- 272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÂKÜLLERİ KIRMIZIYDI
Sorkun Yaylası’nda, Salgurlu Obasının çiçeği burnundaki Türkmen gelini Durkadın, sabah erkenden Kûfi derelerine su almaya gidecekti. Geceleyin, bir rüyanın içinde, koyun yünü döşeğinde kıvrandı durdu. Yeleleri ve kâkülleri alevden al beyaz bir atın üzerinde evdeşi Salgurlu Süleyman, elinde yalın kılıç ona doğru uçarak geliyordu. Yeleleri ve kâkülleri atın boyuna göre fazlasıyla gümrahtı ve rüzgârından al ateşler göğe doğru savruluyordu. Ama at beyazdı. Dünyalık renklerin ötesinde bir beyazlıkla gözlerini kamaştırıyor, ensesinden ve başından kızıl alevler saçıyordu. Gözlerinin önünde görünüp yiterken sıçrayarak uyandı. Epey bir zaman yatağından kalkamadı. Hilâl kaşları gergin bir şekilde doğruldu. Başını sağa sola salladı. Beline kadar uzanan örgülü, kırmızı kurdeleli saçları, gece ışıkları gibi çadırın içinde dalgalandı. Kırmızı kurdeleleri, örgülü dilimlerinin uçlarına evdeşi Süleyman takmıştı cenge giderken. Onun, bir Türkmen yiğidindeki görkemli kara yağız bakışlarını hatırladı. Geceden siyah üzüm gözlerine hüzün çörekleniverdi. Bir müddet kımıltısız yatağın üzerinde hayalet gibi oturdu. Kendine geldiğinde şafak atmak üzereydi. Gördüğü rüyayı sorgularken yorganın üstünden karnını yokladı, ellerini üzerinde gezindirdi. Hüzünlü bir gülümseme ince dudaklarının kenarında esridi. O, gülümsediğinde gecenin karanlığında bile çadırın içini gelincik bahçesine döndürebilirdi. Bu rüya da neyin nesiydi? Neye delalet ediyordu? At murattı! Murat, vuslat! Neden at beyaz, yeleleri ve kâkülleri kırmızıydı? Neye yormalıydı? Sorular, içinde sancıdı durdu. Dolunay sarışın renklere bürünüp, çoban yıldızı dağların başına doğru eğildiğinde kalkıp boz eşeklerini hazırladı.
Kûfi derelerinde, geceleyin ay ışığı altında kıyametlerin koptuğunu bilmiyordu!
"Deh cık, cık, deh cık, cık!.."larla sabahın alaca aydınlığına daldı.
Bizans İmparatoru Emanuel Komnenos, 1176 Ağustosunda Avrupa’dan ve Balkanlardan topladığı büyük bir orduyla Türkleri Anadolu’dan sürüp çıkarmak için Dorylaion’dan hareket etmiş dört bir yandan saldırıyordu. Bizans Haçlı Ordusu olarak da tabir edilen bu ordu, zırhlı ve o dönemin en gelişmiş silahlarıyla donanımlıydı. Bir kolu Tuz çölü güzergâhından Ankara ve Amasya’ya, bir kolu da yaylaları basa basa Gediz ve Meander boylarından Anadolu içlerine doğru ilerliyordu. II.Kılıçarslan Sultan, bu büyük orduyla karşı karşıya bir muharebede başarılı olamayacağını anlamış, öldürdükleri düşman askerlerini, hayvan leşlerini içme su kaynaklarına atarak suları kirletiyor, su kuyularını kapatıyor, yolları tahrip ediyor, otlakları yakıyor, dar geçitlerde, vadilerde gece baskınlarıyla, vur-kaçlarla yıpratmaya çalışıyordu.
II.Kılıçarslan’ın “Alatlı Süvari”leriyle, “Bozatlı Okçular”ı, iki saat içinde yapacağını yapıp yaylalara çekilmiş, Subylion platosunu ve Kûfi vadisini, yaralıların iniltileri ve çakal sesleriyle baş başa bırakmıştı. Kûfi derelerinde, ışığın karanlığa dalışı gibi, kemikle çelik birbirine girmişti. Işık çekilmiş, karanlık, çakal sesleriyle kucak kucağa inliyordu. Dolunay, ışıkla karanlığın yoğuruluşuna şahit olmuştu. Sonunda artık bu çılgın mücadele, yerini kan ve kokuya terk ettiğinde manzara korkunçtu.
***
Yedi gün önce:
Bizans’ın bu seferdeki önemli Generallerinden Mavrodikos’un, subaylarıyla karargâh çadırının önünde toprağa kılıçla haritasını çizdiği yaylalarda, Karakeçili Kan-kılıç Ali ve bir çok aşiretin obaları vardı. Bunlar, Pergamon’a kadar Bizans sınırlarına akın eden Türkmenlerdi. Kan-kılıç Ali, Salgurlu Süleyman’la birlikte, daha geçen cuma, Demirci’deki bölgenin oba ve aşiret beyleriyle yapılan Kılıçarslan Sultan meşveretinde, “Demirci’den Tonguzlu’ya kadar bu dağlar bizden sorulur Sultan’ım, gözünüz arkada kalmasın!” demişlerdi. İkisi de otuzlu yaşlarda gözünü budaktan sakınmayan civanmert yiğitlerdi. Her Türkmen yiğidi gibi, atlarının üzerinde rüzgârda keçe börklerinin yanışlarında savrulan dokuz belikli, örgülü uzun saçlarıyla, sahralarda uçan yeleli arslanlara benziyorlardı.
Şafak sökerken Mavrodikos’un Doğu Alayları Birliği’nden operasyon gurupları Guerdez’e hareket etti. Bizans Haçlı Ordu’su, Darliyon’dan yola çıkalı beri birçok baskın da yemişti ve Emanuel Komnenos oldukça öfkeliydi. İmparator’un öfkesinden kaçar gibi harekâtı bizzat yönetmek için askerinin başına geçmişti. Yanına da imparatorun sevdiği şövalyeleri, bilhassa Kont dö Şamp’ı davet etmiş o da hemen kabul etmişti.
Kont dö Şamp, Bizans Prensesi Anna’dan bir günlüğüne ayrılacaktı. Hedeflerine ulaşmak için de gerekli, diye düşünmüştü. Oysa Mavrodikos’un onu davet etmekteki amacı, içinde hâlâ korlu bir yumaktan farklı olmayan Anna aşkıydı. Onu Anna’dan uzaklaştırmak istiyordu!
Yaylaların patikalarından, cılga yollarından, rüzgârların ağustos ayında daha sert estiği yerlere kızıl karıncalar gibi ağdılar. Yola çıkmadan bir sürü plân yapmıştı. Bu konuda tecrübeliydi. En son Ağustos ayı başlarında yaptığı Türkmen dağı baskını Türkmenlere önemli bir zayiat verdirmişti. Mavrodikos, Pars Bey’le Balkanlarda birlikte savaşmış, ondan çok şey öğrenmişti. Bu savaşlarda o tecrübelerden yararlanacaktı. Pars Bey’in aklıyla Türkmenleri vuracaktı. Üstelik ıkta birlikleri Sultan Kılıçarslan Ordusuna katılmıştı. Yaylalar askersiz olmalıydı şimdi, her şey çok kolay olacaktı.
