- 307 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TORTU
TORTU
Saime teyze, misafir ettiği yirmili yaşlardaki iki kızla derin bir sohbetteydi. Seksenli yaşlardaki bütün kadınlar gibi, elinde olmadan genç kızlara hayran hayran bakıyor, dinliyor, bazen yumduğunda sarktığı gizlenebilen göz kapakları, bazen de boğazının altında sarkmış gıdıları, bazen de kat kat olmuş alın ve yüz çizgileriyle yaşlılığını ele veren kesik ve tane tane konuşmasıyla gençlere bir şeyler anlatıyordu.
Bir apartmanın üçüncü kattaki dairesinde, holünden balkonuna kadar biraz eski zevkin biraz da modern dünyanın ahengi göze çarpıyordu. Bunda kökenindeki köylü ruhu ile alıştığı şehir hayatının hem iç içe hem de birbirine ters gelen yönleri etkili oluyordu. Öyle ki mutfaktaki bakır tencereler, toprak kaplar, tahta kaşıklar; misafir odasındaki stor perdelere, lüks koltuklara, alçı tavanlara meydan okur gibiydi. Ve o alışık olduğu köy yemeklerinden asla vaz geçmemişti. Kızlara da o gün, hemencecik, hazırladığı muhallebiden birer tabak ikram etmişti.
Minyon tipli, kısa boylu kız Merve, Saime Teyze’nin ağabeyinin torunuydu. Arkadaşı Hale’yi o getirmişti. Hale, Edebiyat Fakültesi bitirme tezi için arkadaşından bir kaynak kişi bulmasını, daha önce kendisine bahsettiği, Saime teyzeden mani derlemek için yardım etmesini istemişti. Yaşlı kadın kabul etmiş, ancak, on üç gün sonra vakit bulabilmişti. Sohbetin arasında yaşlı kadın:
-Şimdi ne istiyorsunuz bakalım, dedi, ben size ne yapabilirim? Genç Kız, muhatabını ürkütmekten korkar bir tavırla, tane tane:
-Hiç teyzeciğim, dedi, sadece bizi kendi akranın olan insanlar gibi, arkadaş gibi görmeni istiyoruz. Şimdilerde kitaplarda bulduğumuz manileri sizin zamanınızda çok kişinin kendisinin uydurabildiğini biliyoruz. Onlardan sen de bize söylersen çok mutlu olacağız.
Yaşlı insan biraz keyif biraz da keder dolu dudaklarıyla güldü.
-İlahi çocuklar, sizin hiç işiniz yok mu?.. Manileri zamanında söyleyenler söyledi, ağlayanlar ağladı, gülenler güldü, kısmetini alanlar aldı. Sizin onlarla ne işi olacak, dedi?
-Sizin zamanınızda değersiz gibi görünen pek çok şey, şimdi çok değerli teyzeciğim! Hele sizin zamanınızdaki dost sohbetleri için insanlar ruh doktorlarına gidiyor. Çok değerlisiniz yani!
-Gençliğimde çok bilirdim, şimdi az çok yine var aklımda amma eskiden çoktu, dinleyin o zaman, bir tane söyleyeyim, dedi:
Yârim bülbüle benzer,
Tarlada sele benzer.
Bir yâr için kavruldum,
Şu gönlüm küle benzer.
Kızlar hem gülümseyip hem de memnuniyetlerini gösteren işaretler yaptılar.
Kapımda direğim var,
Soframda böreğim var.
Yâr gözümden gitse de
Şu çarpan yüreğim var!
Kavuştum ayırdılar
Sultandım, buyurdular.
Şu üç günlük dünyada
Canımdan doyurdular
Kumaş giyime gerek
Huyun huyuma gerek
Yârim yanımda yoksa
Dünya neyime gerek
………………….
Saime teyze manilerini söyledikçe genç kızlar, telaşla tekrarlatıp yazıyorlar ama asıl cep telefonunun ses kaydetme bölümünü açtıkları halde, yaşlı kadını telaşlandırmamak için belli etmiyorlardı. Kızlar, bir buçuk saat içinde yirmi iki mani söyletmişler, hem memnun hem de büyülenmiş bir ruh hali içindeydiler.
-Kızken daha çok bilir, söylerdik, gönül de gençti ya o zamanlar. Ah gençlik, dedi Teyze.
