- 270 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İLk ÇOCUKLUK ANILARI
İlkokul 1nci sınıfını okuduğum doğum yerim ÖDEMİŞ/Ovakent) 1960-1968 li yıllar. Çocukluğu olmayanın büyüklüğü olmazmış derler. 8 yaşına kadar ne yaşandıysa işte hatırladıklarım;
Ovakent’in girişindeki alandan yukarı uzanan upuzun yolda giderken, sert ve yaman bir yokuştan yukarı tırmandığında, kendini Cumhuriyet Mahallesi’nin meydanında bulursun. Meydanın bir yanında cami, diğer tarafta 2-3 kahvehanelerden sonra, arnavut kaldırımlı dar sokaklar, hanaylı (sofa) tek ve iki katlı bahçeli kireç badanalı rum evleri karşılar seni.
Balkanlar’ın her bir tarafından kopup gelmiş insanların hikaye ve hatıraları ile dolu bu sokaklar, hayatımın ilk yıllarını geçirdiğim bu coğrafyada, ilk anıların tazeliği içinde, hala hafızamda kayıtlıdır.
Cumhuriyet diğer adıyla macır (muhacir) mahallesi. İlk çoçukluğumda tanıdığım, tütünle yatan, tütünle kalkan temiz yüzlü insanlar. 1923 ten sonra yapılan mübadelede buralara nasıl ulaştıklarını tam olarak bilemediğimiz ve onlarla beraber yok olan yazılmamış bir tarih ve günden güne yıkılan cumbalı, hanaylı(sofa), 2 katlı evler. Her sülalenin lakapları ile anıldığı bu macır mahallesinde isin’in hüseyin olduğunu, pelivan ın pehlivan olduğunu, Kese Kahvesinin Kilise Kahvesi olduğunu, Aci İsin Ağaların aslında Hacı Hüseyin Ağalar, Hallaların Halil Ağalar olduğunu sonraki yıllarda öğrenecektim. Dede, nine, tete, buba, aba, aga, amıca ve gızanlar ve mari lerden oluşan geniş aileler.
İnsan hafızası ne kadar geçmişi hatırlar bilemiyorum ama, ilk hatırladığım görüntülerden biri bir eşeğin köfününde(selesinde) Ketendere mevkiindeki tütün tarlasına gitmekti.(5 yaşları herhalde) Benim için Adagide (Ovakent) demek; yere serilen peşkir ve kasnak üzerinde, anne baba ve 4 cocuğun aynı tepsiye kaşık salladığı yer sofralarıdır. Bozdağ’a kar yağmış taranaya bal yağmış diyerek yediğimiz baş yemeğimiz tarana çorbamızdır. Kargısı 25 kuruşa tütün dizilen tütün mağazaları, tütün zehiri simsiyah parmaklarla bir elma gibi yenen yarı acı, yarı tatlı domates, peynirdir. Derenin yanındaki çeşmeden yaz kış akan kaynak suyu, derenin öbür tarafına kimin taşı en uzağa gidecek diye yaptığımız taş atma yarışları, toprak fırınlarda pişen ev ekmekleri, eski zaman radyolarından babamın ajans haberleri, annemin Nevin Akol’undan, Nezahat Bayram’ından şarkılar geçidi, Helvacı Fettah’ın tepsiden kestiği kireç kaymağı gibi yoğurt, ayaklılardan(komşunun lakabı) alınan, güğümden dökülen keçi sütüdür. İzmir’den gelen çengileri görmek için düğün evinin önünde toplanan gençlerin meraklı bakışları, düğünlerde keşkek, zerde, pilav ve üzerinde bir parmak yağ olan çorba ve nohutlu et yemekleridir. Malzemesi; zaman zaman kara sinek mücadelesinde de kullanığımız don lastiği ve pazen kumaş olan, singer dikiş makinalarında dikilmiş, ev imalatı çizgili pijamalar ve ilk giyilişi bayram sabahına saklanan, arife gecesi onunla yatılan ayakkabımız, kışın ayağa giyilen meslastik, gencer’de (bayramdan sonraki ilk cuma kurulan panayır.) elle çevrilen, 2 tur daha fazla dönmek için cabası, cabası diye bağırdımız dönme dolaplar, bayram paraları ile alınan horoz şekeri, leblebi tozu, yuvarlak bir telin her iki ucuna takılan mantarların çıkardığı patlama sesleri. İçi boş kısa kargı sopası, renkli tüy ve balondan oluşan her tarafta be-be-be diye bağıran müzik aletimiz. Birde bayramlarda tıklım tıklım dolan Adagide sinemasıdır.
