- 507 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Bir Dağbaşı Tapınağında: Ama Ben Duymaz Olmuştum
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Bizi dağa çıkaran her neyse, düze indirecek de aynı şey” demişti yıllar önce dağbaşı tapınağında sohbet ederken sessizce. Sanki birileri duyacak gibi sessizce. Oysa kimse yoktu ortalıkta bizden başka. Tümüyle bambudan yapılmış bir tapınaktı bu. Uzaktan tapınağı andırıyordu evet ama gerçek bir binadan çok, maket gibiydi. Bunu kendisine iletince, “hepimiz öyle değil miyiz? Kendimize yakından bakınca ne kadar sahici geliyor; ama uzaktan bakınca ne kadar sahte olduğumuzu anlıyoruz” diye yanıtlamıştı. ‘Ben ve diğerleri’ ayrımı yapmayan bu biz dili, hoşuma gidiyordu aslında. Biz sıradan insanlardan ne üstündü ne de ileriydi. Hatta “herkesten daha gerideyim, onları daha iyi görebilmek için; hayat yolunda tökezlerlerse hemen yardıma koşabilmek için” demişti. Küba’ya cemevi talep ettiğimizi söylediğimde, ben onu şaşırtacakken o beni şaşırtmıştı. Buralarda, bu uzak diyarlarda kime ‘cemevi’ desem, “o ne?” diye yanıtlıyorlardı ya da ‘soru’luyorlardı, çünkü buna tam da bir yanıt denemez. Ve karşıma ilk kez cemevinin ne olduğunu bilen bir Doğu Asyalı çıkmıştı. Büyük başarı. Bu dağbaşına geldiğime değmişti. Bir kez daha anlamıştım bunu.
O, birçoklarının tersine, ateist bir aileden gelip bütün dinleri incelemiş; sonra Tanrı inancı olmayan dinlerden biri olarak Budacılık’la yakınlaşmış. Hem ateist hem Budist olduğunu söylüyordu büyük bir keyifle. Hatta neredeyse ben de Budist oluyordum tam da oracıkta, sonra tuttum kendimi. Yine de, bu ateist dindarlar, çekici olmayı sürdürdü içimde. Ve İTÜ’ye Budist tapınağı açılması için toplanan binlerce imzadan bahsettiğimde katıla katıla güldüğünü anımsayıp ben de katıla katıla güldüm, ruhsal olarak çok zorlandığım günlerde. “Ya bak gördün mü, gülünecek çok şey var dünyada aslında; gülüntüler üzüntülerden her zaman fazladır ve iyi ki fazlalar; yoksa nasıl yaşayacaktı acılar çeken tüm o insanlar.” demişti.
- Onları yaşatan sizin gibi rahipler zaten. “Bir sonraki yaşamında hayvan olarak ya da engelli olarak doğmamak için iyilik yap iyilik bul” değil mi temel düşünceniz...
- Öyle ama insanın içindeki iyilik, Buda’dan çok önce vardı; yoksa Buda ortaya çıkmazdı. Yani Buda, iyiliğin kaşifi de değil mucidi de. Onu önceleyen iyilik, beşiğini salladı Buda’nın.
Dertleşmeye gelenlerin bağışlarıyla yaşayıp gidiyordu burada. Kimisi, biraz konuşunca kendi kendine iyileşiyormuş; kimisinin daha sık gelmesi gerekiyormuş. Doktora gönderdikleri de olmuşmuş. Öyle diyordu. Kendisine ne kadar çok zenginin geldiğini anlattı. İlk başlarda şaşarmış bu duruma. “Malları mülkleri herşeyleri var. Bir el yağda, bir el balda. Ne işin olur senin dağbaşıyla, git bir tatil köyüne, daha makbule geçer” diye geçirirmiş içinden; ama sonra Buda’nın hayatını hatırlarmış. Nice zenginlik içinde prens olarak büyüyen Buda’nın bir çilekeş gibi yıllarca yaşadığı bedensel yoksunlukları, sonrasında ılımlı yolu bulmasını ve nice önemli ayrıntıyı... “Düşünebiliyor musun” diye eklemişti, “çok zengin bir aile, malikaneleri var ama çocukları ölümcül bir hastalığa yakalanıyor. Çare yok. Bizde de mucize yok. “Zenginlik eşittir mutluluk” sözü, doğru değil. Ya da kardeşler arasındaki o miras kavgaları. Ünlülerden de gelenler oluyor, sahne ışıkları söndüğünde hiç de mutlu bir yaşamları olduğu söylenemez.”
