- 220 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Öyle Bir Numara Seç ki
Bizim şehir küçük bir şehir; ekonomisi kırılgan mı kırılgan... İlk üniversite kurulunca herkes sevinmişti. Şimdi de sürüyor o sevinç; çünkü esnaf, çocuklarını şehir dışına göndermeden üniversite okutabiliyor. Hem hazır işgücü de oldular bu öğrenciler... Yarı-zamanlı görüntüsünde çalışıp tam-zamanlı gibi efor harcayan bu çocuklara her mahallede rastlıyoruz artık. Kasapta çıraklık yapan bilgisayar mühendisliği öğrencisi bile var. Bahsedeceğim genç ise başka... O, felsefe öğrencisi; ama cep telefoncusunda çalışıyor. Kontür doldurmaya gittiğimde üç-beş laf ederiz. “Bari kahvede çalışsaydın; orada da halk felsefesi yapılıyor” diye takılırdım arada. Geçende yine gittim Savaş’a, kontür doldurmaya. Baktım tezgahın altında kitap okuyor. Hegel’miş. Solculuktan aklımdan kalan birkaç klişe lafla sanki anlıyormuşum gibi yaptım, ama galiba ‘gibi’ yaptığımı anladı. Güldü, birşey demedi.
Bu kez kontür doldurmayacaktım. Yeni bir sim kart alacaktım. Akıllı telefonumun kimi zamanlar akılsızlaştığı oluyordu ya da “içkiyi fazla kaçırdığı” demeli belki de... Saati kuruyordum sabah altıya; sonra bir kalkıyordum ki alarm çalmamış. Neyse, en son geçende arkadaş beni idare etmiş de, bizim duvar yüzlü müdürden paparayı yememişim. Bakmış ki gecikmişim, bilgisayarımı açmış, masamı biraz dağıtmış ki gelmişim de lavaboya gitmişim gibi görünsün. İyi yapmış. İnsanın bir-iki tane de olsa doğru düzgün çalışma arkadaşları olmasa, o karton kutu görünümünde ofisler nasıl çekilir olurdu yahu... Her neyse, işte onun telefonuyla uyandım. İşe koştum, akşam eve dönünce yıllar önce dolabın ücra bir köşesine adeta fırlattığım cep telefonumu buldum. Yıllanmış şarap gibi geldi akıllı telefonun çalmayan alarmından sonra meret. “Oh” dedim, “iyi ki atmamışım eski telefonu. Yalnızca arama, hesap makinesi, ilkel bir yılan oyunu, bir de alarmı var. Hah işte alarmı var.” Ama simsiz çalışmıyor. Onun için gitmiştim işte Savaş’a bu kez. “Bu telefona simkart takayım da alarm olarak kullanayım” diye. “Hem dışarıda akıllı telefonun şarjı falan biterse bunu kullanırım” düşüncesi de vardı.
- Tamam. Hangi numara olsun? Uzun mu uzun bir numara listemiz var.
Cep telefonundan listeyi gösterdi. Bakıyorum bakıyorum karar veremiyorum. Bir sürü güzel numara var, aynı rakamdan bolca olan ya da öylece bir bütünlük oluşturan numaralar var. Hangisi daha uygun? Seçmek çok zor. Savaş’a önerisini sordum.
- Geçende Hegel muhabbeti yapıyorduk ya, şimdi ufak çaplı bir bilmece olsun: Herhangi bir savaşın ya da acı haberin yıldönümü olmayan bir gün olsun. Misal, 4 Eylül, 0409 oluyor. Yani 053 0409 2015 ya da hangi şirketten istersen. Yıl da farketmez ama bence yakın tarihler daha kolay akılda kalır. Hatta dur, daha da eğlenceli yapalım olayı. Herhangi bir savaşın ya da acı haberin yıldönümü olmayan bir gün bulursan, o hattı sana bedava vereceğim. Kendi cebimden ödeyeceğim.
- E var mıdır sence öyle bir gün? Her güne bir dert düşüyor. 0409 dedin, Turan Dursun’un öldürülüşünün yıldönümü.
- Ya varsa öyle bir gün?
- Parasında değilim. Zaten simkartı mutlaka almak zorundayım. Ben böyle bir gün bulursam, sen bana hattı bedavaya verme, sahilde çay ısmarla. Bulamazsam ben sana çay ısmarlayayım.
- Oldu.
- Tamam şimdi evde takvimlere bakıyorum, var mı diye öyle bir gün.