-Ah Teyzeciğim, sana böyle dertli dertli sözler söyleten nedir? Bu kadar güzel sözleri kime söyledin? deyiverdi Hale. Yaşlı kadın, genç kızları önce bir süzdü; sonra biraz ağırbaşlı biraz da temkinli:
-Sizler bizim zamanımızın gençlerinin çektiklerini bilmezsiniz. Lâkin biz yaşadıklarımızın çoğunu Allah’la kendi aramızda bıraktık.
-Bize anlatsaydınız Teyzeciğim, ,biz de paylaşmış olurduk sizinle. Eğer unuttukların ve söyleyeceklerin varsa başka bir gün yine geleyim! Bunu söylerken bazı şeyleri Merve’nin yanında söyleyemediğini, gizlediğini tahmin ediyordu. Merve evin yabancısı olmadığından kahveleri ve çayları hazırlayıp ikram diyordu.
-Sizin gibi insanlara her zaman kapım açık Kızım! Vaktin varsa bir hafta sonra gel, unuttuklarımı da hatırlarım hem.
-Haftaya Çarşamba uygun mu o zaman? Saime teyze, bir haftalık çocukları, torunları, arkadaşlarıyla ilgili zamanı gözünün önünden geçirdi.
-Olur Kızım, buyur, gel! O gün evde olacağım. Bunu söylerken “buyrun” değil, buyur demesi kızların dikkatlerinden kaçmamıştı. Anlaşılan Hale’nin “rahat olmama” düşüncesi doğru çıkıyordu. O an yaşlı kadını daha fazla yormak istemediler, o günkü elde ettikleri kazanç yeterliydi. İkindiye doğru müsaade isteyip ayrıldılar…Merve yolda Hale’ye takıldı:
-Gördün mü bak, Halam seni benden daha çok yakın hissetti.! Benden çekindi, bizimle bu konulara hiç girmez o. Artık haberleri senden alırız, diyerek güldü. Yalnız aramızda kalsın halamın çok acı duyduğu hüzünlü bir aşk hikâyesi var, benden duymuş olma. Onu anlattırabilirsen müthiş olur. Yanlış anlama, ,halam çok dürüst bir kadındır. Yaşadığı masum bir aşk; kara sevdaymış.
-!!!
Ziyaret günü hava yağmurluydu. Genç kız bu kış günlerinde, yanından hiç ayırmadığı şemsiyesini, apartman kapısına gelince kapadı. Zili basmaya başladı. Saime teyze, önceden haberdar olduğundan tereddütsüz kapıyı açtı; misafirini içeri aldı. Karşılama ve hal hatırdan sonra, sohbete kaldıkları yerden yeniden başladılar. Teyze manilerini daha rahat ve daha yaşayaraktan söylüyordu.
Kapıldım, vermediler
Gençliğimi yediler
Sen benim dengim idin;
Zalimler bilmediler.
Dertlerim kora döndü,
Soğudu kara döndü.
Yüz yiğit gösterdiler;
Gözüm hep yâre döndü.
………………….
Yaşlı kadının yüzü söylediği her maninin ardından bazen tebessüm, bazen hüzün, bazen de anlamsız yüz ifadelerinin arasında gidip geliyordu. Genç Kız:
-Ağzına, diline, yüreğine sağlık, Teyzeciğim, ne güzel ifadeler bunlar! Bu kadar güzel ve derin sözleri söyleten sebepleri de söyleseydin, çok daha anlamlı olacaktı ama…Çünkü bütün güzel sözler zamanla unutuluyor, kimse sonradan hatırlamıyor. Siz de bana anlatırsanız sizi çok kişi hatırlayacak, diyerek yalvaran sözleri ve yüz ifadeleriyle ısrar ediyordu. Saime teyze acı acı güldü.
-Ne yapacaksın sonra?
-Siz istemezseniz hiçbir şey yapmam! Sadece duyguların hayli yozlaştığı günümüz insanlarının duygularıyla sizinkileri karşılaştıracağım. Yaşlı kurt yine ince ince güldü. Kendisinin de bildiği gibi kadınlar gerçekten de birbirlerinden sır saklayamıyordu. Genç Kız, kendisindeki geçmişten gelen esintileri çok iyi hissetmişti. Ağzı açık geveze bir kız da değildi karşısındaki. Utanacak bir geçmişi yoktu. Ayrıca bu yaştan sonra kocaya varacak, “satımı kör olacak” da değildi. Genç Kıza :
-Senin annen babanlar iyiler mi Kızım? dedi.