““Zengin olalım da onların dertlerini tasalarını devralalım razıyız; zaten öyle de böyle de bir sürü sıkıntımız var” diyebilecek nice insan yok mu bu dünyada?” diye sormuştum, gülmüştü. Aslında benim asıl merak ettiğim, onun yaşam öyküsüydü. Çok sonra rahip olduğunu duymuştum. Neydi onu buraya sürükleyen? Orta yaş bunalımı mı?.. “Bir kız sevdim vermediler” efkarı mı?.. Çok çok daha derin sorular ve sorunlar mı?.. Öğrenemedim. Bu soruyu ne zaman sorsam geçiştiriyordu. Rahipler, tapınağa girerlerken, egolarını dış kapıya asarlarmış ve isterlermiş ki rüzgar onu yontup yontup un ufak etsin. Benim sorularım o un ufak olmasını dilediği egosunu şişiriyormuş. “Benden bahsetmeyelim, sen anlat” dedi. Anlatıp durdum uzun uzun. Ben bile anlatmaktan sıkıldım; o ise dinlemekten sıkılmadı. Sonunda anlatmayı bırakınca “daha da anlat; sana iyi geliyor birilerine birşey anlatmak; uzun süre yalnız kalmış gibisin” diyor, ısrar ediyordu daha da anlatmam için. Gerçekten işe yaramıştı. Bu uzak diyarda, bu gerçek dostlukların bir tek nadide eserler koleksiyonunda yer bulabildiği muhabbet çölünde ilaç gibi gelmişti, ama yenemiyordum merakımı. Kimdi, neydi, neciydi? Buraya nasıl gelmişti? Ve bu sorulara vereceği yanıtlara göre ortaya çıkacak bir sürü yeni soru...
O gece tapınakta kaldım. Geç olmuştu, bu saatte bayır aşağı bile olsa dağda dolaşmak iyi bir fikir olmayabilirdi. Ben gelmeden zaten çoktan hazırlamışmış kalacağım odayı. “Öğleden sonra gelip de dertleşenler hep geç kalıp burada konuğumuz oluyorlar; o yüzden hazırlıklıyız” demişti. “Zaten biz de misafiriz. Er ya da geç gideceğiz. Hazırız.” diye eklemişti. Başkası söylese klişe gibi gelirdi kulağa; ama o söyleyince inandırıcı oluyordu. “Ruhsuz bir dünyaya Budist ama ateist bir ruh üfleme düşü” gibi ifadeler de çok klişe geliyordu; ama orada anlamıştım, klişeyi klişe yapanın klişenin kendisi değil, söyleyeni olduğunu... Daha uzun kalmayı düşündüm orada. Zaten kahvaltıda bile pirinç yemeye fazlasıyla alışmıştım. Yoga eğitmeni olan arkadaşımdan biraz bilgi almıştım kendi tapınak deneyimleri hakkında bundan birkaç yıl önce. “Ama sıkılabilirsin sen inzivada” demişti bana, “fazla hareketli bir insansın.” Yine de egoyu sessizce kapıda bırakmayı düşündüm ciddi ciddi o gece.
