- 319 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MUSALLADA SON RAUNT
Gün geliyor, hücrelerin yenilenmiyor artık. Aynaya dalıyorsun ve kendini görüyorsun. Ben bu değilim diyemeden geçmiş oluyor zaman. Hayatının son baharında solup gidiyorsun. Yaşamın döngüsü içerisinde vaktimizin nasıl aktığını saçlarımıza ak düşmeye başladığında fark etmeye başlıyoruz. Gülümsemekle yetinip ardından tek tek çekiyoruz siyahların arasından. Kırışıklıklar daha da sinsi yerleşiyor yüzümüze. Kanımız daha yavaş akıyor artık. Eskiyen bedenimiz kendimizi tanıyabilme sürecini tamamlanmadan sona yaklaşır.
Eski ben için gelenlerle, yeni beni tanıyanlar aynı yerde toplanıyor. Herkes kendi tanıdığı için gelmiştir. Şöyle biriydi böyle biriydi derken eski ve yeni halimin insanlarda bıraktığı izlenimle çıkacağım musalla taşına. Uzanırken orada kulağıma yankılanacak sesler. İyi bilirdik…
Gerçekten de öyle miydi? Diğer ölenlerin de mi iyiydi, tıpkı bana dedikleri gibi. Aralarında kişisel ve toplumsal değerlerden yoksun ahlaki ayarı son derece düşük olanlar da yok muydu? Bilerek ve isteyerek mi iyi yapıp yolluyoruz diğer tarafa. Yoksa olan olmuş zaten, biz iyi desek de demesek de anlamı yok, havasında mı hareket ediyoruz.
Yan yana duruyoruz yine. Tüm tanıdıklar, ahbaplar birbirimizin gözlerinin içine baka baka gülümsüyoruz ve yüzümüzde aynı mimikler. Ben de buradayım. Aynı şeyi üç defa tekrar edip pekiştiriyoruz. “İyi bilirdik.” Hoca inanmıyor demek ki, “Bak emin misiniz? Nasıl bilirdiniz?” ısrarına rağmen cevap, her seferinde aynı çıkıyor. “İyi bilirdik de iyi bilirdik.”
Neydi bu işin gizemi nasıl bir düşünce dünyasının içerisinde yaşıyoruz. Nasıl oluyor da gerçekle yalanın, riya ile samimiyetin bu kadar yan yana ve iç içe geçebildiğini görüyoruz. Hangi sihirbaz siyah ve beyazdan gri bir dünya yaratmış. İnsanların kendi hayatında yaşadıkları, gördükleri edindiği tecrübeler kendine kalmıştır. Rahmet ettiğiniz rahmetlinin zihninde yeni sayfalar açtığına, yeni fikirlerle donandığına inanmayız. O hep benim bildiğim ve tanıdığım o’dur. Değişmiş olmak bizim gibi toplumlarda her zaman yadırganmıştır.
Yaşlılık ve ardından ölüm insanın değişim ve dönüşüm süreci bedensel olarak tamamlandığı zamandır. Bu dönüşüm daha kabul edilebilir düzeydeyken zihinsel dönüşüm hele de kendi anlayışından uzaklaşmışsa olumsuz anlamda yorumlanmaktadır. Anlık, şok düzeyinde değişimler ise akli dengesini yitirmekle aynı kategoride algılanmaktadır. Yanında da güvensizlik yaratan bir kişilik bozukluğuna kadar ileri boyutlarda görülmektedir.
İçimizdeki sesle dışımızdaki sesi bir türlü uzlaştıramamış olmanın sorumlusu kim. Ben miyim yoksa yaşamın getirdiği, uymakta zorunlu olduğunu düşündüğün sanal zincirlerimiz mi? Hangi sesimiz biziz aslında. Dışarıya aktardığımız bizi duyanların duyduklarıyla tanıdığı ben mi; benim yoksa. Peki; en yakınımızdan başlamak üzere olaylar, kişiler ve kurumlar hakkında içimde haykırıp da söyleyemediklerim mi, benim? Hepimizin hayatı bir kitap değil midir? Kitabın başlığı kendi adımızı taşıyor. Kiminin hacmi on sayfadan ibaretken kiminin ki binlerce sayfaya karşılık gelmektedir. İçinde neler var yok en çok da kendimiz biliriz. İçimiz ne oranda oraya yansımıştır. Aslolan yazdıklarımız mı yazmadıklarımız mı? Kendi kitabımızı içimize yazıyoruz çoğu zaman yazıya dökmeden. Hem de unutulacağını bile bile.
