- 807 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
ÇOCUKLUĞUMUZUN OYUNLARI VE OYUNCAKLARI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Oyun, klişe bir ifade ile çocukluğumuzun olmazsa olmazıydı. Âdeta hayatın ayrılmaz parçasıydı. Hatta aynen borsa ya da emtia fiyatları gibi inip çıkan bir değer değişkenliği vardı bu oyunların. Dolayısıyla bir oyun haftalar boyu devam ederken, birdenbire ona olan rağbet bitiverir, nereden geldiği belli olmayan yepyeni bir oyun çıkıverirdi ortaya. Deyim yerinde ise, sanki gizli bir el tarafından trendi birden yükseltiliveren bir moda gibiydi bu oyunlar. Dahası oyunlara olan tutku, dönüşümlü ve dönem dönemdi.
En eski oyunlarımızı, en küçük yaşlarda, en sade ve en doğal aparatlarla oynamıştık. Bunlar, o çocukluk yıllarımızın ifadesiyle “atçılık” ve “arabacılık” dediğimiz oyunlardı. Atçılık, hemen herkesçe malum olduğu üzere, yaklaşık bir metre uzunluğundaki bir ağaç dalını, iki bacağımızın arasına alıp sanki altımızda hızla giden bir at varmış gibi koşturmamızdan ibaretti. Arabacılık ise, özellikle naylon arabalarımızın olmadığı günlerde, tarlada bahçede bulduğumuz uzun bir taşla, bir kamyon veya otobüsmüş gibi, kâh vınlaya vınlaya, kâh “bibiib” diyerek kornalar öttüre öttüre oynadığımız oyunlardı.
Bilindik oyun ve oyuncaklarımızdan diğer birkaçı da “kıvırma” dediğimiz basit, kuyruklu bir uçurtma ile kâğıt uçaklardı. Bunun yanında yine kâğıttan ya da karpuz kabuğundan yaptığımız gemiler, sandal veya sallarımız vardı. Önceleri, bu kâğıt oyuncakları gereği gibi güzel ve dengeli yapamazdık. Daha çok babama veya iyi bilen arkadaşlarımıza yaptırır, biz de dikkatle izlerdik. Sonraları iyice öğrenmiş, âdeta her birinin ustası olmuştuk. Kıvırma denilen basit uçurtmayı havalandırmak için genellikle evimizin arka tarafında yer alan ve biraz daha yüksek bir konumda bulanan Kondelli harmanına çıkardık. Ama kâğıt uçakla oynamak hem daha kolay hem daha eğlenceliydi. Evimizin üst katındaki merdivenin başından bırakır, iç avluya veya Soğanlık dediğimiz küçük bahçenin girişine kadar süzüle süzüle inişini büyük bir zevkle izler; sonra alıp bir kez daha yukarıya çıkar, tekrar uçurmaya başlardık.
Öte yandan, evimizin üst katının girişindeki bu merdiven başının benim için çok farklı bir anısı vardı. Bir hayli yüksekti burası. Öndeki akasyanın hemen altından güneye ve batıya doğru bakıldığında Kepez sırtlarından Gökdere’ye kadar uzanan geniş bir perspektifle karşılaşılırdı. Dolayısıyla ne zaman evimizin kapı eşiğine otursam veya önünden karşılara doğru bir göz atsam, bana oyunu veya oyuncağı hatırlatan bir görüntüyle karşılaşırdım. Bu görüntü, tam karşımızdaki yarım köy manzarası içerisinde, bembeyaz duvarlarıyla hemen fark edilen Akyollar’ın eviydi. Ön kısmı biraz dar ve alçak bir holden, hemen bitişiğindeki esas haney kısmı ise biraz daha geniş ve yüksek bir bölümden oluşuyordu bu evin. Dolayısıyla ne zaman bakışlarım bu eve takılıp kalsa; önü doğuya dönük, küçücük, güzel bir kamyonet görmüş gibi olurdum. Belki bu nedenle, Nazilli pazarından babama aldırdığım ilk oyuncak kamyon olmuştu.
