- 469 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Gölgeler
Kızıl saçlı minik kız karahindiba çiçekleriyle dolu bahçede koşuşturuyordu. Gözlerini kapatmış çiçeklerin arasında dönerken kendi gibi minik bir kıza çarptı. Ela mı yeşil mi olduğunu çözemediği gözlerine bakıp kilitlendi. Ela ya da yeşil gözlü kız yerden bir karahindiba koparıp kızıl saçlı kızın suratına üfledi. İkisi de kıkırdamaya başlamıştı. Simsiyah dalgalı saçlı genç bir kadın uzaktan onları izliyordu. Yüzünde ‘doğru zaman yakında’ tadında bir ifade vardı...
Sokak lambasının altına uzanmış, kendini temizleyen kediyi izlerken diğer yandan da şarkı mırıldanıyordu Buğlem. Siyah beyaz smokin desenli kedi, "Bu dünyayı ben yarattım!" tavrıyla kuyruğunu yalarken Buğlem, kedinin arkasında bir karartı fark etti. Kedi, az önce temizlediği kuyruğuna basılmış gibi ciyaklayarak sıçradı ve karanlığa doğru son sürat koşmaya başladı. Karartı kediyi takip ediyordu. Kedi, sokak lambalarının olmadığı karanlık mahalleye girince arkasında kendisini takip eden şey de kayboldu. Buğlem ne olduğuna anlam vermeye çalışırken annesi, "Kızım! Çabuk içeri geç, ay göründü." diye ikazda bulundu. Genç kız annesinin sözünü dinleyerek içeri geçti ve yakın arkadaşı Ayşıl’ın yarın ki 17. yaş doğum günü için hazırladığı hediyeyi çantasına koydu. Etrafı sarmaşığın üzerine işlenmiş ay ve güneş desenleriyle çevrili gümüş bir ayna almıştı ona. Fanusun içinde beslediği Japon balıkları, Elmas ve Papatya’yı yemleyip yatağına uzandı. Balıkları izlerken dünyalarının ne kadar da küçük olduğunu düşündü. Minik bir fanusun içinde, tüm gün boyunca Buğlem’in kendilerini yemlemelerini bekliyorlardı. Dışarıda ki denizlerden, okyanuslardan haberdar değillerdi. Evrenin yalnızca Buğlem’in odası kadar olduğunu düşünüyorlardı... Buğlem balıkları izleyerek uyumaya çalışıyordu ama gözlerini her kapattığında, aklına sokaktaki kedinin arkasında ki karartı geliyordu. Daha önce böyle bir şey ile karşılaşmamıştı. O karartı her ne ise korkunç olduğu aşikardı. O anı düşüncelerinden kovmaya çalışıyordu. Ama düşünmemeye çalıştıkça, daha da çok düşünüyordu. Göz kapakları daha fazla dayanamadığında nihayet uyku vakti gelmişti. Ama bu kez de kulaklarında yankılanan sesler onu rahatsız ediyordu: "Katagan... Ka-ta-gan... Benim güzel Katagan çiçeğim... Heyy... Buradayım Buğlem. Beni bu çantadan kurtar Katagan. Boğuluyorum heyyy..."
Bu ses nereden geliyordu? Bir süre dinledi. Sesler çantadan geliyor gibiydi. Ayşıl için aldığı aynadan mı geliyordu? Bu mümkün olabilir miydi? Ürpererek ayağa kalktı. Çantayı açtı. İnsanı büyüleyen o ses, "Katagan! Aynanın içindeyim. Çıkar beni ne olur.” diyordu. Buğlem, aynanın içinden gelen bu büyüleyici sesten etkileniyor ama bir yandan da korkuyordu. Korku içinde aynayı çantadan çıkardı ve uyurken duyduğu bu sesin aynadan geldiğini fark edince aynayı yatağın üzerine fırlattı. Aynanın içindeki o şey, "Beni lütfen bir daha fırlatma! Narin biriyim en nihayetinde." diye güldü ve ekledi, "Yüzüme bakmayacak mısın Katagan çiçeğim?" Buğlem aynayı yavaşça eline aldı. Aynada kendini gördü ama bir karartı olarak. Tıpkı kedinin arkasındaki şey gibi... Gözleri kocaman açıldı. Titreyen sesiyle sordu:
-Bu ne be? Rüya görüyorum sanırım, kedinin arkasındaki şeye çok takılmış olmalıyım.
Aynanın içindeki karartı kıkırdayarak konuşmaya devam etti:
-Ben Sâye.