Korkuyoruz hem de çok korkuyoruz. Kaybetmekten korkuyoruz sahip olduklarımızı. Gözümüzde büyüterek yaşıyoruz kırıntıları. Mevcut devlet ve toplum düzeni bunun yanında da ananelerimiz, kutsal inançlarımız artı şahsi alışkanlıklarımız bağlamında dayattığımız, adına da aile düzeni de dediğimiz uygulamalar çerçevesinde hayatı anlama ve yorumlama çabası içerisine giriyoruz. Böylece korkularımız katlanarak artıyor. Kaybetme güdüsü korku sarmalına dönüşerek yasakları beraberinde de şiddeti getirmektedir.
Normal olan neydi hayatta; insanlık için, doğamız için, yaşamak için nasıl düşünüp nasıl yaşamalıyız. Kimi bilinç dünyası bu durumu ölesiye savunmakla harcarken bunun karşısında sorgu ve değerlendirmeye çok da açık olmayan yaşam biçimleri doğru-yanlış, iyi-kötü, sevap-günah ikilemleri arasına sıkışmış bir perspektiften bakmakla yetiniyor gibi.
Kim kime uymalı. Hayatın bir gizemi mevcut bin yıllardır insanlar bunu anlamaya çalıştı. Yollar yöntemler denedi. Fikirler üretti. Kimi doğrular ve nesnel gerçekler karşısında dahi canından oldu. Hala ne, nedir, niçin, neden, ne zamandan beri, tüm bunların karşılığı bulunabildi mi? Ve Tanrı mefhumunun gizemi zirvedeki yerini koruyor. Kim açacak bu gizemin kilidini. Ne çıkacak içerisinden meçhul. Kaç bin yıldır çırpınıyor insanlık. Mevcut düzenin sahibi olarak görünmeyen bir güç tarafından yönetilme anlayışının benimsenmesi kendi öz varlığımızın, iç dünyamızın gerçeğini ortaya çıkarmamıza engel teşkil ettiği açık değil mi?
Mevcut düzenlerin yarattığı korku ve baskı iklimi gücün şiddetle birleşmesiyle kurulu düzene aykırılık teşkil eden edebilmesi muhtemel her türlü fikir, anlayış ve ideoloji düzen, sahibin biatçıları tarafından öcü olarak görülüp düzenin yasal unsurlarıyla birlikte hareket ederek bastırılması sağlanmaktadır. Öcü kavramının içi doldurulması noktasında da nice yardımcı sözcüğe ihtiyaç duyulmaktadır. Düzen, basın ve yayın organlarının da yardımıyla; vatan hainliği, bölücülük, ajanlık, teröristlik gibi nice kavramlarla durumu daha da sıra dışı hale getirip mevcut düzenin yaptıklarının haklılığını ortaya dökme yolunu seçmektedir.
Normalleşmenin adımı nasıl atılacak anormal olan kavga etmek, yakıp, yıkmak nasıl oldu da çözümün bir parçası haline geldi. Savaşlar sorunların çözümünde akılcı bir yöntem olabildi. Haklı, akılcı ve barışçı olmak yerine güçlü olmak için çalışmaya ve silahlanmaya ağırlık verildi. Normal olan nasıl da kaybetti anormalle savaşını.
Önce doğrunun havasını, suyunu, taşını, toprağını yerle yeksan ettik. Bunlar olurken sesimizi soluğumuzu kesip izlemekle yetindik. Sonra normal olanı, olması gerekeni beklemedik büyüklerimizden. Özümüzdeki, kişiliğimizdeki en büyük handikabı bu oluşturmuyor mu? Geldiğimiz son nokta olan musalla taşında, hala bildiğimizi okumaya devam edecek miyiz?
MESUT AKÇA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.