Sabah uyandığımda tapınakta değildi. “Ferrarisine binip gitmiştir” deyip kendi kendime gülmüştüm, sonra da hafif bir suçluluk duyar gibi olmuştum. Böyle değerli bir insan için nasıl bir laftı bu böyle... Döndüğünde çok sayıda köylü vardı yanında. Onlar da dertleşmek istiyormuş. Psikolog yok ki koca bölgede; olsa da zaten orta sınıf ve üstüne hizmet eder. “Köylü psikolojisi” diye arama yapın bakalım, ne çıkıyor... Tek tük sayfalar çıkıyor, onlar da konuyla tümden ilgili değil. Buralarda dertlenenler gider pirinç rakısı içer, kendine gelir. Ama gelmeyenler de oluyormuş; işte bunlar onlar. Hele kadınlar; onlar içebilirler isteseler ama içmezler genelde, içkiye alışık olmayıp da çok kısa sürede sarhoş olmaktan korkarlar buralarda onlar. “Ne yapmalı hayırsız evlata” ya da “aldatan kocaya”... “Bizde sihirli değnek yok ki” diyordu rahip, “yine de bize geliyorlar; sihirli değneğimiz var gibi davranıyorlar, biz de bozmuyoruz.”
****
Üstünden yıllar geçmiş bütün bu anıların. Şimdi karşımda işte, ama rahip elbisesi değil, üstündeki. Sıradan halk giysileri. Bir gömlek bir pantolon ve sandalet... Tanıyamadım önce ama o beni tanıdı. Mermer Dağı’ndan dönerken denk geldi. Bu dağa fırsat buldukça giderim. Mağaraları, dorukları ve tapınaklarıyla beni hep artık ayrıntılarına erişemediğim çocukluğumdan anılara götürür. Çengelköy’de bir tarla mıydı, Yeşilköy’de bir bostan mıydı, yoksa Yalova mıydı orası? Belki de Akçakoca? Kanarya? Halkalı? İyi de bunların hiçbiri Mermer Dağı kadar dağlık değil... Olsun, çocukluğa götürüyorsa sorun yok.
İşte o Mermer Dağı’nda hep geçmişe giderim; geleceğe de giderim, eksik olmasın sözlerim. Gelecekteki bir daha gelişimi düşünürüm buraya. Daha önce geldiğimde nasıldım, şimdi geldim ne değişti benliğimde ne değişmedi... Bunları sorarım kendime. Yani havaalanlarındaki bekleme salonları gibidir benim için bir nevi, Mermer Dağı, ama onlardan kat be kat öte. Muhasebe defteri bu dağ; bildiğimiz muhasebe defteri, ruhsal gelirler giderler... İflas bayrakları ve yeni atılımlar... Hepsinin bulutlar üstünde dökümünü yaptığım yer. Eskiden buradaki mermerlerden yaparlarmış yöre halkının heykeltraşları, ticari kalıptan heykellerini. Binlerce, onbinlerce tıpkısının aynısı Buda heykeli, genç kız heykeli. Pipisinde fıskiye olan çocuk heykeli, yunus heykeli vb. İnsanın “‘heykeltraş’ yerine ‘yontucu’ demek daha mı uygun olur” diyesi geliyor kimi zaman.
Bu yontucu dükkanlarından biri dikkatimi çekmişti. Kalıp eserler yoktu burada; hatta gerçeküstücü diyebileceğim öğeler bile vardı bu heykellerde. Bir yontudan öteydi bu çalışmalar. Her birine ayrıca özenildiği belliydi. Merak duygusuyla içeri girdim. Sağa sola bakındım. Kimsecikler yoktu. Yandaki dükkanlara sordum, “bir sanat toplantısı mı ne varmış, ona gitti, gelecek” dediler. Dükkana girdim tekrar, heykellere baktım. Beynini sırtına takıp yola çıkmış bir adam. Saçlarını kazıtıp boynuna dolamış bir kadın. Sigara içen bir adam ve hemen arkasında onu taklit eden bir çocuk. Kement diye bir yılan atan kovboy. İşçi tulumlu, önden işçi, arkadan robot görüntülü bir genç. Ve daha niceleri... Dükkanda, panolara astıklarına baktım bir de. Bir sürü gazete küpürü vardı panolarda. Belki onlardı ilham kaynakları. Bazılarında da kendisinden bahsediliyordu.