Kargın yaylalarına, Şehitler yaylasının kuzey tümseklerine, mızraklı süvariler, crossbow’lu piyadeler çekirgeler gibi saldırdılar. Erzurum’dan Meander’e kadar olan Anadolu yaylalarında yüzbinlerce Türkmen çadırı vardı.(1) Türkmenler yüz yıla yakındır böyle bir savaşın içindeydiler. Anadolu’da, ulu ağaç gölgeleri, tepelerin bayırları türbeler ve isimsiz şehit mezarlarıyla dolmuştu. Türkmenler, ölüm dirim mücadelesindeydiler. Ya savaşarak öleceklerdi, ya ölerek yaşayacaklardı. Onlar için başka bir yol da görünmüyordu. (2)
Karakeçili, Kınıklı, Sarıkeçili aşiretlerine mensup obalar Haçlı Ordusu’nun çığ gibi geldiğini duyunca Pergamon’dan çekilmişlerdi. Mavrodikos birliklerinden bir kısmı sabah ezanları yüksek çam ağaçlarında, ulu pür zirvelerinde okunmaya başladığında iki obayı basmış, yağmalayıp ateşe vermişti. Haçlı, yaylaların cılga yollarından aç sırtlanlar gibi geliyordu. Şehitler, Beyobası, Kavakalan... Türkmen obaları oymakları kan dumanı içinde kalıverdi. Öbür taraftan, Guerdez Çayı’nın öte yakasında Çömlekçi Yaylası’na bitmek tükenmek bilmeyen bir haçlı saldırısı vardı. Türkmen yaylasındaki gibi bir kasırga, çadırları, tahtâni evleri, ocakları, çöyürdükler gibi savurmaya başladı.
Çöyürdükler, kadın ve çocukların canhıraş çığlıklarıyla birlikte Semerkaya’dan Katırcı dağına kadar savrulup durdu korlu kıvılcımlarla...
Kan-kılıç Ali düşmanı oba ve aşiret milisleriyle karşılamak zorundaydı. Gafil avlanmamışlardı ama bu donanımlı orduyla savaşacak güçte değillerdi. Evdeşi Nazlıcan, saldırı sırasında iki çocuğunu alıp yüksek kayalıklara çıkabilenlerden biriydi. Vuruşmayı bir ok atımı uzaktan endişeyle izliyordu. Haçlılar, yaban domuzları gibi toprağı yırta yırta gelmekteydiler. Kılıç kesmez, ok işlemez, mızrak deşmez derilerindeki, parlak, güneş vurdukça ışılamaya başlayan pul pul demir yapraklarını okla delmek kolay değildi. Pelerinlerinde ve göğüslerindeki kırmızı haç işaretleriyle kanatlı kızıl karıncaları andırıyorlardı. Evdeşi Kan-kılıç Ali, çatal kılıçlı, Görklü Tanrı’nın Arslan’ı... Vurdukça tepeli kalkanları yaran, tunç miğferleri parçalayan kılıcı, güneşin ilk ışıklarını içe içe yalaplanıyordu. Kılıç vurduğunca kesici, mızrak savurduğunca deşici, ok uçtuğunca deliciydi…
Kan-kılıç Ali, süslü miğferinden, kırmızı püskülünden anladı Mavrodikos’un bir general olduğunu. Yanında yaverleri vardı. Haçlının başı bu olmalıydı. Önce onu haklamalı, diye düşündü. Bir an Mavrodikos’un gözlerindeki muhteris alevlerle karşı karşıya kaldı. Mavrodikos, zırhlar içinde, boynu göğsüne gömük, atlı bir kaplumbağaya benziyordu. Ulu ağaçların boyuna yükselen ateşlere bakıp iştahlanan Mavrodikos, süslü, kızıl püsküllü miğferinin altından yanan çadırlara sinsi sinsi bakıp, kırçıl teke sakalını sıvazlıyor, yanındaki Kont dö Şamp’ı unutup, “Ateşli Anna’nın kızıl dudakları, kızıl saçları bunlar!” diye kahkahalar savuruyordu. Kont dö Şamp ilk anda anlamamıştı ama, ikinci üçüncü kahkahadan sonra belli belirsiz bir tepkiyle haykırdı,
“Yanılıyorsun General! Ateşli Atena diyeceksin! Ateşli Atena’nın kızıl saçları bunlar! Hahaha!...”
“Haklısın kontum, iyi ki yanımdasın!...”
Onlar Anna ve Atena derdine düştüğünde atını çılgınca Mavrodikos’a sürdü Kan-kılıç Ali. Ancak önünü yine aynı zırhlar içine girmiş bir şövalye Kont dö Şamp karşıladı. Her kılıç darbesi, örse çarpan çekiç gibi geri tepiyordu. Üstelik kolundan da bir kılıç darbesi almıştı. Kardeşi Karakünüş’ün cengaverleri komşu obadan yetişmese kellesi de gidebilirdi. Karakünüş ve arkadaşlarının gelişi haçlıyı ürkütüp duraklatmıştı.
Nazlıcan, bir ok atımı uzaktan ürpere ürpere bakıyordu. Kucağındaki kundağa sarılı bebeği bir kayanın karaltısına koyup, yay ve sadağını aldı; “Kardeşini kolla Süngüş!” dedi. İlk anda vuruşmayı görüp yardıma gelen haçlılara saldı okunu. O da her Türkmen kızı gibi keskin nişancıydı. (ki, oğuz oylağında ok uçurup kılıç kullanmak, kargı savurmak -yaşamak için- kızlar için de gerekliydi.) Sadağından alıp şimşek gibi saldığı oklar haçlıların boyunlarında kök salıyordu.
Nazlıcan, altında atı olmadığına hayıflandı. Evdeşine ve vuruştuğu düşmana yaklaşmak için taşlardan kayalardan atlayıp elinde ok ve yayıyla düze indi. Tekrar yay germeye ok üşürmeye başladı. Birkaç haçlıyı daha düşürmüştü ama Kan-kılıç Ali hâlâ zor durumdaydı. Nazlıcan’ın, arkadaşlarını teker teker okuyla hakladığını gören bir haçlı askeri, ona doğru yaklaşıp kargısını salıverdi. Nazlıcan, evdeşinin gözleri önünde çiçeklerle dolu bir dal gibi toprağa düştü...
“Süngüş, Aykız, Nazlıcan!...” diye haykırdı Kan-kılıç Ali. Bir kör kılıç göğsüne gök girip kızıl çıktı. Dondu kaldı atının üstünde. Nazlıcan’a mızrak savuran haçlıyı kardeşi Karakünüş yetişip hakladığında, Nazlıcan çoktan uçmağa varmıştı. Bu arada Kont dö Şamp da üzerine yıldırım gibi gelen Karakünüş’ün arkadaşlarından ürküp geri çekilmişti.