-İyiler, Babam postanede, Annem de vergi dairesinde çalışıyorlar Teyze.
-Ne güzel, işleri güçleri var. Eskiden bizim eşlerimiz çalışırdı hepimiz için. Ama huzurluyduk. Benim rahmetli de saat tamircisiydi. Kazancı yetip artıyordu bize.
-Anne babanız ne iş yapardı teyze?
-Ben de annem de baba sefası süremedik kızım. Erken ölmüşler. Annemin tek kızıydım. İki ağabeyim ve bir de erkek kardeşim vardı. Babamı hayal fener hatırlıyorum, esnaftı. Babam ölünce annem bizim annesinin köyüne götürdü. Ninem zengin ve acımasızdı. Bizden para esirgemedi amma sevgi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
-Niçin acımasızdı, bir sebebi vardır mutlaka?
- Her yerin iyisi, kötüsü vardır kızım, amma memleketin çocukları işgalci Yunan’la harp ederken, çalı kakıcı birileri de milleti soyuyormuş. İster zengin ister fakir olsun, dişlerine göre birilerini buldular mı varını yoğunu yağma yaparlarmış. Ninem anneme hamileyken, dedem, köyde zengin olarak bilinirmiş. Bu eşkıya sürüsünün başı, gelen gidenlerle dedeme haber gönderip iki kese altın istemişler. Dedem de duymazdan gelmiş. İşin doğrusu iki ayrı yerde gömülü altınları varmış. Yani adamların duygusu boşuna değilmiş. O zamanlar şimdiki gibi “Bankaya yatırayım.” diye bir şey mi var! Bildiğin bir yere gizle, zamanı geldiğinde çıkar kullan. Lâkin iş hiç öyle olmamış, bir akşam köye bir baskın yapıyorlar, Dedem “Yok!” diyor, başka bir şey demiyor. Dayak, sopa, dipçik kâr etmiyor; çıplak karnına hamur yapıştırıp, üstüne kızgın yağ döküyorlar. O zamanın en korkunç işkencesi buymuş. Dedemin feryadına dayanamayıp ortalığı inleten ninem için baş haydut:
-Gebertin şu çirkef karıyı da, diyor.
-Yapamayız Efem, kadın yüklü(hamile) diyorlar. Dedem can havliyle altınlardan birinin saklı olduğu yeri gösteriyor. Ardından onu öldürüyorlar. İkinci altın yeri ise bir daha kimsenin bilmediği bir sır olarak kalıyor. Ninem, bunları bize öyle anlatırdı ki kendisini kaybederdi. Üç ay sonra da annem doğuyor. Bu başına gelenler midir, bilmem, rahmetli çok merhametsiz bir kadındı. Ömür boyu, hem erkek hem kadın gibi yaşadı. Tarlaları, inekleri, işçileri vardı. Çoğu işi bizim elimize değdirmezdi. Kimseye minnet etmeyi sevmezdi, bize bile.
-Siz de onu kendinize örnek almadınız mı?
-Allah saklasın, onun gibi olmak… Onu Mevla’mın hatırına saygıyla anıyorum amma hakkımı helâl etmedim, etmeyeceğim.
-Niçin? Ne yaptı size? Yaşlı kadın derince bir düşünceye daldıktan sonra meramını birden söyleyiverdi:
-Beni sevdiğime verdirmedi!
-Niçin, nasıl oldu bu? Bu sözden sonra Nine’nin bütün duyguları yüzüne vuruyor, sanki atmış yıl öncesi gözünün önüne gelmiş bulunuyordu.
-İnsan gücü elinde görmeyegörsün. Çok acımasızlaşır, hatta hayvandan bile. Ninem de bana öldürmekten daha fazlasını yaptı.
-Kimdi o kavuşamadığın genç?
-İsminin ne önemi var? Gönlümün köşesinde isimsiz yaşadı her zaman! Adı Sabri’ydi. Köyümüzün gençlerindendi. Ben onu tanımyordum, benden dört yaş büyükmüş, sonra öğrendim.
-Ne zaman, nasıl tanıştınız?