Tam çıkıyordum, geldi. Saçları uzatmış, saç sakal da birbirine karışmış. Bin şahit isterdi onun aynı rahip olduğuna. O yüzden, söylediğinde inanmadım ilk başta. Yıllar önce tapınakta konuştuklarımızı hatırlatınca ikna oldum. Oydu bu. Ama burada ne arıyordu?
- “Bizi dağa çıkaran her neyse, düze indirecek de aynı şey” demiştim yıllar önce, anımsadın mı?
- Evet. Çok sormuştum, ama kendin hakkında hiçbirşey anlatmamıştın. Hâlâ geçerli mi bu durum?
- Yok. Değil. Tapınaktan ayrılalı birkaç yıl oldu.
- Ayrıldın mı? Nasıl? Şaşırdım.
- Herkes şaşırdı. Ben bile şaşırdım.
- Evet, anlat. Zaten neden rahip olduğunu merak ediyordum, onu anlatmamıştın. Şimdi de ayrılmışsın.
- Tamam, anlatıyorum, dinle. Kardeşimi bir trafik kazasında kaybetmiştim. Babam da zaten kanserden ölmüştü ben küçükken. Tek kardeşimdi. Onu o gece şehirlerarası otobüse bindirmiştim. Görüntüsü terminalde kayboluncaya kadar beklemiştim. Uzun süre el sallamıştık karşılıklı. 5-6 saatlik bir yoldu alt tarafı. Birkaç günlüğüne şehirdışına çıkması gerekiyordu, sonra dönecekti eve. Ama dağlık bir yoldu bu. Benim tapınağım gibi dağlık.
- Çok kötü. Çok üzücü.
- Evet öyle ve yokluğuna alışamadım bir türlü. İlk başlarda kendimi bile suçladım “daha pahalı bir otobüse bindirseydim kaza olmazdı” diye. Şoförün birkaç saniyelik dalgınlığı neden olmuş. Dağlık yerde olunca kaza, ambulans da yetişememiş. Daha hastaneye kaldırılamadan kaybetmişiz. Önde oturmasaymış kurtulurmuş; bir tek ön koltuklarda oturanlar yitip gitmiş. Gerisi sağ. Önde oturmayı hep severdi. “Dağ manzarası ne güzel. Önde oturunca daha keyifli oluyor” demişti yola çıkmadan önce. Bir abi olarak engel olmam gerekirdi. “Arkada otur, birşey olmasın sonra” diye uyarmalıydım onu; uyarımın yersiz olduğu, aşırı şüpheci olduğum düşünülecek olsa da. Olsundu, kim ne düşünürse düşünsündü; yeter ki kardeşim sağ çıksaydı o otobüsten. İlk başta çok kızdığım şoför de daha sonra yoğun bakımda ölmüş. Üstüste uzun süre araç kullanmak zorunda kalmışmış meğer, personel eksikliği nedeniyle. Oysa o şirket çok büyük kârlar elde ediyordu o yıl. İsteseler her araca kaç şoför dikerlerdi... Daha fazla kazanç için daha az şoförle yolculuk etmek ve bunun getirdiği ölüm. Kabullenemedim. Nasıl kabulleneyim ki!.. Karışık duygular içindeydim. Neydi duygularım, sürekli değişiyorlardı ve içiçe geçiyorlardı: Öfke mi? Çaresizlik mi? Kin mi? İntikam duyguları mı? Suçluluk mu? Üzüntü mü? Yas mı? Hepsi bir arada saldırıyorlardı benliğime. Kemiriyorlardı beni içten içe. Başa çıkamıyordum.
- Üzüldüm. Şimdi neden daha önce anlatmadığını anlıyorum.
- Evet, anlatmadım çünkü başkaları üzülsün istemedim. İşin aslı, bencil bir gerekçem de vardı: Her gelen, kendi yaşam öykümü soruyordu ve her anlatışımda gözümün önünde yeniden ölüyordu kardeşim ve ben hiçbirşey yapamıyordum. Bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha...