Mavrodikos, görevini yapmış olmanın rahatlığıyla kızılçam gölgelerinde kaybolduğunda kan dumanı içinde kalan yaylalardan ağıtlar yükselmeye başladı. Kont dö Şamp’ın da doğrusu gözü korkmuştu. Bir Türkmen yiğidiyle ilk defa dövüşüyordu. “Seninle dövüşümüz bitmedi Türkmen!” diyerek geri çekilip, son haçlı askerlerinin peşine düştü. Kan-kılıç Ali ne dediğini anlamamıştı. Kont dö Şamp da Mavrodikos’un onu yalnız bırakmasından bir mana çıkarmaya çalışıyordu.
Kan-kılıç Ali Nazlıcan’a koşturdu atını. Ama artık çok geçti. Yel gibi indi atından. Yeninden kan sızına sızına Nazlıcan’ı kucakladı. Toprağa süzülen kanı güneşin ilk ışıklarında alevleniyordu. Kan-kılıç Ali’nin çok belikli örgülü saçları omzundan dökülüp yüzünde efildedi. Mavrodikos’un gittiği yöne baktı. Karakünüş, atının üstündeydi, üzgün, yalınkılıç,
“Bizi bitirdiler akam!” dedi. “Yetişemedim yengeme! Bizi bitirdiler!”
Kan-kılıç Ali, “Süngüş Aykız Nazlıcan!...” diye bağırdı mı sayıkladı mı hatırlamıyordu. Nazlıcan kucağında, kırmızısı solmuş bir karanfil destesi gibiydi. Obasını ve evdeşini koruyamamanın üzüntüsü içinde kardeşi Karakünüş’e baktı. Gözlerinden ateşler fışkırıyordu,
“Süngüş’le Aykız sana emanetimdir karındaşım! Ben, şu atlı tosbağa kılıklı kâfirin peşine düşeceğim!”
***
Yedi gün sonra:
Kont dö Şamp, Avrupa’dan büyük hayallerle Bizans Haçlı Ordusu’na katılan mağrur şövalye! Atlı tosbağa kılıklı şövalye! Kaderin cilvesi mi yoksa Kan-kılıç Ali’nin amansız takibi sonucu mu her nasılsa Kûfi vadisinde kılıç kılıca topuz topuza girmişlerdi yine. Alnının sol şakına bir topuz yemişti! Ama o da öldürücü darbelerle etkisiz bıraktığını düşünüyordu. Pelerinini, tunç miğferini can havliyle çıkarıp sağa sola fırlattı, sendeleye sendeleye giderken bir ardıcın dibine yığılıp kaldı. Kafası, beynini kusacak gibi zonkluyordu. Aşağılarda süslü Arap atı, zırhını parçalayıp karnına giren mızrakla yerde boylu boyunca. Kayalar, ağaçlar da kütle kütle, kalas kalas birbirinin kucağındaydı. Şimdi, ölümle burun buruna yattığı yerde, Anna hayaliyle başının ağrısını bastırmaya çalışıyordu:
İmparator Emanuel’in Konstantiniye’de, kurmaylarıyla savaş plânları yapmak için düzenlediği sefer yemeğinde, Bizans’ın kızıl saçlı prensesi Anna ile sonsuz büyük zafere kadeh kaldırıyor, onun şuh bakışlarını süzüyordu. Anna, Bizans içinde, başta Mavrodikos olmak üzere, oynamadığı komutan kalmamış, en son Kont dö Şamp’a kancayı takmıştı. Birlikte savaşa katılmışlardı ama o, bir ok saldırısında Gediz Nehrinin kıvrımlarında bir kaynak suyu kenarında Anna’yı bırakıp kaçmıştı. En son beş gün önce onu Pledelpia yakınlarında, bir kağnıya koşumlu öküzün sırtında, "Anna Anna!..." diye sızlanırken görenler olmuştu. Asker arkadaşlarının bakışları da değişmişti, sanki herkes ona "Anna’yı neden yalnız bırakıp kaçtın?" diye sorar gibi bakıyordu. Aslında öyle bir şey yoktu, o öyle hissediyordu. Türkmenlerin ok saldırısına uğradıklarını, kendisinin kaçıp kurtulduğunu, koltuğunun altından yaralandığını, Anna’nın akıbetinin ne olduğunu bilmediğini, sadece Anna ve atını değil her şeyini kaybettiğini, ama artık bundan sonra onun intikamını almak için yaşayacağını tekrarlayıp duruyordu. İmparator öfkenin zirvelerinde olmasına rağmen, yedeklerden ona zırhlı bir at ayarlamıştı. Frengistan’dan orduya katılan bir Fransız soylusuydu Kont dö Şamp! Derelerinden süt ve bal akan topraklarda kocaman kocaman çiftlikler, kontluklar, vasallıklar kurmak için gelen şövalyelerden biriydi! Ama şimdi, ölümün, onu kanamalı yangınlar gibi saran ıssız ve yalnız kucağında, Anna derdindeydi. Ok saldırısında eğer sağ kaldıysa mutlaka Türkmenlerin eline esir düşmüştür, acaba Türkmenler ona nasıl davranır diye düşünüyor, müthiş bir ürpertiyle titriyordu. Anna’yı, Türkmenlerin elinden almak için savaşa eskisinden fazla bilenmişti. O’nu yapayalnız su kaynağında bırakmanın ezikliğini ve utancını günlerce yaşadı. Korkaklığını, Anna’yı bırakıp kaçtığını Anna’dan başka kimsenin bilmeyişine şükretti. Bu utanç, artık çekilmez hâle gelmişti.
O gün, Kont dö Şamp ve Anna, ordu yürüyüş kolunun ortalarında kıyametler koparken, süslü imparatorluk arabasında aşk ve zafer şarkıları söylüyorlardı. Darliyon’dan bu yana elleri ellerinden, gözleri gözlerinden ayrılmamıştı. Sadece bir gün General Mavrodikos’la bir harekata katılmıştı. O gün de ona asırlar gibi uzun gelmişti. Onlar aşk şarkıları söylerken, Bizans Haçlı Ordusu şimdi, imparatoruyla birlikte duman altıydı. Ordunun arka saflarında, erzak arabalarının önünde, baskın yerinden uzakta oldukları için, belki de kenarından geçtikleri hırçın Gediz sularının gürültüsünden hiç bir şey duymamışlardı. Duyamazlardı da zaten, aşkın gözü şaşı bakma durumundayken kulaklar duyar mıydı? Ön saflarla arka safların arasındaki mesafe, askerlerin ayak sesleri, ırmağın türküsü; hele hele yüreklerinde çarpan ateşli aşklarının, ateşlenen damarlarının tatlı heyecanı, kulaklarını dış seslere tamamen kapamışken. Kont dö Şamp bu Ağustos sıcağında yüzlerce yıl öncesinin Anna Perenna hayalindeydi. Batı Roma’nın “su tanrıçası” Anna Perenna! O’na adaklar adıyor, sunaklara körpe ceylanlar sunuyordu. Prenses Anna onun sürekli “Perenna” demesinden sıkılmıştı artık. Kendisinin, bir tanrıça da olsa başka birinin yerine konmasına tahammül edemez hale gelmişti. “Beni, Bizans Prensesi olarak sevmesi, aşkının saflığını ve zerâfetini gösterir, ancak ben Perenna değilim, Bizans Prensesi Anna’yım! Aksini düşünemem!” diye geçirdi içinden. Sonra, tatlı bir dille ikaz etmeye çalıştı;
“Sürekli Anna Perenna dersin bana sevgili şövalyem! Beni tanrıçalara benzetmen güzel, üstelik hoşuma gidiyor. Ancak, beni onunla nasıl kıyaslarsın? Onu benim yerime, beni onun yerine nasıl koyarsın? Ya onu seveceksin, ya beni, değil mi? Beni Anna Peranna ile kıyaslamana dayanamıyorum artık! Ben Bizans prensesi Anna’yım! Lütfen!..."