- Kamyon şoförüydü. Malum o zamanlar kamyon da şoför de o kadar az. Bir gün beni yolda kamyonuna aldı. Çoğu zaman yaya yürürdük her yere. Şimdiki gibi araba, minibüs, hatlı taşıtlar nerde!.. O gün ovadan köye kadar geçen zaman tanışmamıza yetti. Bunu haber alınca ninem çok kızdı. Berduş ipsizin teki, dedi. Her şey beklenir öylesinden, bir daha binme onun vesaitine!
Nasihat dinleyecek yaşta değildim ki kanım kaynıyordu. Bir zaman sonra ortak arkadaş ve tanıdıklarımızla haberleşip mektuplaşmaya başladım. On sekiz yaşındaydım. Sevdiğim gençle bir yuva kurmak istiyordum, hislerim beni onun kölesi yapmıştı, hiçbir şeyi doğrusu, onsuz düşünemiyordum. Onun ninemin yerdiği kadar kötü biri olmadığını anladım, sevgi onu da bebek kadar masum bir insan yapmıştı. Zayıftı, ince kaytan bıyıkları vardı. Birkaç kez bize dünürcü gönderdi, ninem anama söz bırakmadan :
-Bu kız delirmiş her halde, dedi. Bizim itibarımızı, şerefimizi iki paralık etmek mi maksadın gızım, dünyada tek adam o galsa gene vermem o hergeleye seni, diye bağırıyor, ortalığı yıkıyordu. Bu şekilde bir gelecek kuramayacağımızı anladık, biz de bütün umutsuz sevdalıların başvurduğu çareyi akıl ettik: kaçmak…
Fakat öyle olmadı; birkaç günün içinde beni İzmir tarafından tüccar bir adamın yaşça büyük oğluyla, zorla nişanladılar. Delirecektim, ağabeylerim, büyüğüm, küçüğüm sanki hepsi benim hayatımı kurtarmışlar, büyük iyilik etmişler gibi minnet duymamı istiyorlardı. Nişanın üzerinden üç hafta geçmeden arkadaşlarımdan Emine’yle, Sabri’ye haber gönderdim. Kocası onun arkadaşıydı. Sıcak bir ağustos gecesi, evimden hiçbir eşya almadan yaya, dağ yolundan köye, Sabrilerin eve kaçtık. Evdekiler, komşular herkes sanki bizi bekliyorlarmış gibi toplanmışlardı. Ben nihayet ait olduğum yere, yeni aileme kavuşmuştum. Kaynanam, kayın validem, oğullarına bana el sürmeyeceğine dair yemin ettirmiş, kendileri de telli duvaklı çifte düğün edeceklerine dair söz vermişlerdi. Sabahleyinden itibaren düğün hazırlıklarına başlayacaktık.
Ertesi sabah o eski jandarama ciplerinden biriyle ninem, annem ve büyük ağabeyim geldiler. Kumandan benim “nişanlı bir kız olarak” burada ne işim olduğunu sordu. Ben de büyük bir ciddiyetle, kendi rızamla Sabi’ye kaçtığımı ve ona eş olmak istediğimi, büyüklerimin beni zorla bilmediğim bir adama vermek istediklerini söyledim. Komutan annemlere dönüp:
-Biz buradan ötesine karışamayız, diyerek zabıt tutup bana imzalattılar. Ninem, söz alarak ortaya atıldı:
-Kumandan Bey, hepinizin önünde buradakilere bir sözüm var. Yarın bir gün akraba olcaz nasılsa, gelin kucanızdaki daşları dökün. Bizim de haysiyetimiz, şerefimiz; dostumuz düşmanımız var. Kızı bize verin, düğünümüzü evimizde yapalım. Bizi ele kepaze etmeyin, dedi. Kumandan:
-Söz veriyor musunuz peki? diye sordu.
-Hem de şerefim, namusum üzerine, Kumandan Bey, dedi Ninem. Bir hayli tartışma ve konuşmadan sonra köylüler araya girip:
-“Şu insanları daha fazla üzmeden dediklerini yapın, kandıracak değiller ya!” gibilerinden sözlerle Sabri’nin ailesini ikna ettiler ve beni de razı ettiler, ardından alıp eve götürdüler. Sabri ile bir şeyler olacakmış gibi uzun uzun bakışmıştık. Bugün de aklıma, gözümün önüne geldikçe ciğerlerim parça parça olur.