- Bana o sırada anlatmış olsaydın, ben de etkilenirdim. Allak bullak olurdum. Yıllar sonra anlatırken bile şu an, çok yoğun duygularla yüklü olarak anlatıyorsun. Dinliyorum.
- Ben aslen heykeltraştım, rahip olmadan önce. Şu an nasıl görünüyorsam aynen öyleydim tapınaktan önce; elbette çok daha gençtim. Her zaman yaptığım gibi, “acılarımı, dertlerimi, tasalarımı taşa dökeyim” dedim. Şimdiye kadar çok iyi işlemişti bu savunma yöntemi. Çok sevdiğim kız arkadaşım üniversite yıllarında beni terk ettiğinde, bir heykelini yapmıştım. Artık beni terkedemeyecekti, hep yanımda olacaktı. Canlısını ikna etmek zor olsa da, heykeli söz dinliyordu işte. Sonsuza dek benimle olmaya yeminliydi. Ya da annemle sorunlar yaşadığımda... O zaman da kızgınlığımı figüratif olmayan bir heykelle atlatmıştım. Annem, heykeltraş olmamı istemiyordu. “Zaten sefaletten sürünüyoruz” derdi, “taştan para kazanıldığını kim görmüş kim duymuş...” Elbette o zamanlar böyle bir sürü kalıp heykel dükkanı yoktu. “Ekmeğini taştan çıkaran” hiç mi hiç yoktu. Heykel yapsan, satacak kimseyi bulamazdın. Şimdi hak veriyorum anneme ama iyi ki dediğini yapmamışım. Yoksa asker falan olacaktım. “Elveda heykel” diyecektim, “elveda hayat”, “yaşasın kuralların hükmettiği dünya”...
Fakat bu acıyla başa çıkmaya heykeller bile yetmedi. Hatta heykel yapasım gelmemeye başladı, kardeşimi kaybettikten sonra. Boşuna uğraşıyordum hayatta. Kardeşimin yitip gitmesini engelleyemedikten sonra neye yarardı bütün o heykeller... En tanınan heykeltraş olsam –ki bu, hiç mi hiç olanaklı değildi- ne yazardı bundan böyle... Bazı heykellerimi kırdığım bile oldu o günlerde. Balyozla dalıyordum onlara. Öfkemi geçiriyordu bu, ancak diğer duyguları daha da güçlendirmek üzere...
- Ama ya o tapınak?
- O ara Budist bir tanıdıktan siparişler aldım. İleri bir yaştaydı. Geniş bir ev inşa ettirmişti kendine. “Ben ölünce çocuklarla torunlarla şenlensin” diyordu. Yeni evi için Buda heykelleri istemişti benden. Ödeyeceği rakamlar da iyiydi. Bir aile dostu önermiş beni. Ama kafa, yerinde değil ki... Yaptığım ilk heykelde Buda’nın yüzü hüzünlüydü. Olumlu bir duyguyu düşünemediğim için malzemeye de yansıtamıyordum. İlk heykelin ilk aşamalarını görmüştü müşterim. Sonuçta üzüntülü bir yüz çıkınca utandım. Malzemeyi de peşin ödemişti üstelik. Tam bir rezalet. Allem etti kallem etti, şöyle ısrar böyle ısrar derken ilk heykelin bitmiş sürümüne baktı. Daha doğrusu bakakaldı. Önce kızar gibi oldu; sonra üzüldü, sonra da güldü. “Sen” dedi, “bu aralar çok mu dertlisin?” Anlattım durumu. Bir Budist rahiple tanıştırdı beni. “Ona daha ayrıntılı anlat, açılırsın” dedi.
- Üzüntülü Buda heykeline ne oldu peki? Çöpe mi gitti?