Seviyordu Anna. Sevmese kim bilir ne hırçınlıklar yapardı. Kırmak, incitmek istemiyordu. Seviyor ve korkuyordu. Severken korkmak, aşkın bir sonraki safhasıydı şüphesiz ve, kaybetmenin korkusuydu! Kont dö Şamp ne Mikail Angelos’a ne o ihtiyar kurt Mavrodikos’a benziyordu. Nezaketli tavırları, sevecen bakışları onlarla asla kıyaslanamazdı. Ama şu Perenna?!
“A..aaa sevgili prensesim, yanılıyorsun! Sen benim Anna’msın! Taa uzaklardan, Roma’nın bir ucundan senin aşk-ı amber kokularını, güzel yüzünün pembe siluetini yudumlamak için geldim. Cennet kokulu saçlarını boynuma dolamayı hayal ede ede geldim! Barbar Türkmenlerin keskin kılıcına geleyim ki, ben seni rüyalarımda dans ederken sevdim! İmparatorluk sarayında seni görünce nasıl şaşkın bir sincap gibi nereye sineceğimi hesaplarken elimden tutmadın mı? Anna Perenna bir tanrıçadır prensesim! Ama sen benim tanrıçamsın!”
O kadar nazik ve tatlıydı ki, Kont dö Şamp’ın bu nezaketli sözleri karşısında buz dağı olsa erirdi. Anna’nın pembeleşen yüzünü toz bulutları sarmıştı. Toz bulutlarının altından gülümsüyor, pembe gülüşlü öpücükler savuruyordu. Karşı yamaçtaki uzun servilere baktı. Yemyeşil bir koyak, şırıl şırıl suların sesiyle dallar ve yapraklar, bu Ağustos sıcağında serin serin dans ediyor, hafif bir rüzgârla, sanki bu dansı sonsuz bir gökyüzünün yağmurlu ikindilerine, o ikindilerin ebemkuşaklarına götürüyordu. Belli ki yağmuru özlemişti. Belli ki bu uzun yolculuk daha yolun başında sıkıcı olmaya başlamıştı. İçindeki şu tanımsız ürperti, neden ve nasıl, nerden geldiği belli olmayan heyecan! Aşk mıydı bu gerçekten? Bu uzun yolu çekmek için kurduğu bir malihülya mıydı, yoksa cehennem azabı verecekti!
“Ne düşünüyorum biliyor musun soylu şövalye Kont dö Şamp? Şu ordu dursa da, şu yeşil ve uzun servilerin altında çimlere uzansak!”
Uzun servilerin olduğu koyak, daha birkaç gün önce Sultan Kılıçarslan’ın, Pledelpia’nın surlarına bayrak çektiği gece, sabaha karşı konakladığı yerdi.
“Ne demek sevgili prensesim, hemen geçeriz oraya!"
Kılıcını sıyırdı kınından, ucuyla sürücü askeri dürtükledi. Asker, döndü, “Emret şövalyem! " dedi.
“Soylu Bizans’ın miğferi kırmızı püsküllü cengâveri, bizi şu yeşil alana götür!”
Başını “hayır” anlamında sağa sola salladı sürücü.
“Götüremem Montrefillerli soylu Kont dö Şamp! İmparatorun kesin emridir. Ordu yürüyüş kolu kamplar dışında terk edilmeyecek! Yalnız kamp alanlarında atlara ot ve yem toplamak için ayrılabilinir!”
Kont dö Şamp kükredi, alışılmadık bir sinirle,
“Biz at uşağı mıyız, sersem!”
Sürücü emir eri mecburen boyun eğdi. Servilere doğru sürdü imparatorluk arabasını.
Onlar, Türkmenlerin baskınlarından etkilenmemişlerdi. İkinci üçüncü baskınlardan da sadece acılı kükürt dumanından şikâyet ettiler. Ama son saldırıdan geriye kalan manzaraya daha bir saatlik uzaklıkta birbirlerini aşk fısıltılarıyla tahrik ediyorlar, kendi cennetlerini savaşın korkunç çığlıkları, parçalanan başlar, kopan kollar ve yarılan göğüslerden boşanan fışkıran kanlar üzerine kurmaya çalışıyorlardı. Atlar, kaynak suyundan sulanırken bol bol kendileri de içtiler. Küçük göletlere attılar birbirlerini, suda sarıldılar, dans ettiler, sırılsıklam sudan çıkıp yeşil çimlerin üzerine yorgun bir şekilde soluk soluğa serildiler. Güneş, uzun kavakların rüzgârla açılan dalların arasından, hışırdayan yapraklarından, yakamoz yakamoz üzerlerine dökülüyordu. Sıkı sıkıya tuttu Anna’nın ellerini. Göğsüne bastırdı. Tanrım, bu eller ne kadar yumuşak ve narindi. Ipıslak dokunuyordu tenine. İçini önlenemez bir ürperti sarıyordu. Beyninin burgaçlarında serin rüzgârlar esmeye, kanı kaynamaya başladı. Boyuttan boyuta girdi Anna’nın büyülü gözlerinin içinde.
“İşte bu!” dedi, “işte bu, aşk bu! Bak şu yüreğimin yerinden fırlayışına! Peranna, Perenna, diyor!...”
Anna doğruldu. Artık Perenna’ya tahammül edemez bir halde olduğunu hissetti. Asil bir davranışla ve vakarla, bir şaplak yapıştırdı şövalyenin yüzüne:
“Ben, Bizans prensesi Anna’yım! Unutma bunu! Adımı halam Anna Komnena’dan aldım! O, asil bir kadındı! Seninle arama bir yırtık yaprağın bile girmesine tahammül edemem şövalye! Beni ancak gerçek bir aşkla seveceksen sev! Frengistan’da böyle midir aşk? Sevdiğinde başkasını görmek? Başkasını, sevdiğinde sevmek?...”
Kont dö Şamp şaplağı yiyince şaşıracağı yerde iyice sıradanlaştı.
“Lütfen, cennetimi bozma!...”
“Senin cennetinde tanrıçalar var, git onlara!...”