Seyye Ninem benim. Kapı önlerinde oturarak geçen bir hayat. Gaz lambası, mangal ateşi, çay ile, televizyonsuz, radyosuz geçen uzun sessiz kış geceleri. Her gün mutlaka bir diş çiğ sarımsak yiyen, bir rivayete göre 100, bir rivayete göre 105 yaşında ölen 100 yıllık yalnızlık. Kore harbine katılan fakat döndükten sonra elim bir hastalık sonucu genç yaşta İzmir hastanelerinde ölen, mezarını bile bilmediğimiz dayımızı anlatırken gözlerinden akan yaşlar.
İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında Adagide’den Denizli/Buldan’a daha henüz 13 yaşlarında bir çocuk iken, eşekle buğday almaya gitmek nasıl bir şeydir. Babam bunları 40 yıl anlattı bize. Sahi babam bizim başımızı hiç okşadımı hatırlamıyorum. Eskiler öylemiydi hep. Akşam olup ta peşkir, kasnak ve siniden oluşan yer sofraları kurulunca yolunu gözlediğimiz. Yorgun bedeni ile kapıdan içeri girdiğinde ekmek teknemizi sevinçle karşılardık.
Adagide Cumhuriyet Mahallesi’ni
yok oluşa götüren süreç sanırım 60 li yıllarda başladı ve günümüzde de hala devam ediyor. Ziraatin kurtuluş olmadığını gören aileler, çoğunluk Ödemiş olmak üzere çeşitli yerlere dağıldılar. O eski evlerde korunamadı. Göçler nedeniyle bugün eski çocukluğumun canlı Adagide pazarından da eser kalmadı. Dedem (annemin babası) pazarcı idi. Torbalı/Tepeköy, Kiraz, Ödemiş, Beydağ pazarlarını dolaşır, meyve, sebze satardı. Pazar günleri Adagide pazarı idi. Pazarları iple çekerdim dedeme yardım etmek için.
Evler dört duvar bir pencere ve badanadan ibaretti. Çivit mavisi boyanırdı evlerin dışı. Toz çivit mavisi nalburlarda çok satanlardandı. Tuvaletler bahçede olur. Yazın kara sineklerin, kertenkelelerin, el yalayıcılarının mekanı, kışın ise soğuktan hani bir tarafın donar dedikleri türden olurlardı. Tahta oturaktan ibaret küçücük banyo odalarında, annemizin haftada bir odun ateşinde ısıttığı fakat sıcaklığı bir türlü ayarlanamamış bir kova suyu, ev yapımı zeytinyağlı sabunla köpürtülmüş başımaza, maşrapa ile dökmesi ve şevkatli ellerinin sırtımızı ovması ile son bulan, gözümüze kaçan sabunla beraber itirazlarla ve sızlanmalarla geçen yıkanma süreci. Büyük ninem evimizin yanında tetemle(ninemin kızkardeşi) ve bir kaç tavuğu ile beraber otururdu. Tavuklar yumurtlayınca gıtgıtgıdak sesleri ile bağırışırlar, büyük ninem sıcak yumurtaları duvar deliğinden bize verirdi. Midemiz ağrıdığında zeytinyağı içtiğimiz, oramızda buramızda çıkan çıbanlar için közlenmiş soğan, karnımız ağrıdığında ayağımıza tuğla koyduğumuz yıllardı. Yalınayak, başı kabak dolaşırdık ortalıkta. Her Allahın günü ayağımıza diken batardı. Sonrada toplu iğne ile çıkartmak için uğraşır dururduk. Derilerimiz su toplardı, çıbanlarımız irin. Olgunlaşmasını beklemeden iğneyle delerdik sabırsızca, mikrop kapan yaralarımız bir türlü kapanmazdı. Terli terli koşuşturmaların sonunda, suyu bardaktan değil, agzımızı musluğa dayayıp kana kana bahçedeki çeşme musluğundan içerdik.