- Hayır. Müşteriyle Budist rahip birgün geldiler, dediler ki: “sen çok güzel bir heykel yapmışsın ve çok özgün bir çalışma olmuş. İleride çok büyük bir sanatçı olacağın belli oluyor bu eserden.” Dediklerine anlam veremeyince açıkladılar: “Sen Buda’nın Buda olmadan önceki halini yontmuşsun. Buda da böyle üzüntülüydü, arayıştaydı Buda olmazdan evvel. Yıllar geçti o üzüntülü yüzde bir tebessüm belirmesi için. Sana da tebessüm lazım, en küçüğü bile yetecek sana emin ol.”
- Ve o tebessüm umuduyla tapınağa mı kapandın?
- En sonunda öyle oldu ama tapınağa kapanmadan önce, her gün rahiple sohbet ede ede yeni heykeller yaptım. O içsel yolculuğu dışa vuruyordum adeta. İlk Budistlerin heykelinin olmadığını da bu süreçte öğrendim. İskender’in ordusuyla Hindistan’a gelip yerleşen Yunanlılar getirmişler Budizm’e heykelciliği. O yüzden Buda heykellerinde bir antik Yunan hissi vardır hep.
- Çok ilginç. Çok çok ilginç. Gerçek mi bu?
- Evet, gerçek. Eski dünyada değişik kültürler, bizim bildiğimizden çok daha fazla içiçeymiş. Bunu öğrendim bu süreçte. Yolculuklar ulaşım zorluğu nedeniyle daha uzun sürse de İpek Yolu varmış örneğin. Hem de bir değil çok sayıda varmış böyle güzergahlar, ülkeleri kavuşturan.
- Evet. İlginç.
- İşte böyle, bu heykelleri yaptıktan sonra kapandım tapınağa. Önce o rahiple birlikteydik, öğretti bana neler yapmam gerektiğini, nasıl yaşamam gerektiğini. Sonra kendisi ayrıldı tapınaktan, “içsel yolculuğunu kendin yapmalısın” diyerek.
- “Ben sana yardımcı olurum ama kendini aşacak olan sensin; sen irade göstermezsen kimse gösteremez” der gibi olmuş.
- Evet, bu dediğin zaten, Budizm’in temellerinden biri.
- Evet, bir kitapta okumuştum. Sonra? Dinliyorum.
- Ondan sonra senin gibi binlerce onbinlerce insan geldi tapınağa. Çoğu dertleşmek istedi; çok azı, “hayatın sırrı ne?” gibi sorular sordu. Her dertleşen, benim kardeş kaybımı hafifletti. “Yalnız değilmişim acılarımda” dedirtti bana. Hâlâ içim acısa da, bir rahip olarak güçlü görünmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bu güçlü rolünü oynaya oynaya rolümü iyice benimsedim sonunda ve bir gün bir baktım ki artık rol yapmıyorum. Güçlenmişim. Kardeşimi unutmasam da, acısı geride kalmış. Geleceğe bakıyorum, nice insanla kardeşleşmek için. “Hayatın sırrı”nı soranlar da iyice dağıttı kafamdaki efkarlı havayı. Ne kadar derin konulara girdiysem o kadar uzaklaştım bireysel acılarımdan. Hesapta karşımdakiler dertleşerek acılarını hafifletiyorlardı; aslında tam tersiydi durum. Acısı hafifleyen bendim. Her defasında acılarım daha da hafiflediği için, başkalarının acılarını da hafifletebilmeye başladım.
- Ama sonra yeniden düze döndün? Aynı nedenle mi? Nasıl? Tahmin edemedim.
- Kardeşimin kaybından sonra ailede geriye kalan tek çocuktum. Babamızı da çok önce kaybetmiştik. Annem bir başına kaldı ben tapınağa kapanınca. İlk başta çok da sorun değildi. Komşularla dertleşiyordu, aile dostlarımızla bir de. Ama birkaç yıl sonra, korkunç bir yalnızlık girdabına girmiş. Öyle anlatıyordu. “Zaten kardeşin de gitti; bari sen gel evde kal” diye çok ısrar etti ama ben daha tam olarak iyileşmemiştim. Yavaş yavaş toparlanıyordum. Ta ki bir gün yalnızlıktan yataklara düşene kadar. Bunu duyunca çok üzüldüm. “Ne kadar bencilim” dedim kendime. “Kadıncağız ne yapacak bir başına...” Döndüm ve tapınağa sık sık gidenlerin cömert bağışlarıyla bu dükkanı açtım. Annemde kalıyorum. Bazen annem de geliyor dükkanda oturuyor. Çok mutlu.