Küstü Anna! Bütün sevecenliğini şu, aralarındaki tanrıça bozdu. Gidip en uzun servinin gölgesine oturdu. Kızıl saçları önüne dökülüp koyu mavi gözlerini perdeledi. Ama Kont dö Şamp pişkin pişkin sırıtıyordu. Omuzlarına dökülen kumral uzun saçları, kısa tombul sakalı, yassı burnu, yosun yeşili gözleriyle, bütün vakarlı ve yakışıklılık çizgilerine rağmen o artık Anna’nın yanında sıradan bir şövalyeye dönmüştü. Kırık bir kalbin bakışları hiç bu kadar etkili olamazdı. Kont dö Şamp davranışını değiştirmedi. Nasılsa tatlı fısıltılarla onu yumuşatabilirdi. Döndü su kaynağına. Sürücü arabayı hazır vaziyette tutuyordu. Bir kuş uçumuna yakın uzaklıkta kağnı gıcırtıları... Yürüyüş kolunun sonu gelmemişti. Oraya baktı: Kağnılar ne kadar da aheste aheste yürüyorlardı. Toz toprak bir bulut gibi havaya kalkıyor, yürüyüş kolu bu bulutun içinde yürüyen ışılaklı harmaniler giymiş demir yığınları, parlayan miğferleriyle kilometrelerce uzadıkça şıngırtılı bir curcunaya dönüyor, bayraklar dahi tozdan görünmüyordu. Nehrin kenarında kıvrıla kıvrıla tekerlekleri gıcırdayan kağnılar, arabalar, koçbaşları ve mancınıklar ses oymaklarını yırta yırta kaşıyor, yeri göğü inleterek ilerliyordu. Bir ok atımı uzakta bile kulaklarını rahatsız ediyordu.
Düğün kervanını da andıran bu kervanda bir kös ve boru sesi eksikti.
Su çok tatlı gelmişti, ama garip bir kokusu vardı. Acıktığını hissetti. “Bir şeyler yiyelim, gel lütfen sevgili Anna!” diyecekti. Kaynağa yürüdü. Küçük göletçiklerin içinde suya yata kalka yüzdü, iyice serinledi. Bu sıcak havada su çok hoştu. Yosun tuta tuta kararmış kayaların arasından geliyordu. Akışına baktı. Ne kadar da güzel diye düşündü. Frengistan’da böyle bir manzara hiç görmemişti sanki. Papa Urban’ın seksen yıl önce “Derelerinden süt ve bal akan toprakları ala ala ’Kutsal Ülkeye’ gideceğiz!” dediği yerler burasıydı demek? Bu hayallerle bütün Avrupa’yı etkilediği yılları hatırladı. Ama o zaman daha doğmamıştı ve efsaneler gibi, destan söyler gibi anlatılagelmiş, belleğine böyle yerleşmişti. Hele o hitabeti süslü, eşek kafalı Pierre L’Ermite! Ona çok efsaneler yakıştırmışlardı.
Su, birdenbire kızardı, kızıl bir şelale gibi çağlamaya başladı. Yosunlar kızıl bir püsküle döndü. Rüya gördüğünü zannetti ilkin. Gittikçe kızıllık kırmızıya doğru renk değiştire değiştire aktı. Kaynak suyu kıpkırmızı olduğunda gözlerini ovuşturuyordu. Acaba serin kavakların altında uyuyakalmıştı da rüya mı görüyordu? Birden bire kulağının dibinden keskin bir ıslık geçti. Kızaran suyun içine şimşeklerin dalışında daldı. Ne olduğunu anlayasıya bir keskin ıslık daha “zıp” diye sağ omzunun bir karış altına saplandı. Dönüp arkasına baktı çığlıkla. Bir atlı yüz metre kadar ileriden şimşek gibi üzerlerine doğru geliyordu. İmparatorluk arabasına baktı. Diz üstü çökmüş kıvrılmıştı. Korkup paniklemişti de. “Asker!” diye bağırdı. Sürücü, gelen okları yeni fark etmişti. Atları dehlerken ıslık çekerek gelen bir ok da onun göğsüne saplandı. Sakınayım derken de arabadan düştü. Kont dö Şamp, yarasının ağır olmadığını anlayınca doğrulabileceğini hissetti. Ok, sadece omzunun altındaki kasa saplanmıştı, korktuğu kadar derinde, ciğerlerinde değildi. Arabaya doğru koşup zoraki bindi, sahtiyan, altın sırmalı, gümüş nakışlı koşumları eline aldı, dehledi.
Anna, küstüğü yerde sıcaktan bunalmış kınalı bir kuzu gibi soluyordu, büzülüp kalmıştı.
Kont dö Şamp atları çatlatırcasına sürdü. Ölümün soğuk ve keskin kılıcının boynunda gezindiğini hissede hissede. Bir süre çılgınca ilerledi. Nehir boyunca gıcırdayan kağnıların berisinde, nehrin yayvanlaşıp dağılan bir kıvrımında atlar ve imparatorluk arabası bataklığa saplanıverdi. Birden bire kendini çamurun içinde buldu. Arkasına bile bakamıyordu. Peşinde bir atlı vardı ve hâlâ şimşekler çaka çaka geliyor gibiydi. Bir de sırtındaki ok! Oysa, peşindeki atlı arabanın çamura saplandığını görünce geriye dönmüştü. Çamurun içinde sürüne sürüne bata çıka ilerledi. Şu oktan kurtulmalıydı. Zırhı üzerinde olsa bu oku yemezdi belki. Sol eli yetişmiyordu. Eğilip canhıraş bir çığlık atarak çamurlu sağ eliyle oku asılmaya çalıştı. Fazla derin değildi, etini yırtarak çıktı. Acısından çığlıklar atarak çamurun içinde yuvarlanıp kendinden geçti. Adeta çamurla özdeşleşmişti. Ne kadar zaman çamurda kaldı bilmiyordu. Yarası sızlaya sızlaya kendine geldiğinde nefesi kesilecek derecede bitkindi. Çamur bastı yarasına bir domuz gibi. Yarasını çamurla tedavi edip iyileştirecekti. Ordu, belli ki bir baskın daha yemişti. Bataklıkta, daha yüzlerce at, yüzlerce asker çırpınıyor, suya ulaşmaya çalışıyordu. Zırhlarının ağırlığıyla battıkça battılar. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılmasalar korkunç manzarayı daha net göreceklerdi. Bir saat kadar gök çamurun içinde çırpındıktan sonra nehre can havliyle attı kendini. Üzerindeki ağırlaşan çamurlar eridikçe yeğnildi. Yara da suyla serinlemişti. Suyun içinde doğrulup arkasına baktı. Atlar çamurun içinde debeleniyor, debelendikçe batıyordu. Arkadan gelen giden yoktu. Anna da bir kuş uçumu uzakta kalmıştı. Nehrin içinden ecel terlerini yuya yuya çıktı. Atsız pusatsız. Ne kızıl püsküllü miğfer, ne soylu şövalyelere verilen kılıç ve nişanlar, hepsi kıpkırmızı akan kaynak suyunun orda, uzun kavakların altında Anna’nın yanındaydı. Ya Anna? Kocaman bir soru işareti, bataklıktan ve sırtındaki ok yarasından daha vahim ve derin! Frengistan’da olmayı ölesiye istedi!