Akşama doğru o eski model bir ciple düğün ve gelinlikle ilgili bazı malzemeleri almak için şehre götürdüler. Bana çok iyi davranıyorlardı. Fakat araba şehirde durmadı, İzmir istikametinde devam ediyordu. Akşam karanlığında hiç bilmediğim bir eve gittik, bizi karşılayanların içinde istemediğim nişanlım Kâzım’ı görünce her şeyi anladım. Bu benim için dünyanın sonu, ümitlerimin bitişi demekti. Daha sonrasını hiç merak etmeyeceğim talihim, bana bir asrı bir günde yaşatmıştı. Gerisi mühim değildi artık!..
…………
Bir yıl köye bile götürmemişlerdi beni. Kızıma hamileydim, istemediğim bir adamın çocuğunu taşıyordum. Fakat henüz dünyaya gözlerini açmamış olan bebeğimin hiç suçu yoktu. Belki onu dünyaya getirirsem Sabri’yi unuturum, diye düşünüyordum zaman zaman. Hayır, öyle olmadı. O doğduktan sonra da Sabri gönlümün en gizli köşesinde sevda, pişmanlık, ıstırap, mahcubiyet ve dağların arkasında kalan bir serap gibi ömür boyu peşinden koşacağım ancak hiç ulaşamayacağım bir hayalden ibaretti yine. Onu benim için bu kadar değerli kılan, her halde bir sürü imkânsızlığı barındıran kara sevdam olmasıydı. Ama her şeye rağmen kızımın babası olan adama karşı dürüst olmalı ve ona leke getirecek hiçbir seviyesizliğe de izin vermemeliydim.
Sabri, artık buralarda yoktu. O zamanlar bir moda haline gelen İstanbul’a taksici olmaya gitmiş, feleğe küsmüştü besbelli. Bir daha görmemiştim. Ara sıra haberlerini alıyordum. Para kazanacak, zengin olup burada isim yapacakmış.
Ah, zavallı Sabri! senin karşındaki adamlar nasıl kahpedirler, bilmez misin? Onların silahları yalnızca para değil, kalleşlikleri, ahlaksızlıkları ve yalancılıkları değil midir? İstanbul sana bunları öğretemedi mi?
Evliliğimin üçüncü yılıydı, büyük oğluma üç aylık hamileydim. Köyde bir akrabamızın düğünü vardı. Davet ettiler gittik. Düğün evinde sabahleyin gençlerin keşkek dövme töreni olur, bilirsin herhalde. Keşkeği döven gençlerin her birine birer havlu hediye verilirdi. Bu sabaha kadar pişmiş et ve buğdayın dövülüp birbirine karışıncaya kadar ezilmesi, hayli güç tüketen bir iştir, malum. Bizler yanımızdakilerle keşkek dövenleri seyrederken arkadaşım Şadiye bana dokunarak keşkek dövenlerin arasından Sabri’yi göstererek:
-Seninki burada, bak! dedi. Bir anda elektrik çarpmış gibi olmuştum.
-Sus, dedim, yerin kulağı var! Nerden benim oluyormuş? diye çıkıştım. O da üstelemedi. “Demek kırk yıl geçse de insanlar seninki diyecekler!” diye düşündüm. Hemen oradan uzaklaşıp insanların kaynaştığı bir yere gittim. Kendime gelmenin yolu insanlarla çokça konuşmaktan geçerdi. Öğleden sonra evimize gidip akşam yine düğün evine döndük. Şadiye:
-Sabri, görüşmek, halini hatırını sormak istiyor. Bizim evde bekliyor, dedi.
-Ben evli, çocuklu insanım, öyle şey mi olur? dedimse de :
-Onu kendisine söylersin, birkaç cümle deyiver, ne olacak? Sonra gider, dedi. Yüz metre kadar ötedeki Şadiyelerin evine gittik. Evde kimse yoktu, besbelli kimse bırakılmamıştı. Sabri yalnız oturuyor, derin derin sigarasını çekiyordu. Göz göze gelince boş boş birbirimize baktık. İlk şaşkınlığı üzerimizden attıktan sonra işten, İstanbul’dan, insanlardan, çocuktan bahsettik kısa kısa. Ben korkuyla ona karşı hislerimin hiç değişmediğini fark ettim. Dehşet içindeydim. Demek, onunla her karşılaştığımda idam ipinde sallana bir mahkumdan farkım olmayacaktı. Ben:
-Bir daha görüşmeyelim, nihayet ben…Sözümü bitirmeden karıştı.