- Çok güzel. Yaş ilerleyince farklı bakıyor dünyaya insan, öyle değil mi? Elbette tapınak yaşamının da büyük etkisi olmalı bu değişimde. Doğru mu?
- Doğru. Aynen. Dahası var. Yakında evleniyorum!
- Oooo. Mutluluklar dilerim. Şimdi bilmeyenler de “evlenmek için tapınağı bırakmış” diye düşünürler.
- Düşünsünler. Zaten bütün sorunların başlangıç noktası, “elalem ne der” korkusu değil mi...
- Aynen. Peki üzüntülü Buda heykeline ne oldu?
- Burada. Paravanın arkasında. Çok yorulduğum ya da kızdığım zaman geçiyorum paravanın arkasına, üzüntülü Buda heykeline bakıp kendime geliyorum. Nereden nereye geldiğimi hatırlatıyor bana üzüntülü Buda ve garip bir biçimde beni güldürüyor. “Üzüntün geride kaldı, şimdi ileriye bak bakalım” diyor sanki bana her defasında.
Daha da anlattı. Çok neşeliydi. Hatta benim için şarap bile açtı. Kadehleri tokuştururken, karşımdakinin aynı rahip olduğuna inanmakta hâlâ zorlanmakta olduğumu duyumsadım.
- Çok güzel. Şimdi çıkıyorum ben. Arada uğrayabilir miyim? Hiçbirşey almadan dükkandan çıkmak ayıp olur mu?
- Olmaz, almış kadar oldun zaten.
Çıkarken düşündüm. Hepimize böyle yüzler gerekliydi tam da, duygularımıza söz geçirebilmemiz için. Canın mı sıkıldı? Bak Gezi Parkı’ndaki günlerine. Kızdın mı? Bak falanca resme, orada nasıl sakindin... Hafakanlar mı bastı? Bak daha önce hafakanlar bastıktan sonra turp gibi çıktığın günlerin fotoğrafına... ‘Tetikleme etkisi’ diyordu buna araştırmacılar. Basitti ama çoğumuzda işe yarıyordu. Heykeltraşı rahibe, rahibi heykeltraşa dönüştüren sürecin söylediği çok şey vardı bana. Ama ben duymaz olmuştum. Son yıllarda neyden neye dönüştüğümü düşündüm ağırlıklı olarak ve neyden neye dönüşemediğimi... Milyonlarca düşünce geçti kafamdan, yazmaya yetişemediğim. Birini tutacağım derken eldekini kaçırıyordum ve sayısız kez yinelendi bu durum. Sonra oturdum Mermer Dağı’nın doruklarından birine, anca’ bunları yazabildim sonunda...
30 Temmuz 2015
YORUMLAR
Ne yalan söyleyeyim, okumamak üzere geldim. Uzunluğu gözümü korkuttu.
Bir kaç yer ilgimi çekince özümseyerek okudum.
İyi ki okumuşum.
Hüznün yanında gülümseten satırlar var da var.
Okurken bir şey daha dikkatimi çekti. Çok düzgün cümleler. ASla imla hatası olmayan itinalı bir yazı.
Her şeyiyle mükemmel.
Günü gerçekten hak eden bir eser.
Tebrik ederim. Seçki kuruluna da tebrik ve teşekkürler.
Sağlıklı günler dilerim.
Saygımla.
UlaşBaşarGezgin
Saygılarımla,
Güne eşlik eden güzel kalemizi tebrik ederim.
Aramıza hoş geldiniz.
Selam ve saygılarımla dost kalem
UlaşBaşarGezgin
Bol edebiyatlı günlere! :)