***
Anna, Kont dö Şamp’ın, kıçını kargı deşmiş tilkiler gibi kaçışına yaşlı ve aldatılmış gözlerle baktı. Acılı bir gülümseme kucakladı yüzünü, pembelerini soldurdu. Derin bir üzüntü içinde düşünüyordu. Sahranın ortasında yapayalnız, arslanlar ve kaplanlar arasında kalmış gibi ürperdi. Aşk! Diye geçirdi içinden. Aşk, sevdiğini bir okla daha deşilmemek için koyup kaçmak mı, yoksa sevdiğinin uğruna bir ok daha yemek miydi? Az önceki sözleriyle kurmaya çalıştığı cennet, demek hepten bir yalandan ibaretti ve Kont dö Şamp onu serveti, asaleti ve bir İmparatorluk hanedanına mensup olduğu için seviyor görünmüştü. Aşk, sevdiğini ölüm karşısında koyup kaçmak mı, yoksa ölüme meydan okumak mıydı? Derken, birden bire devasa, parlak, sarışın huzmeler saçan bir kılıç boynunda gölgelendi. Nerdeyse bayılmak üzereydi korkudan. Doğrulmaya çalıştı, doğrulamadı. Olduğu yerde debelendi, baygınlıklar geçirerek haç işareti yapmaya başladı. Ölümün soğuk rüzgârları kızıl saçlarını okşuyordu.
“Yüce İsa beni koru, yüce İsa beni koru!” diye inledi.
Başını kaldırdı zoraki. Güneşle arasına girmiş bir kılıç. Börkünün yanışlarından, sarışınla kumral arasında bir renk almış, uzun saçlarının örgüleri omzundan göğsüne kadar alev alev dökülen bir kadın! Hilâl kaşları çatılmış, güneş ışığından seçilemeyen bir yüz, güneşin rengiyle altın sarısına dönen kılıcını boynuna dayamış, “Kalk ayağa!” diyordu. Kalkacak hali yoktu. Ne söylediğini de anlamıyordu. Zangırdaya zangırdaya titriyordu. Ses, tekrarladı. Anlamıyordu ama ayağa kalkmasını istediği belliydi. “Yüce İsa... Ey merhametli Mesih, beni koru!” demeye devam etti kısık seslerle. Bir saat önceki Kont dö Şamp’la kurdukları cennet şimdi bir cehenneme dönmüştü. Daha gencecik yaştaydı ve yirmi yedinci yaş gününü İkonyum alındığında Meram Bağlarında kutlayacaktı Kont dö Şamp’la! Şimdi, hayatının baharını yaşayamadan yolun sonuna mı gelmişti?
Sesin sahibi Zerefşan isminde bir Türkmen kadınıydı. Belli ki o da bir intikam peşinde. Gözlerinin önünde, Gülcihan, kanlı elbiseleriyle kara toprağa boyunca uzanmış yatıyordu. Gülcihan, Zerefşan’ın kızı, Kan-kılıç Ali ve Salgurlu Sümmenin cenk arkadaşları olan Yumru isimli yiğidin evdeşiydi. Bebeği Duracık kanlı göğsündeydi. İki kanlı ok arasında süt arıyordu. Ağlaya inleye süt arıyordu. Ağlaya inleye daha çok zamanlarda süt arayacaktı. Bu korkunç sahne Zerefşan’ın gözlerinin önünden hiç gitmemişti. Hemen bir kılıç darbesiyle uçurmalıydı bu sarışın Bizans aşüftesinin başını! Fazla beklemeden uçurmalıydı. Gözlerinden ateş yağmaya başladı. Öbürü büzüldükçe büzüldü. Çaresiz. Ellerini kılıca dayadı. Kılıçtan süzülen sarışın huzmeler gözlerinde yakamozlanırken birden kesildi. Kılıcın havaya kalktığını gördü. Boynuna indi, inecek!...
“Dur Zerefşan! Sakın yapma!” diyen bir ses gürledi havada. O artık bütün ümitlerini yitirmiş, az sonra yere düşecek başını düşünüyordu. Sesle birlikte kılıç güneşle boynu arasında dondu kaldı. Ses tekrarladı. Güçlü bir erkek sesiydi. Şimdiye dek hiç böyle bir ses duymamıştı. Hem ahenginde bir gücü hissettiriyor, hem de bir o kadar kadifemsi munis dokunuşlar bırakıyordu, bu bir Türkmen erkeğinin sesiydi.
“Dur yapma Zerefşan, kızım! Bu bir kadın! Belki bir çocuğu var, belki çocuk karnında! Sakın yapma!...”
Babası Yağmur Beydi. Günlerdir, savaştan ve yapacağı bir çılgınlıktan korumak için onu takip etmişti. Bir gölge boynunu almak isteyen kadının ayakuçlarında gölgelendi.
Zerefşan,
“Gülcihan’ımı alan, Duracık’ımı öksüz koyan bunların doğurdukları yılan encikleri değil mi?”
Yağmur Bey, Zerefşan’ın elinden kılıcını ağır ağır indirdi, kınına soktu. Anna’ya döndü,
“Konuş kızım, kimsin?”
Anna, titremekten cevap verecek durumda değildi. Giysilerinden Bizans’ın soylu diye adlandırdıkları kimselerden olabilir, diye düşündü Yağmur Bey, etrafa baktı. Zerefşan’ın göğsünden okladığı asker yerde yatıyordu. Kont dö Şamp’ın kavakların gölgesindeki eşyalarını gördü. Zırhı, kabzası altın kaplamalı, nakış nakış işlemeli kılıcı... Eşyalar, soyluluktan daha çok saray mensubu olduklarını söylüyordu. Eğilip elini tuttu, ayağa kaldırdı.
“Konuş kızım! Korkma artık! Her şey geçti! Senin bu savaşta bir günahın yok!”
Anna, sonunda konuşmuştu;
“Ben Anna!.. Emanuel Komnenos’un kuzeni!..."
***
Kan-kılıç Ali, “Süngüş.. Aykız.. Nazlıcan aşkına!...” diye karanlığın ve çakal seslerinin kucağında inlerken, kolunu bir çakalın asılmasıyla kendine geldi. Birden doğrulup kılıcını karanlığa sallayacaktı. Sallayamadı. Dişlerini, kan kokuları arasında koluna saplamaya çalışan çakal, kımıltıyı hissedince birden bire kaçtı, başka bir kan kokulu kayanın dibine çöktü. Kankılıç Ali’nin üzerine bir haçlı askeri düşmüştü. Sağ kolu çalışmıyordu. Sol eli ve ayaklarıyla iteledi. Düşerken mi dövüşürken miydi bilemiyordu, bir kılıç darbesi sağ omzuna derin bir oyuk açmıştı. Karanlıklar ve sisler içinde oynayan, çakan, savrulan kıvılcımlardan seçmeye çalıştı. Dayanılmaz bir acının pençesinde az önce bu platoda, kayalıkların arasında neler olmuştu?
