmel çember tanımına varan ve bu tanım üzerine medeniyet inşaat eden insan zihni tabii ki de aynı zihinsel sıçramayı kendisi üzerinde de yapacaktır. İnsan zayıftır, ölümlüdür, yeri geldiğinde kindar, yeri geldiğinde kıskanç, yeri geldiğinde intikamcıdır. Kimi zaman şehvetinin, kimi zaman iştahının, kimi zaman da hırslarının peşinde helak olur. Bu yüzden toplumsal kuralları kendi zaafları üzerine inşa edemez. Ya kendi içerisinden çıkardığı üstün-insanlara (peygamberler, azizler, liderler, adil krallar… Nietzsche’nin tabiriyle “ubermench”) bel bağlayacaktır ya da onları da güçlü yapan ölümsüz, şaşmaz, yanılmaz, asla yalan söylemez, sonsuz seviyede merhametli ve adil olana bel bağlayacaktır. Mükemmel olmayan insan kendisinin mükemmel versiyonunu yaratmak ve bu yarattığının peşinden gitmek zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde hayatına anlam kazandırabilir, toplumsal kurallar değişmez birtakım yasalar bütünü olarak yüzyıllara yayılır ve kabul görür. Matematiksel bir tanım olan çember nasıl ki doğada gördüğümüz çemberlerin (ya da dairelerin) zihinsel bir sıçramayla üretilmiş ideal halidir, Tanrı da insanın ve toplumun değişmez standart arayışına yanıt vermek için üretmek zorunda kaldığı bir mükemmel insandır. Bu yüzden Tanrı her şeyi görür, her şeyi duyar, her şeye gücü yeter, her şeyi bilir, her daim adil ve şefkatlidir, her daim tutarlı ve bütüncüldür.
Bu noktadan bakınca “Çemberin varlığına inanıyor musun?” sorusunu saçma bulan lise öğrencisiyle “Tanrı’nın varlığına inanıyor musun?” sorusunu ahmakça bulan dindarın tepkileri de az çok aynıdır. Çünkü, hayatının her ânını çocukluğundan beri inandığı Tanrı’nın varlığı ekseninde şekillendirmiş bir insan için aksi düşünülemez. Güneş bir anda yok olsa bile dünya 7 dakika daha güneş oradaymış gibi yörüngede dönmeye devam edecek diye anlatılan bir bilimsel geyik vardır ya, bunun aynısı dindar insan için de geçerlidir. Tanrı yoksa bile ben aynı yörüngede, sanki varmış gibi, dönmeye devam edeceğim zaten. Tanrı’nın varlığı değildir onu dindar yapan, Tanrı’nın varlığına duyduğu inanç ve bu inancı paylaştığı insanlarla birlikte bir toplumda yaşamaktır. Evinde çocuğuna verdiği eğitimden, Cuma günü camide gördüğü komşusuna verdiği selama, Pazar günü gittiği kiliseden, dibinde ağladığı duvara kadar hayatına anlam katan her şey, kısacası toplumsal kimliğinin en temel kodları bu Tanrı inancı tarafından belirlenmiştir. Bu noktadan sonra bu Tanrı var mıdır yok mudur sorusu anlamını zaten yitirir. Sorulması gereken “Tanrı inancı değerli midir ya da gerekli midir?” gibi daha pratik bir yön içermelidir. Tanrı, tıpkı çember gibi vardır ya da yoktur ama varlığının kabulünün etrafında şekillenmiş haleler sayesinde insanlar huzur, mutluluk, anlam gibi hayatı yaşanır kılan değerleri meydana getirmişse, onun varlığının sorgulanmasının aşılması ve ziyadesiyle ona duyulan inancın ve güvenin doğurduğu düzen göz önüne alınmalıdır. Kısacası, Tanrı vardır ya da yoktur sorusu önemsiz, modası geçmiş bir sorudur. Modern düşünürün odaklanması gereken soru Tanrı’nın varlığına duyulan inancın neden var olmaya devam ettiği sorusudur. Bu inanç etrafında şekillenen toplumların, küçük ölçekli toplulukların ve hatta ailelerin güçlerini aldıkları iman kavramı gerçekten muazzam bir potansiyele sahiptir. İnancın gerekli olup olmaması, tanrıtanımazcılıkla pozitivizmin birbirine karıştırılan tavırları ve bir insanın nasıl olup da hem tanrıtanımaz hem de dinlere karşı anlayışlı olabileceği ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik bu kadar yeter… Sağlıcakla…
AA
* Yazıda genelde çember kelimesini kullanmış olsam da aslında pek çok yerde daire demem gerekiyordu. Zırt pırt değiştirip okuyucuyu konunun asıl hedefinden uzaklaştırmamak için elimden geldiğince tek bir kelimeye sadık kalmaya çalıştım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.