- Oldu.
Eve gittim, eğlenceli geldi bana. Var mıydı öyle bir gün? Başladım yılın ilk gününden. 1 Ocak olmaz. Tamam Küba Devrimi’nin yıldönümü ama İskenderiye’deki ölümleri, Hindistan’daki uçak kazasını, Tayland’daki yangını da hesaba katmalı. 2 Ocak da olmaz. Hakkari’de çığ, Almanya’da çöken çatının altında kalanlar... 3 Ocak’ta Erzurum Depremi, Diyarbakır’da çöken apartman, Mısır’da uçak kazası... Ocak, hayırsız bir ay herhalde, geçelim. Şubat’a bakalım: Ayın birinde Filipinlerde yanardağ patlaması, Bolu-Gerede Depremi, Ankara’da uçak kazası, Güney Vietnam polis şefinin sokak ortasında halktan bir Vietnamlı’yı öldürmesi... Böyle böyle birçok güne baktım boşu boşuna... Takvimler tümüyle uğursuz. Umudumu kestim. “Belki” dedim, “29 Şubat olabilir; kötü haberlerin gelme olasılığı dörtte bir oranında daha düşük.” Fakat bir baktım takvime, depremlerden uçak kazalarından geçilmiyor... Savaş’a uğradım tekrar.
- Savaş, öyle bir tarih yok. Ben sana çay ısmarlayacağım. Ya da istemezsen, benim de sana bir koşulum var.
- Nedir?
- Bana herhangi bir barışın (ateşkesler dahil) ya da iyi haberin olmadığı bir gün bul, ben de sana pazar sabahı sahilde serpme kahvaltı ısmarlayayım... Sana yarım saat süre.
- Var mıdır?
- Ben bilemem, bul işte. Dükkanı kapatmadan bul ki şu simkartı alayım. Yarın sabaha lazım.
- Tamam.
Dükkan kapanmaya yakın, gittim tekrar Savaş’a. Bulamamış elbette. Nasıl bulunabilirdi ki... Savaş da barış da hayatın gerçeği... İyi haberler de öyle, kötü haberler de... “Enseyi karartmaya gerek yok” dedim Savaş’a; “ama Barış’ın erkek ismi olduğu bir ülkeye barışın gelmesi zor olacak sanki. Kadınsız barış, olanaksız... Zaten çocuklara ‘Savaş’ adı verilmesi de manidar.” Çay doldururken, “bu muhabbetler cep telefonu dükkanına fazla ağır kaçtı, tavan çökmesin, dikkat” dedi, güldük. “Ver” dedim sonunda, “doğum günü tarihimi ver. En kolay akılda kalan o, benim açımdan. Arkadaşlarımın da bir zahmet aklında kalsın doğum günüm...”
****
Bir sonraki gün, “saat altı; uyanma zamanı” sesiyle uyandım. Eskiden akıllı telefondan alarm niyetine çaldığım tüm o marşlar, bandolar, cazlar, valslar, hepsi eridi küçüldü bir hiç oldu. İhtiyacım olan, çok daha basitmiş: “saat altı; uyanma zamanı” diyen bir ses kaydı. Hepsi bu. Bir kadın sesi olmalı elbette. Akıllı telefonlarla herşeyi karmaşıklaştırırken, basit ihtiyaçlarımızı unutabiliyormuşuz. Bunu anladım. İşe giderken, Savaş’la sohbetimizi düşündüm. Ve müdürün sesi çınladı kulaklarımda:
- Oooo Hamdi Bey, iş dışında ilk kez karşılaşıyoruz. Bugün erkencisiniz galiba. Hep benden sonra gelirdiniz işe. Hayırdır? Birşey mi oldu?
Müdüre fısıldadım:
- Sır tutabilirseniz söylerim.
- Tutarım. Ne sırlar tutuyorum bir bilseniz. Yo, bilmeyin. Müdürlük dert küplüğü adeta. Dinliyorum.
- Tamam. Artık evde bir hanım var. Sabahları “haydi Hamdi Bey saat altı; uyanma zamanı” diye uyandırıyor beni.
- Ütü de yapsa fena olmaz, gömleğiniz kırışık oluyor bazen.
- Yok, ütü yapmıyor. Yalnızca beni uyandırsın diye tuttum onu.
- Nasıl yani?
- Özel hayata girer müdürüm. Bu kadar. Daha fazla anlatmak istemiyorum...
- Tamam. Zaten ofise de vardık...
4 Eylül 2015
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.