“Süngüş, Aykız, Nazlıcan!...” isimlerini, soluğu kesilinceye kadar saydı. İnleye inleye zorlukla kalktı. Karşıya baktı. Batmak üzere olan ayın zayıflayan ışıkları, bir karaltının altında ışıldamaya devam ediyordu. Oradan da iniltiler geliyordu. Afyon yutmuş Melami dervişi gibi sallanarak bir cılga yola girdi. O sırada önündeki cesetlerin arasından bir hayalet gibi biri daha doğruldu. Etrafı tanımaya çalıştı önce. Sonra, yan taraftaki bayıra doğru ilerledi. Kan-kılıç Ali’nin peşine düştü. Ayakları bin yıllık yoldan gelirmiş gibiydi. Kılıcını sıkı sıkıya tutuyordu. Kan-kılıç Ali, “Kimsin, ne oldu? Savaş bitti mi Yumru? O sen misin?” diye sordu. O bir düşman askeri de olabilirdi. Umursayacak hali de yoktu. Sonra bir arkadaşı daha aklına geldi, “Salgurlu Sümmen, Salgurlu Sümmen! O sen misin, yaralandın mı? Savaş bitti mi?” dedi. Ona seslendiğini sanıyordu fakat o duymuyordu. Sarıkeçili Yumru ve Salgurlu Sümmen cenk arkadaşlarıydı. Üç gün önce, Cadmus Dağı’nın girintilerinde Dursun Alp’in aldığı Bizans Generali Mavrodikos’un başını, bir mızrağın ucunda tepelerde bayrak gibi taşıyarak Haçlı Bizans Ordusu’nun moralini yerle bir etmişlerdi. Bundan kısa bir süre önce de Tuz Çölü güzergâhından imparatorun aynı amaçla gönderdiği ordunun komutanı, akrabası Andronikos Vatatzes’in Niksar surları önünde yapılan vuruşmada kesilen başı bu savaşlardaki ilk zafer nişanesi olarak Kılıçarslan Sultan’a gönderilmişti. Bunlar bir bakıma, bir zamanlar İznik’te kale burçlarında kesik başları gezdirilen Türkmen şehitlerinin intikamıydı!(3) Sarıkeçili Yumru da, Salgurlu Sümmen de bu platoda vuruşa vuruşa uçmağa varmış olabilirlerdi. Sıra kendisinde miydi? Bir ağacın altında, batan ay ışığında ışılamaya çalışan zırhın dibine yığılıverdi. Işılayan zırhın sahibi Kont dö Şamp’tı.
"Süngüş, Aykız, Nazlıcan aşkına!..." dedi, inledi yine.
Peşindeki onu takip ederek gelmeye devam ediyor, kılıcını bir baston gibi kullanıyor, ara sıra başını kaldırıp yukarılara bakıyor, bir ağaç, tümsü, dağ tepe arıyor, sanki tanıdık bir yolda yürüyordu. Kont dö Şamp ve Kan-kılıç Ali’nin yanlarından geçti! İniltiler susmuştu. İki dönemeçten sonra o da bir ardıcın dibine yığılıp kaldı. Şimdi, batmak üzere olan cılız ay ışığının altında bir sevgiliyi öper gibiydi. Kont dö Şamp da, alnının sol yumrusunu oyan Kan-kılıç Ali ile yan yana toprağı kucaklamıştı.
***
Durkadın, iki boz eşekle çalılıklar arasındaki cılgadan geldi. Yeleleri ve kâkülleri alevden al beyaz at hâlâ peşindeydi. Aklında o rüya vardı. Vadiye yaklaştığında burnunu dayanılmaz kokular sardı. Gittikçe yoğunlaşınca, çevresi al oyalı, al boncuklu ak yazmasının uçlarını burnunun önünden arkasına geçirerek düğüm yaptı, sadece gözleri görünecek şekilde ağzını burnunu gerdi. Bir ışık yalımı gelse, o kara üzüm karası gece gözleri ortaya çıkıverecekti. Bir ardıcın dibinden geçerken birden bire bir çığlık attı. Ayağı bir çeliğe mi bir ete mi değmişti? Bu arada, burnunu dolduran, deşilmiş karın, yanmış et ve kan kokularının yanında iniltiler de çoğalmıştı. Çığlıkla birlikte, o korkuyla yanındaki eşeğin semerine yaslanıp, semer ağacını sıkı sıkıya tuttu. Öylece, korkulu, günlerce sıcağın altında koşmuş bir at gibi solumaya başladı. Ayağı bir canlıya takılmış gibiydi, öyle hissetti. Gözlerini usul usul açtı neden sonra. Az önce ayak bastığı yere baktı. Yerde iki asker kımıltısız yatıyordu. İniltiler az ötedeki derin vadiden, Kûfi derelerinden geliyordu. Eşekleri çekerek biraz daha ilerledi. İlerledikçe kokular ve iniltiler çoğaldı. Panikledi. Ne yapacağını şaşırmış bir şekilde, eşeklerin yularlarını bırakıp bir sağa, bir sola, bir derenin başına gitti geldi. Şimdiye kadar olmadığı şekilde titriyordu. Korkunun en acımasız eli yüreğini mızrak gibi deşmişti. Titreyerek bir taşın üzerine oturdu. Taş da kızıl kanlıydı. Yüzünü avuçlarına aldı. Gözlerini kapattı.
“Tanrım ne oldu burada?”
Boşluğa sordu. Boşlukta can havliyle birden bire çıkıveren haykırışlar, iniltiler, deşilmiş karınlar, çakal sesleri ve kan kokusu. Korku, kâbus, kan, pis koku, hepsi birbirini çevreleye çevreleye sıkı sıkıya kucaklamış, alaca karanlığın kara saçlarını tarıyordu.
Durkadın, yüzünü avuçlarının arasından aldığında ortalık biraz daha ağarmıştı. Ardıcın dibinde yerde yatan askerlere baktı. Birinin başı ezilmişti, kılıcı elinde duruyordu ve sıkı sıkıya tutunmuştu. Parçalanmış alnında kanlı ışıltılar. Diğerinin başında Türkmen dilimli ceylan derisinden keçe börk vardı, onun da sağ omzundan sızan kanlı ışıltılar. Elinde kılıç! Bu sırada tanıdık bir koku burnunu yoklamaya başladı. Kan dumanı içinde tanıdık bir koku!
Akşam, yatsı zamanı kaynanasının, cırtlak sesiyle, “Haçlı gavuru gelmekteymiş, sabah erkenden suya git! Onlar gelmeden!” Dediğini hatırladı. Sorkun Yaylasındaki Otacı çadırını hatırladı. Demek bu iki birbirine benzemez asker biri Türk, biri gâvurdu. İkisi de son nefesini vermek üzereydi. İkisi de can taşıyordu, bir sevdikleri vardı, bekleyenleri vardı. İkisi de birbirlerini öldüresiye dövüşmüşlerdi. Ve ikisinden de şimdi kısa, kendinden geçmiş iniltiler geliyordu. İkisi de ellerinde kılıçlarını sıkı sıkı tutuyordu. Yerinden kalkıp çevreye yeniden baktı. Az ileriye, derenin başına gitti. Dere, baştan başa alt alta, üst üste, kimi kayaların altında kalmış, kimi atlarının deşilmiş karınlarının altında, baştan başa nefesi kesilmiş insan yığınıydı. Yığın, dere boyunca aşağıdan yukarılara doğru uzuyordu. Dereden kan ve deşilmiş karın kokulu buhar ve yer yer dumanlar yükseliyordu. Buradan su çıkmayacağı aşikardı. Yerde yatan yaralılara baktı. Bu manzara karşısında bayılıp düşmemek bir mucizeydi. O şimdi bu mucizeyi yaşıyordu. Ne yapacağını düşünmeye başladı.