Biz o zamanlar incire incir demezdik. Yemiş veya lap derdik. İncirin incir gibi olması için erkek kozalakları ipe dizip incir ağaçlarının yüksek dallarına fırlatırdık. Yemiş ağaçlarının uzanamadığımız dallarındaki olgunlaşmış yemişleri, uzun bir sopa ile dürterek düşürmenin zevkini yaşardık. Adagide’nin yukarılarında ki Ziygan Kaya’dan Everest Tepesi’ne çıkmış gibi bahsederdi büyük abilerimiz. Oralara çıkmak nasip olmadı. Çocuklar için, dini bayramlar ayrı bir coşkuydu. Kapı kapı gezip para toplardık. Para verenler ile şeker verenler hemen duyulurdu çocuklar arasında.
Çocukluğumdan kalan bir çok simayı unuttum. Fakat unutmadığım simalar var. 6-7 yaşlarında olmalıydım. Adagide’de Alan’da babamın elinden tutmuş giderken, koşarak gelip bozuk para ve sigara isteyen Nazım, yıllar sonra bu masumiyeti bekleyen trajik son. Bir yangın sonucu yitirdiğimiz sevgili Nazım ın yüzü hep gözümün önüne gelir.
Karpuz bile ayrı bir kültürdü. Karpuzun kaşımasını yemezsek karpuz yememiş sayılacağımızı o zamanlar öğrendik. Karpuz kabuğunu elimiz ile kuzulara yedirmek çocuksu bir mutluluktu. Güneşte kurutulmuş, kavrulmuş karpuz çekirdeğinin tadını kim unutabilir.(şimdiki karpuz çekirdekleri yenmiyor sanırım.) Karpuz kabuğundan gemiler değil, fakat kayıklar yapardık. Hele kobak dediğimiz mısır koçanları, kelbaş henüz karnıbahar sınıfına terfi etmemişti.
Şu an eski tadında olmadığını bildiğim bahçe aralarını az da olsa yaşamışlığım vardır; Tarlası olan aileler, okulların kapanması ile beraber tarlaya göçerlerdi. Kimisi tarla kenarındaki taş evlerde, büyük bölümü de çardaklarda yazı geçirirlerdi. Çardaklar tahtadan olup, yaklaşık yerden bir metre yüksekte (hayvan haşat gelmesin diye.)yapılırdı. Üzümler, incirler, karpuz, kavun, acur, salatalıklar, domatesler, fasulye ve bamyaları hasat etmeden gelmezlerdi. Hatta ayvaları narları bekleyenler vardı. Hüseyin Dedem’in Küçük Menderes’in Azmak denilen mevkisinde bostan tarlası vardı. Kavun, karpuz ekerdi. Yaz aylarında bir süre kaldım oralarda. Kadınlar bahçeden bahçeye birbirlerine gezmeye giderlerdi. Akşam üstleri güneş batmaya yüz tutarken toprak sulanır, gündüzün sıcaklığı biraz olsun çekilir, hafif bir rüzgarla beraber yenen akşam yemeklerinin tadı unutulmaz, dalından yeni koparılmış patlıcan ve biberlerin kızarırken yaydığı kokular dayanılmazdı. Tam olgunlaşma mevsiminde İncir ağaçları altın sarısı gibi olurdu. Birde benim favorim olan “güz yemişi” dediğimiz içi kıpkırmızı olan bir incir vardı ki başka şehirlerde bulamadım yıllardır. Ovada çok incir ağacı vardı o zamanlar. Zamanla incir ağaçları köklendi(söküldü) ve patates üretimine geçildi. (şimdilerde besicilik ve süt hayvancılığı revaçta sanırım.) Her bahçede kuyu ve tulumba vardı. Tulumbadan su çekmek ayrı bir mutluluk kaynağı idi. Yaz gecelerinde gökyüzü tarlalardan sanki daha bir başka