-Senin kuzuların var, yuvan var. Ben insanım, senin yuvanı yıkamam. Lakin on çocuğun dahi olsa senin için kurbandır canım! Bunu bilmeni isterim dedi ve evden ayrıldı. O sırada dışarıda ağabeyimle göz göze gelmişler. Ağabeyim eve gittiğimde bana çok gazap etti. Gece boyunca ağladım. O günden sonra eşime olan ilgim azaldı, onu bir yabancı gibi görmeye başladım. Arkadaşlarım yoluyla Sabri’yle birkaç kere daha şehirde görüştüm. Sadece iki dost olarak dertleşiyorduk. Yaptığım yanlış ve yakışıksızdı. Ancak kafamda bazı sorular vardı ki bunların cevabı sadece Sabri’deydi. Son görüşmemizden annem ve ninemin haberi olmuş. Bana çok ağır laflar söylediler. Ben de onlara o zamana kadar söylemediğim sözleri sarf ettim. Fakat daha sonradan büyük ağabeyimin Sabri’yi tehdit ettiğini, gözüne görünmemesini istediğini, öğrendim. Bunların hepsi belki haklı şeylerdi ama benim de mahvedilmiş bir ömrüm vardı. Buna rağmen eşime ve yuvama asla ihanet etmeyi düşünmüyordum. Sadece geçmişimdeki defterleri kapatmak istiyordum.
Ertesi gün de şehirdeki evime gittim. Dünyadan soğumuş, kendimi dünyanın en talihsiz kadını gibi hissediyordum. Annem ve ninemi bir daha evime kabul etmedim. Beni ağır sözlerle kırmıştılar. Yaşadığım bütün felaketten onlar sorumluydular. Şehir pazarının kurulduğu salı günü, Sabri ile Yağcılariçi’ndeki bir sokakta buluştuk. Yüzü solgun, sesi titrek ve ümitsizdi. Bana:
-Yemeyip, içmeyip para kazanıyorum. Er geç bir gün geleceğim yer memleketim, geldiğimde bir şeyler yapayım, diye uğraşıyorum, dedi. Fakat beni burada görmeye tahammülü olmayanlar var. Git, seni gözümüz görmesin diyenler var. Ben üç yıldır neler kaybettim, başka neler fada etmem gerekiyor, bilmiyorum, dedi. Sevdiğim adama ilk defa çocuk gibi acımıştım.
-Git ve gelme buralara, dedim. Zeytini, inciri, pamuğu onların olsun. Sen kendine yeni bir yuva, yeni bir dünya kur. İstanbul dünyaya yeter, diye teselli ettim.
-Gel o zaman benimle, memleket aklıma bile gelmez.
-Sakın, dedim. Bir daha bu sözü kullanırsan ben de başkaları gibi düşünürüm senin için. Kaderimizde olsaydı evlenirdik, öyle veya böyle biz birbirimize yabancıyız. Kucağımdaki bebeği göstererek:
-Bunları mı bırakayım? Ben artık evli, çocuklu bir kadınım. Bunu kabul etmezsen bu son konuşmamız olur. Hatta beni bir daha arama; eğer ara sıra gönderirsen selamını alırım, o kadar, dedim. Bunları söylerken ne kadar zorlandığımı, ne kadar ölüp ölüp dirildiğimi bir ben bilirim. Onun da gözünden iki damla yaş geldiğini gördüm.
-Saime, iki gün sonra yola çıkacağım. Hakkını helâl et, dedi. Bunu sanki bir idam mahkûmunun celladından son isteği gibi söylemişti. Ben de bugün acımasız olmalıydım.
-Allah yolunu açık etsin, dedim. En büyük dileğim senin mutlu bir yuva kurmandır, diye söyledim gözlerinin içine bakarak.
Ben hiçbir beklentim olmadan sevmiştim onu. Bu aşkın tortusu bile beni mutlu etmeye yetmişti. Şimdi ise sadece onun mutlu olmasını istiyordum. Elveda, bana verdiği fotoğrafında elinde beyaz çiçekle poz veren adam. Elveda benim bahtsız sevgilim!