Bu sırada Subylion kalesinden bir gurup asker çıktı. Yerde yatan binlerce cesedin arasında gezmeye başladılar. İnleyen bazı askerlerin göğüslerine kinle daldırdılar kılıçlarını. Kılıçlarını göğüslerine daldırdıklarının başında keçe börkler vardı ve yanışlarından dokuz dilimli örgülü, kana bölenmiş kırmızı şeritli saçları görünüyordu.
“Aman Tanrım!” dedi yine, çığlık atmamaya sesini yükseltmemeye çalıştı. Geriye hızla ve nefes nefese döndü. Bu yaralıları Otacı çadırına götürmeliydi. Başka yapacak bir şey aklına gelmiyordu. Heybeleri semerlerden indirip güğümleri sağa sola fırlattı. Semer ağaçlarından urganları çözdü. Urganlar, iki belikli, iki uçluydu, ve yükü semerin iki yanına sarmaya ayarlanmıştı. Önce ilk eşeği yaralıların yanına yaklaştırdı. Heybeleri yanların serdi. Bizans askerinin kılıcını usul usul asıldı. Ama sıkı sıkıya tutunmuştu, alamadı. Öylece bıraktı. Başına bir darbe yemiş, kanıyordu. Omzunda da bir kılıç darbesi vardı. Bu arada kımıldadı. Kımıldayışına aldırmadan sırtüstü heybenin üzerine yatırdı. Yaralı, kendine gelip can havliyle kılıcını göğsüne saplayabilirdi. Hiç de aklına gelmemişti. Urganın ucunu heybenin ve koltuklarının altından geçirip göğsünün üstünde kavuşturarak sıkıca düğüm yaptı. Düğümü sırtının altına kaydırdı. Urganın diğer ucunu asılıp semer ağacına bağladı. Bu sırada Kan-kılıç Ali kendine gelmiş, “Süngüş, Aykız, Nazlıcan aşkına!...” diye çok cılız bir sesle sayıklamaya başlamıştı. O’na da aynı işlemi yapıp diğer eşeğin semerine urganın ucunu bağladı. Durkadın, yaralıları kağnıya koşar gibi bağlar bağlamaz eşeklerin önüne geçti. Çift sürer gibi. Eşekleri asıla asıla, “Deh, cık cık! Deh, cık cık!”larla cılga yoldan yürütmeye başladı. Yaralılar yerde sürünüyordu ama bir müddet buna katlanacaklardı, sal hazırlayacak zaman yoktu. Birkaç çalı ve ardıcı geçmişti ki, tanıdık koku burnunda yoğunlaştı. Genzinde dalgalandı. Bir inilti duyar gibi oldu. Zaten derede çakal çığlıkları çınlıyor, yaralıların iniltilerini bastırıyordu. Az ileride kanlar içinde biri, eli kılıçlı, başı keçe börklü, sırtında sadakla, bir karartı halinde, soluk bir siluet, o da toprağı bir sevgiliye sarılırcasına kucaklıyordu. İnilti ve tanıdık koku oradan gelmişti. Rüyada gibi baktı,
“Bunları otacıya ileteyim, sana da gelirim!” dedi.
Zorlukla, çalılıkların arasındaki cılgalardan sürüye sürüye çadırlarının önüne getiresiye kan ter içinde kalmıştı. Çadırların önü mahşer yeri gibiydi. Geceden haberi olanlar, komşu obalardan, oymaklardan gelenler toplaşmışlar hararetli hararetli anlatıyorlardı. Savaşı duyup vadiye yaklaşarak uzak kayalıklardan ay ışığı altındaki vuruşmayı dehşet içinde seyredenler bile vardı. Durkadın, elinde iki eşeğin yuları, eşeklerin arkasında iki yaralı, biri Türkmen, biri Bizanslı!... Obadakilerin aklı beyinlerini kemirmeye başladığında kaynanası, al yaşmağı başından sıyrılmış, kınalı saçlarını savura savura gelinine bağırıyordu;
“Hay Allah’ın delisi, hadi birini getirdin, gavurun ölüsünü niye getirdin? Bunlar, odumuzu ocağımızı söndürmeye gelenler, askerimizi şehit eden yağının encikleri değil mi? İyi edip yollayalım da senin evdeşini, arslan oğlum Sümmen’imi de vursunlar diye mi getirdin?”
Kaynana, ağzına geleni söylüyordu. Bu sese obanın erkekleri ve kadınları koştular. Yaralılara baktılar. Bir ebe kadın da, gözlerinin çukurundan inceledi,
“Haçlı gavuru iyileşeceğe benzer emme, öteki çok kan kaybetmiş, işi Görkü Tanrı’ya kalmış zar!” dedi: “Otacı çadırına gidesiye yolda kalır!”
Durkadın’ın zihninde şimşekler birbirine girdi. Panikle aklına gelmeyen soru, bir akrep gibi beyninde kuyruk sallamaya başladı. İki eliyle birden karnını bastırdı. Nasıl da düşünmeden davranıp bu ağırlıkları kaldırmış, obaya getirmişti? Sivri bir ok ucu damarlarını yırta yırta gezerken hatırlayıverdi;
“Sümmen’im!...” diye bir çığlık attı.
O, dumanlar ve kokular içinde gördüğü manzara sırasında korku ve panikten aklına gelmemişti. Kokular ve korkular içinden sıyrılıp gelen, genzinde dalgalanan koku! “Bunları otacıya ileteyim, sana da gelirim!” dediği üçüncü son iniltiden!... Her gece, uyumaya çalışırken aklına takılıp kalan, sarılıp okşadığı, dönüp dönüp koklayarak hasretini yumuşattığı, yastığındaki evdeşi Salgurlu Süleyman’ın kokusuydu! Nerelerde vuruşuyordu şimdi? Rüyasındaki, yeleleri alevden al beyaz at!... Kâkülleri kırmızıydı!... Ayna gibi önünde, üzerinde evdeşi!... Kollarını uzatsa tutacak!... İşte O’ydu!... Çılgınca, cinnet getiren atlara benzedi! Çığlık çığlığa, Kûfi derelerine doğru kirişten fırlayan zağlı bir ok oluverdi birden bire! Teleği, çevresi al oyalı, al boncuklu ak yazma! Başında savruldu yeliyle! Uzun örgülü, belikleri kırmızı kurdeleli saçları sırtını döve döve uçtu!
“Sümmen! Sümmen! Sümmen’im!...”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.