görünürdü. Yıldız seçerdik gökyüzünden o senin bu benim diye. Arada kayan yıldızları yakalayıp dilek tutar, hayallere dalardık. Geceleri ağustos böceklerinin yerini çekirgeler alır. Düzenli bir ritm ile gece boyunca öterler, Köpek havlamaları altında yorgun bedenler, hemen uykuya dalardı. Peksimet, ev ekmeği, pekmez, gün balı, kuru incir, pestil her ailenin sıradan yiyecekleriydi. “Buruk” diye tabir edilen akşamüstleri ağaçlardan düşen kurumaya yüz tutmuş incirler, tekrar güneşte kurumaya bırakılır ve kışa hazırlanırdı.
Alan, Ayşeoba ve Camikebir diye adlandırılan yerli mahalleleri vardı yerler. Küçük olduğumdan oralara gidemedim ama O yıllarda macırlar ile yerliler arasında mesafeli bir ilişki olduğunu hissederdim. Sonraki yıllarda kız-oğlan alıp vermeler ile uzak mesafeler aşıldı sanırım.
Üzerinde çifte kilitlerin olduğu Çelik kapılarımız yoktu evlerimizin. Her dış kapının önünde kapıyı açan bir ip vardı. İpi çekince içerden mandalı açan basit bir mekanizma. Gündüzleri çat kapı açılan, fakat geceleri ucu çatal kalın bir meşe sopası 45 derecelik açı ile bir ucu toprağa, bir ucu kapıya arkadan dayaklanan kapılarımız vardı.
Azatlama eşek derdik sahipsiz boşta gezen eşeklere, O günlerde ne çoklardı onlar, günün her saati senfoni gibi bir eşek anırma sesi duyardık. Bu günlerde epey azaldılar ki eşek ithaline başlandığı günlerdeyiz artık.
Buğdayların öğütülerek bulgur yapıldığını değirmen taşları vardı. Üst üste konmuş, ortası delik iki yuvarlak taşın arasına konan buğday tanelerinin öğütülüşü, kabukların parçalarından ayrılması için kürekle eleğin üzerine doğru savruluşu ve rüzgarında yardımıyla havada uçuşan kabukları izlerdik. Taneler eleğin altında toplanırdı. Tarladaki başaktan, dibek taşına, oradan bulgur olmaya giden bir süreç yaşanırdı. Vedat Türkali’nin “Bir gün tek başına” adlı romanında okumuştum.“Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, arasına bir şey koymazsan, kendi kendini öğütür, bitirir” demiş. Bu sözü ne zaman hatırlasam, Adagide’deki değirmen taşları gelir gözümün önüne.
1960’lı yıllarda Ödemiş cıvarında özellikle Adagide’de tütüncülük çok revaçtaydı. Ziraat ve tarım işiyle uğraşanlara rençber denirdi. Zamanla çiftçi kelimesi kullanılmaya başladı. Birçok aile tütün ekerdi. Tütüncülük zor ve zahmetli bir iştir. Çok hazırlık gerektirir. Ketendere mevkiindeki tarlamıza tütün ekmişti babam o yıllarda. Akşamdan hazırlanan yemeklerle her gün eşekle sabahın erken saatlerde, tütün tarlasına giderdik. Baş yemeğimiz ayran doğraması idi. Ekmek parçalarının ayranın içine doğranması ile elde edilen bu yemek türü, aslında hiçbir zaman yemek sınıfına girmedi. Nedense o günün yoğurtları daha güzeldi herhalde hala tadı damağımdadır. Testiden içerdik suları buzdolabından çıkmış gibi. Büyükler tarlada tütünle uğraşırken çocuklar ağaç altında oynaşırlardı.