………………
Akşam yemeğini hazırlamıştım, çocuklarımın karnını doyurup eşime yemeğini verdim. Ona mükellef bir sofra hazırlamıştım. Her bir günden daha lezzetli ve değişik yiyecekler hazırladım. Onun bile başı dönmüştü. Büyük bir iştahla yemeğini yedi. Getirdiği rakı şişesinden bir kadeh doldurup içmeye başladı. Ardından bana tiyatroya gitmeyi teklif etti.
-Tiyatroya gitmeyi, içki içmeyi ancak senin gibi keyfi yerinde olan insanlar isterler, bakıyorum keyfin yerinde, hayrola? dedim.
-Her zamanki halim, dedi. Başka ne olacak?
-Şimdi çocuklar varken tiyatroya gitmemize ne lüzumu var? Sen en iyisi biraz gazete oku, kendine gelirsin, dedim. En büyük bölge gazetesinin daha birinci sayfasına bakınca başını gazeteden kaldırıp yüzümü kontrol etmeye başladı.
-Öğrendin mi? dedi.
-Neyi? Dedim, gözlerine derin derin bakarak.
-Sabri’nin öldürüldüğünü?
-Sen nereden tanıyorsun onu ve bu seni neden alakadar ediyor bu kadar? dedim.
-Vallahi benim hiçbir haberim yok. Kim yaptı bilmiyorum. Eşimin sözleri korku ile karışık titriyordu. Amma kim ettiyse iyi etmiş...u deyince kendimi kaybetmişim. O zamana kadar hiç saygısızlık etmediğim kocamın kafasına rakı şişesini var gücümle indirdim. Daha başka neleri indirdiğimi hatırlamıyorum. Ama kan revan içinde kaldığını hatırlıyorum.
-Beni yarından itibaren hemen boşa, benden sana avrat olmaz, diyerek vurdum, kırdım ve hiçbir eşya almadan evden ayrıldım. Gerisini hatırlamıyorum. Sokakta bayılıp kalmışım. On beş gün sinir ve ruh hastanesinde kaldım. Ne oldu, ne bitti bilmiyordum. Yaşama hevesimi yitirmiştim ama hastaneye getirilen masum yavrularım bana kendim için değil onlar için yaşamam gerektiğini hatırlatıyordu. Sabri’yi öldürenler bulunamadı. Onu döverek, işkenceyle öldürüp yol kenarına bırakmışlardı. Ninemin akrabalarına yaptırdığını öğrenmem zor olmadı. Ancak benim masum Sabri’min ölümü bir fail-i meçhul olarak zabıtlarda kaldı. Onun için şu maniyi söyledim:
Çiçeğin ellerinde
Olmadım kollarında
Seni nasıl kıydılar
O Çine yollarında?
Yaşlı kadın hem hıçkırarak ağlıyor, hem de anlatıyordu. Hale de onunla ağlamaya başladı. Yüzünü Saime Teyze’nin yüzüne değdirerek ona sarıldı. İkisi birden ağladılar. Bir müddet sonra Nine’nin sakinleşmesiyle kendilerine geldiler. Genç Kız:
-Ne mutlu sana ki böyle tertemiz, saygıdeğer bir mazin var teyzeciğim, dedi. Saime Teyze:
-Şükür çocuğum, dedi. Herkes kavuşacak diye bir şey mi var, bu da benim imtihanımmış işte! diyerek gözlerini indirdi. Hale, yaşlı kadının gözlerine bakarak konuştu:
-Teyzeciğim, sana bir şey söylesem beni affeder misin?
-Nedir çocuğum?
-Bundan sonra da benim yine, hep teyzem olmanı istiyorum.
-???
-Ben rahmetli Sabri Amca’nın kardeşinin torunuyum. Dedem bu anlattıklarını üstün körü anlatırdı ama hiçbir zaman bunları ayrıntılı bilmiyordum. Size ziyarete bunun için geldim. İstersen ömür boyu da gelirim. Acımız tazelendi ama sizin gibi yaşayan bir efsaneyi tanıdım, seninle ve amcamla gurur duyuyorum!, diyerek yeniden sarıldı ve alnından öptü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.