…
Bunların dışında, herhangi bir oyuncağa ihtiyaç duyulmayan veya aparatı her yerde bulunabilen bazı oyunlarımız da vardı. Bunlar saklambaç, seksek (buna kaydırak da denilirdi), körebe, ebeç, çelik çomak, yerdeyim taştayım, yağ satarım bal satarım, mendil kapmaca, birdirbir, çifte taş, taban yağlama, beştaş, bilye ve yakan top (buna yakar top da denilirdi) gibi oyunlardı. Tabii yakan top için küçük bir el topu gerekiyordu. Ancak bunun bulunamaması durumunda, eski çorapların iç içe sokulup küçük bir yuvarlak hâline getirilmesiyle yine bu oyun mümkün oluyordu. Bilye oyunu için de, üç dört tane cam bilyenin bulunması yeterliydi. Bir de çember çevirme, kuru kireç göbeği çubuklarından pervane yapma, ahşap sabanla çift sürme, patlangaç, sapan lastiği gibi aparatı biraz daha özellikli olan oyun ve oyuncaklarımız vardı. Tabii bu oyuncakları elde edebilmek için biraz kabiliyet, biraz da emek gerekiyordu. Çember çevirme için iyi bir yayık çemberine, bir de kalın telden kıvrılmış, sağlam bir itekleyici aygıta ihtiyaç vardı. Bu malzemeleri tedarik edemeyenler ise bir elek kasnağını yandan düzgün bir sopayla hafif vura vura ittirerek, çember çevirmeye benzer bir oyun düzeneği oluştururlardı. Patlangaç ise, keser sapı kalınlığında, bir karıştan daha kısa bir acı hayıt (zakkum) ahşabının kızgın bir şişle ortasından yakılarak delinmesiyle; bir de buna yine ahşaptan, bu deliğe girecek şekilde ucu misvak gibi hafif pürçekli hâle getirilmiş, tornavidayı andıran itici mil ilave edilmesiyle tamamlanan bir oyuncaktı. Önce bu patlangaç aparatının delikli kısmına, tek tek çıtlık ağacının boncuk büyüklüğündeki tohumları konulur, ardından ahşap mille bu tohumlar birdenbire sıkıştırılır, nihayet ilk tohum pat diye bir ses çıkararak dışarı fırlardı.
Bazen birdenbire ortaya çıkan, nereden geldiği belli olmayan, daha önce hiç adı sanı duyulmamış bazı oyunlar da oynanmaya başlardı. Mesela aniden “Tingir mingir tos” diye bir oyun türü çıkmıştı bir gün köyümüzde. Daha önce hiç oynanmamış bir oyun çeşidiydi bu. Ya zeki biri tarafından kurgulanarak icat edilmiş, ya da Pınarbaşı Mahallesi’nden veya komşu köylerden taşınmıştı. Hatırımda yanlış kalmadıysa tüfek veya tabanca gibi tahta parçalarıyla karşılıklı ateş edilen, saklambaçla karışık bir çeşit düzenli savaş sanatı gibi bir şeydi bu oyun. Belki mantar veya su tabancası gibi oyuncakların bulunmadığı günlerde oynanan ve birkaç timden oluşan bir oyun türüydü. Ama bu oyunu sanki ilk defa, benimle hem çocukluk arkadaşı hem sütkardeşi olan Ali ve Şahin kardeşlerle beraber oynamıştık. Kim bilir onlar da bir ihtimal bu oyunu, belki Pınarbaşı Mahallesi’nde oturan teyze çocuklarından öğrenmişlerdi.
Bütün bunlardan başka, sadece abimle bana ait olan iki ayrı oyuncak daha vardı köyümüzde. Bunlar da kendimizin yaptığı iki adet küçük el arabalarıydı. Bir adet demir saban tekerinin, ahşap bir mille iki uzun sopaya dört beş tahta ile birlikte monte edilmesiyle oluşturulmuştu bu arabalar. Bir de iki yanı ve ön kısmı birer tahta ile çevriliydi. Hatta öndeki tahtalarda isimleri vardı bu arabaların. Tebeşirle, özene bezene yazmıştık bu isimleri. Benim el arabamın önünde Tames, abiminkinin önünde ise Garip yazılıydı. Tames ismi, ilk defa, birkaçyıl önce köyümüzün üst tarafından Örencik köyüne doğru uzanan yol yapım çalışmaları sırasında gördüğüm küt burunlu İngiliz kamyonlarının ismiydi. Tabii aslen “Thames” yazılıyor, “Tames” şeklinde okunuyordu. Abime ait el arabasının önündeki “Garip” ismini de, Örencik köyüne ait bir cipten almıştık. Bu cipe “Garib’in cipi” derlerdi. Aynen cipinin önünde yazdığı gibi; çok kalender, hafif beli eğik, güler yüzlü, zayıf ve iyi niyetli bir insandı Garip amca. Hatta o yıllarda bir perşembe günü, akşamüzeri karşıdan bu cipin geldiğini görmüş, hemen abimle el arabalarımızı Kahveönü’nde, bu cipin geçtiği yolun tam kıyısında çapraz şekilde yan yana bırakmıştık. Garip amca da tam Kahveönü’nden geçerken, birinin önünde Garip yazan bu arabaları görmüş, hafifçe durmuş, tatlı bir gülümsemeyle elini yukarıya doğru kaldırarak bizi selamlamıştı.