Tütün yaprakları gece toplanırdı. Buna tütün kırma denirdi. selelere doldurulur ve sabaha karşı köye getirilirdi. Lüküs ışıkları altında toplanan tütünler büyük bölümü tütün mağazalarında gündüz vakti önce 30-40 santimlik iğnelere dizilir. Sonra bir ip vasıtasıyla kargılara sıyrılarak güneşte kurutulmaya bırakılırdı. Mahallenin özellikle kadınları bu mağazalarda onlarca sele tütün yaprağını iğnelere dizerdi. O mağazalardan hatırladığım, yanık sesli bir adamın “kekliği düz ovada avlar” şarkısını söyleyişi hala kulaklarımda tatlı bir nağmedir. Kargısı 25 kuruşa tütün dizdiğimi hatırlıyorum o zamanlar. Kurutulan tütün yaprakları balya haline getirilir ve satış için Tekel in muayene safhası başlardı. Başlangıcından satışına kadar yaklaşık 15 aylık bir süreç. Daha satış yapılıp parası alınmadan yeniden ekim için fideler ekilmeye başlardı. Herkes merakla tekelin vereceği fiyatı bekler. Sokaklar tütün balyaları ile dolar, tütün experleri gelip balyaların arasından bir öbek tütünü çıkarıp örnekleme muayene ederlerdi. Bu acı tütünde kurtlanma olurdu. Experler bunu anlar. Tütüne biçilen fiyat da düşerdi.(Acaba süreç böylemiydi yoksa fiyat belirleme tüccar ve tekelin politikaları sonucumu belirleniyordu.) Sonuç hep hayal kırıklığı olurdu. Tütünden elde edilen para ile zengin olan yok sanırım. Sonraki yıllarda tütün ekim alanları hükümet politikaları gereği ve çok uluslu şirketlerin dayatması sonucu ülke çapında iyice daraltıldı. 80 yıllarda da Ödemiş ovasında yok oldu gitti.
Tütün tarlalarında ve bahçelerde gazyağı ile çalışan lamba, fener, gazocağı ve lüküs kullanılırdı. Gaz ocağı ve lüküs leri yakmak ayrı bir sorun olurdu. Bunları yakmak tam bir ustalık ve uzmanlık işiydi. Bütün ova yaz geceleri tütün kırardı. Her tarlada yanan lüküsleri bir de yukarılardan görmek isterdim. Gece aynı anda yanan lüküslerin ovayı nasıl aydınlattığını tahmin edebiliyorum. İlk okul birinci sınıfın ödevlerini kandilin ışığında ve gaz lambası altında yaptığımı hatırlıyorum.
Mangalın bugün piknik malzemesi olduğuna bakmayın o günlerde ısınma aracı idi. Mangal külünden neler olmazdı ki çayından, kahvesine, patates közlemeden, mısır közlemeye kadar. Hatta kalburabastı tatlısının içine kül karıştırıldığı söylenir.
Her ne zaman bazı ailelerin parasal yönden sıçrama yaptığı görülse, bir küp altın buldukları söylenirdi. Gerçekte Rumlar, cumhuriyet mahallesini terkederken birgün döneriz umuduyla altın gömmüşler miydi acaba? Bu da altın arayıcaları için araştırma konusuydu.