Hâsılı o çocukluk yıllarımızda, yaşam bize hep bir oyundan ibaretmiş gibi görünürdü. Mutlaka oynayacak bir şeyler bulurduk. Hiçbir şey bulamasak kolumuzu ısırır, saat yapardık. Ya da orta parmaklarımızla dudaklarımızın iki ucunu yanlara doğru uzatıp ağzımızı kocaman bir ucubeye çevirir, işaret parmaklarımızla da gözlerimizin torbalarını aşağıya doğru sündürür, birbirimizi “öcü geliyor” diye korkutmaya çalışırdık. Yani çocukluğumuzda oyun, hayatın ta gerçeği idi. Ancak gençlik ve olgunluk dönemlerimde, bu gerçeği hep görmezden gelmiştim ben. Dahası, uzun yıllar oyunu ve oyuncakları sadece çocuklara mahsus bir avuntuymuş gibi görmüştüm. Oysa oyun içinde oyun varmış. Hızla yaşlanmaya doğru yuvarlandığım şu günlerde, o çocukluğumuzun saf ve samimi dünyasında büyük bir hakikat gizliymiş… Şimdi bunu daha iyi anlıyorum: Hayat tam bir oyun… Ve her şey… Yatlar katlar, hanlar hamamlar, evler arabalar birer oyuncakmış aslında…
Bir de her insanın çocukluğu, aynı zamanda çözülemeyen bir bilgelik çağı imiş… Ve insanoğlu, büyüdükçe bu bilgelik çağını cahilliğe çeviriyormuş sanki. Çocukluğun bu yönünü ilk fark ettiğimde, oyunlarla süslü o saf ve samimi günleri “Çocukluk Özlemi” başlıklı bir şiirimde şöyle betimlemeye çalışmıştım:
Çocukluk günlerimde
Bizim köyün adamları
Kocaman kocamandı
Ama içlerinde en büyük
En büyük babamdı
Öyle dalardık ki oyuna
Bizi kıskanırdı masallar
Düşler diyarına taşırdı
Söğüt dallarından atlar
Karpuz kabuğundan sallar…
Bazen yakan top
Bazen birdirbir
Bazen kaydırak veya seksek…
Karanlık çökene
Evden babam ünleyene
Gel oğlum akşam oldu
Bırak artık oyunu
Bırak… Diyene dek…
Kurtulsam bir gün
Beni aşan dağca yüklerden
Çekip gitsem
Pamuk şekeri kadar renkli
Hafif ve şen çocukluğuma
Sonra el ele verip
Bir oyun kursam küçüklerden
Değmeyin keyfime
Değmeyin derim mutluluğuma…
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Güne değer katan yürek sesinizi okumak güzeldi değerli yazarım
En içten selam saygılarımı gönderiyorum
Mesut Özünlü
Güzel bir paylaşım herkesi alıp çocukluğunun oyunları yanında
kavgalı barışlı koşu yarışlı kır bayır hele bahar ayları koyun kuşu
meleşmeriyle düğünler bayramlar unutulmayan anılara götüren
bir paylaşım
en çok da aşık oyunları çizgili beğli löklü gibi
köy kökenliyseniz bilirsiniz sanırım
iddialı inadına aşık oyunu
komşu köyün çocuklarıyla
az mı kapışırdık bu yüzden
ütüldüğümde ağladığımı nasıl unuturum
hay siz bin yaşayın sağlıklı acısız
esin ve esenlikler
Mesut Özünlü
Mesut Özünlü
Siyah, bez bebeğim Esmeray’ı hatırladım:)
Tebrikler gün başarınız için.
Saygıyla
Mesut Özünlü
Ruhi Sel' in bu konuda bir kitabı vardı. Basit anlatımlı, yalın çizimli bir kitaptı.
Türk çocuk oyunlarının hemen hepsi vardı, öyle hatırlıyorum.
Bir zamanlar öğretmenlik yaparken oradan epey oyun öğretmiştim. Kinestetik zeka alanı ile diğer zeka alanlarını harmanlayarak aynı zaman da öğretim de yapardım. Keyifli bir o kadar da ilgi çekici gelirdi .
Oyun zeka ile birleştiğinde muhteşem şeyler çıkıyor ortaya...oyunlarımız zengin kültüre sahip olmanın bir parçası aynı zamanda.
E...biz de çocuktuk biz de oynadık tabi ki. :)
Güzel çalışma olmuş kutlarım...