Bazı evlerde de şömine benzeri ocaklar vardı. Oyuncağımız olmadığı için ocağın başında kendir yakmayı, ateşle oynamayı çok severdim. Kendir tohumu, yemiş(incir), pestil başlıca kış yiyeceklerimizdi. Fakat iki büsküvi arasına konan lokumları yemek apayrı bir keyif idi. Çayımızıda mutlaka büsküvi batırır yerdik. Büsküvinin de bir kısmı bardağın içine düşer, çay çay olmaktan çıkardı. Birde içine toz şeker karıştırılış leblebi tozunu yemek ve de onu karşımızdakine püskürtmek çocuksu bir mutluluktu. Ekmeğin üzerine sarelle değil salça sürerdik. Vita yağıda sürmüşlüğümüz vardır. Koca tenekelerle boy gösteren vita yağları gres yağını andırır yapısı ile yine de bize tatlı gelir ve o tenekelerin boşlarıda çiçek saksısı olarak kullanılırdı.
Ovakent pazarının hemen yanında 2 tane kasap dükkanı vardı. Dedem mutlaka sabahtan erkeç etini ayıtırdı. Zaten öğleden sonra et kalmazdı. Keçilerin diğer adıdır erkeç. Bugün her ne kadar erkeç adı unutulduysa da benim hafızama kazınmış işte henüz 6-7 yaşlarında
Ovakent’in en önemli mevki karadut altı’ ndan bahsetmeden geçemiyeceğim. Sanırım 1666-67 yıllarıydı. Burada bir kamyonun çarpması sonucu bir kadın ve çocuğunun ölümü uzun yıllar tazeliğini yitirmeden anlatılagelmiştir. Burası aynı zamanda yol tariflerinde sıkça kullanılır.
Doğayla iç içeydik o zamanlar ayaklarımız akşam olup eve döndüğümüzde simsiyah olurdu. Her evin bahçesinde çeşme ve yalağında ayaklarımız yıkanmadan eve giremezdik. Börtü böceklerle beraber yaşardık gece gündüz. Toprağı kazsan solucanlar ortaya çıkar. Kazara birkaç parçaya bölünen solucanların her bir parçası kıpır kıpır oynar biz de onları seyrederdik. Çekirgelerde dostumuzdu. O zamanlar bugünkü gibi her haşarata karşı ayrı ilaç yoktu. DDT den başka böcek ilacı bilmezdik. Haşarattan çok, zehirli ilaç olan DDT den korkardık. Pirelerden kaçış yoktu. Her an bir yerlerimizde pireler uçuşurdu. Farelerle köşe kapmaca oynardık. Sedirlerin altından bir o köşeye bir köşeye kaçışırlarda. Fare kelimesi ile beraber tüm aile sedirlerin üzerine çikardı. Onu saklandığı köşeden bulup öldürmek babaya düşerdi. Fare kapanları vardı. Dikdörtken şeklinde içerisinde tele takılan peynir ve açık bırakılan kapaktan giren farenin teli oynatması ile kapanan kapanlarımız vardı.
Büyüklerimizin gazyağı çekmede yaptığını uygulamayı bir kovaya su doldurup kısa bir hotumla su çeker diğer kovaya boşaltırdım. Doğa bizim için laboratuvar gibiydi. Taşı taşla çarpıştırıp, çıkan kıvılcımlardan ateş yakmaya çalışır. Yakamaz ve bakkaldan çıtır (kibrit) alırdık. Bahar geldiğinde kırmızı gelincik yapraklarını bir şişenin içine doldurur su ilave ederek bir süre çubukla ezerek karıştırır, süzme işleminden sonra şeker ilave ederek şerbet yapardım. Aklımda öyle kalmış gelinciğe biz nünük derdik. Bu isim sanırım mübadele ile gelen bir isim.
Ağaçların cinslerini, hangi bitkilerin, otların yenip yenmiyeceğini öğrendiğimiz o tepelerde bayırlarda yüzlerce şeyi yaşayarak öğrendik. Karnımız açıklığında deve dikenin gövdesini soyup yemeyi, ekşimtırak bi tadı olan “eşimcik” denen otu hendeklerde bulup yemeyi de öğrendiğimiz dağlar, bayırlar, kurbağaların kuş seslerine karıştığı dereler.
Atak (bilye,meşe) oyunu ile ilk Adagide nin toprak sokaklarında tanıştım. Bu oyun dönemin erkek çocuklarının en popüler oyunlarından olacaktı.
Buzdolabı yerine duvara asılı büyük bir küp şeklinde tel dolabımız vardı. Kıyma alındaktan sonra bozulmasın diye annem onu kavurur. Tel dolaba koyar birkaç gün orda muhafaza edilirdi.
Seyye ninemin bahçesinin etrafı çalılarla çevriliydi. Çalıları sıklaştırmak ve toprak fırın ve odun ocağı için dağların yamaçlarına çalı toplamaya giderdik. Ninemin tağarası vardı.(Ucu hafif kıvrık bıçaktan epey büyük, demirden yapılmış satır benzeri bir şey.) Çalıları tağara ile keserek, iki öbek çalı hazırlayan ninem küçük olanı benim sırtıma yükler. Büyük olanıda kendisi sırtlar dönüşe geçerdik. Bir defasında patika içine çöreklenmiş yılan görünce çalı toplamadan geri döndük.
Kireç badanalı bahçeli evler akşamüstleri sulanır, çalı süpergesi ile toprağın kabası alınır, odun ateşinde pişmiş yemek kokularının dayanılmaz hafifliği içinde, yorgun düşmüş bedenler yemek öncesi, eski zaman radyolarından ajans haberlerini dinlerdi.
1960 yılların ikinci yarısında Almanya furyası başlamıştı. komşumuz Hallağaların Orhan abi, Almanya’dan cadillac ile köye izinli gelince uzay aracı görmüş gibi arabanın etrafında tavaf ettiğimizi hatırlarım.
Mahallenin benden birkaç yaş büyük fırlama çocukları vardı. Hani derler ya Orhan Kemal’in romanlarından fırlamış gelmiş. İşte Köfte lakaplı Hüseyin (sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.) tam buna uyuyordu. Kafasında delik olmayan çocuk yoktu sanırım. Kavgalar genelde taş atmayla sonuçlanır, kafalarda saç kıran gibi iz bırakırdı taş yaraları. Küfürbaz çocukların ağızlarına biberler sürüleceği söylenir, yudumumuzu yemezsek köpeklerin ısıracağına inanırdık.
Helvacı Fettah’tan yoğurt almış dönüyordum. Cumhuriyet mahallesi meydanından geçerken kahve önünde oturanlardan biri “Kasenin altında para var” demesi üzerine taşıdığım kasenin altına bakacağım derken yoğurdu dökmüştüm. Bir daha böyle kandırmalara karşı “senin annen güzel mi?” der geçerdik. Fettahın helvalarını sıcak ekmekle yemek unutulmaz tatlar arasındaydı.
Haftada bir çamaşır kazanları kurulur, çamaşırlar odun ateşinde kaynatılır sonra elde çitilenirdi. İlk makinelerden olan merdaneliler bile henüz ufukta yoktu. Bazı kadınlarda bu işlemi dere kenarlarında yaparlardı.
Sünnetimiz dair hatırladıklarım ortanca ağbimin sünnet öncesinde kaçtığı uzun aramalardan sonra bulunup getirildiği ve sünnet sonrasında 3 kardeşinde geniş bir yatakta yana yana dizilip yatırılması idi. Bir de ameliyat gömleğine benzer sünnet gömleğimiz vardı. Bu günkü ameliyat gömleğinin beyazı. Sünnetten sonra sargılar içinde geçen zor günler. Gömleğe sürten pipiye sarılı sargılar ve müthiş bir acı. Bu yüzden iki parmağımızı mandal gibi tutarak gömleği öne doğru çekiştirerek yürüdük bir hafta boyunca.
Doktor ve eczanenin olmadığı o günkü şartlarda birçok ailenin en azından bir çocuk kaybı vardı. Hastalığı ağır seyredenler yataklarında ölümü beklerlerdi. Neden öldüğü anlaşılamıyanlar için ince hastalıktan gitti denirdi. Ölüler, evlerin bahçesinde hazırlanan dikdörtken perde içinde yıkanır. Ölü ölmüş derdik, yangın yanmış dediğimiz gibi. O günlerin başlıca ilacı penisilin iğnesi idi. Rahmetli İgneci Hasan abi vardı bildiğim. (Sonraki yıllarda iğneci Hasan abi’ nin oğlu Cemal Soğukpınar ile askeri yatılı okul arkadaşlığı yapacaktım.) Değişik boyutlardaki iğneleri bir ispirto ocağında kaynatır. Toz halindeki şişede duran penisilini sıvı ile karıştırıp kaynayan iğne uçlarından birini seçip iğne yapar. Bu manzarayı seyretmek bile ürkütücü olurdu bizim için.
Küçük menderes ovasında, Aydın dağlarının kuzey yamaçlarına kurulan Adagide sokaklarında, susuz toprakları sulamak için, köyü bir baştan bir başa kateden sulama suları bırakılır o sular yukardan aşağı doğru inen sokak boyunca akar ve köyün eteklerine ulaşırdı.
Adagide–Ödemiş arasında Küçük Menderes nehri üzerinde kemerli bir köprü vardı Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bu köprüden tek araba ancak geçerdi hatırladığım kadarı ile. O çocukluk merakı içinde o köprünün gelişini beklerdim. Çok yağmurlar yağdığında sular yükselir. Minübüsten sular altındaki tarlaları seyrederek köprüyü geçerdik. Köprüden sonra Erkekli mevki gelirdi. Bir bakkal ve kasap dükkanı ve bir yol kahvehanesinden oluşan Erkekli mevki yöre çiftçilerinin uğrak noktası idi. Eti, Erkekli den almak bir ayrıcalıktı. Yıllar sonra köprü yıkılıp yerine yenisi yapıldığında o köprüden geçmenin bir heyecanı kalmamıştı artık.
İlkokul 1nci sınıfa başladığımda Adagide’yi bir baştan bir başa kat ederek Cumhuriyet Mahallesi’nden Alan’a kadar gidip gelmeye başladım. Köyün sokaklarında yürümek çoğu zaman eğlenceli idi. Okul dönüşü daha yavaş olur, sallana sallana evin yolunu tutardım. ADAGİDE Pazar yeri başlangıcından yukarıya bir yokuş vardır ki yokuşun bitimi Cumhuriyet mahallesidir artık. Dik yokuşu tırmanan şöyle bir nefeslenir. Dik yokuşun başında bir dede vardı. Okul dönüşü biz küçük yaramazlar dede’ye çatar, dede de bizi elindeki bastonla “Yunan dölleri, Bulgar dölleri diye kovalardı.” Bizi de gülüşerek kaçışırdık. Okumayı sökenlere kırmızı kurdele takarlardı. Sevinç öğretmenimi çok sevmiştim. Ama ilkokul ikinci sınıftan itibaren Ödemiş İstiklal İlkokulunda devam edecektim.
Nüfus sayımı için kapısına gelen bir nüfus memurunun “Bu evde kimler oturuyor” sorusu karşısında macır ninenin, evde yaşayan insanları tarifine bakarmısınız. "İSİN(Hüseyin) ile İSMET, CARTLAK MEMET, MAMIT(MAHMUT) KOÇ’UN FATMESİ, HECELE HECELE YAZ ORA, KAPA KAPIYI GE BURA” deyip nüfüs memuru ile yaptığı diyalog hala o günlerden kalan ağızdan ağıza aktarılan mani gibidir.
Bir insanın hayatının ilk yıllarını nerede geçirdiyse geçirsin yaşadıklarını, iyi kötü anılarını, hayallerini, yüreğinden, beyninden söküp atmak mümkün değildir. Büyüdüğümüz yerlerde yokluklar, imkansızlıklar olsada hep sevgiyle hatırlanacaktır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.