-Ne Sâye’si ya? Dalga mı geçiyor biri benimle? Telefonum açık mı kaldı acaba?
-Ha-ha-ha gerçekten çok sersemsin. Buradayım işte, tam karşında. Aynanın içinde!
-Deliriyorum sanırım. Gecenin bir yarısı oturmuş bir aynayla muhabbet ediyorum. Pekâlâ, anlat bakalım sen kimsin?
-Ben Sâye adımı söylemiştim zaten. Karartılar diyarından ayı koruyan muhafızlardan biriyim. Buraya hapsedildim. Lütfen Katagan, bana yardım et.
-Neden hapsoldun? Ne yaptın da seni oraya koydular?
-Yemin ederim bir şey yapmadım. Ben masumum.
-Masum olsan oraya hapsedilmezdin Sâye. Anlat ne yaptın?
-Sana her şeyi anlatacağım ve masum olduğumu anlayacaksın.
-Seni dinliyorum.
-Sen henüz doğmamışken hatta bu gezegen yeni yeni kurulurken, biz karartılar dünyaya gönderildik. Gezegeninizdeki canlı cansız her şeyi takip edecek, koruyacak ve arkanızdan sizin suretinizde dolaşacaktık. Uzun yıllar görevimizi eksiksiz takip ettik. Barış içerisinde yaşamayı sürdürdük. Ama bir gün önderlerimizden biri isyan etti. Arkanızda dolanan bir karartı olmak istemediğini söyledi. Sonrasında ise büyük bir savaş çıktı. Gölgeler ve insanların savaşı.
-Gölge mi? Gölge ne demek?
-Ah insanlar... Gölgenin ne demek olduğunu unutturunca ebediyen yok olacağımıza mı inandırdılar kendilerini? Ne gülünç. Bak Katagan, gölge benim ve evet kedinin arkasında gördüğün karartı da gölgedir.
-Tamam pekâlâ. Bana neden Katagan diyorsun? Adım Buğlem.
-Biliyorum Buğlem. Katagan çiçeği yani karahindiba; Güneş Tanrısı Apollon’un oğlu Phaeton’un, güneş arabasını hareket ettirirken etrafa saçtığı tozlardan büyüyen bir çiçek. Sen de güneş gibi kızılsın ve bakışlarında en az güneş kadar yakıcı. Bu sebepten sana Katagan demeyi uygun buldum. Rahatsız olmuyorsundur umarım.
-Peki şu savaşa tekrar dönelim, nasıl oldu da oraya sıkıştırıldın?
-Siz insanlar bizi katlettiniz. Her birimizi bir aynanın içine hapsedip yaktınız ya da denize attınız. Boğulmamızdan zevk aldınız.
-Siz nasıl boğulabiliyorsunuz? Bir formunuz bile yok.
-Et ve kemikten bedenlerimizin olmaması acı çekemediğimiz anlamına gelmez. Biz de en az sizin kadar ağlayabiliyor, sevebiliyor, nefret edebiliyoruz inan bana.
-Seni üzmek istememiştim Sâye. Konuşan bir aynanın duyguları olabileceğini tahmin edemedim. Peki sen nasıl bu zalimlikten kurtuldun?
-Benim aynam tıpkı senin gibi alev alev bakan bir sultanın elindeydi. Mahfer Ay Sultan. Gece gibi saçları, ay gibi gözleri vardı. Beni yani aynamı korudu ömrü boyunca.
-Ya o kedinin arkasındaki gölge? O nasıl kurtuldu aynanın arkasından?
-Kaçmayı başardı. Önderlerimizin intikamını almak için sahibine aynayı kırdırdı. Şimdi bir kedinin gölgesi olmuş. Ne düşünüyor, aklında ne var inan bana bilmiyorum.
-Benden ne istiyorsun Sâye?
-Karartılar diyarına dönmem için yardımını.
-Ben basit bir insanım sana nasıl yardımım dokunabilir?
-Beni Ayşıl’a vermemekle başlayabilirsin.
-Ayşıl’ı nereden tanıyorsun?
-Geçmişten.
-Nasıl yani?
-Geçmiş yaşamındaki Ayşıl’ı tanıyorum. Üzgünüm ama arkadaşın sandığın kadar iyi biri değildi.
Sâye’nin söyledikleri karşısında Buğlem’in aklı karışmıştı, Sâye devam etti:
-Her neyse Buğlem. Beni sakın ona verme.
-Peki... Ayşıl’a ne hediye etmemi uygun görürsün sevgili gölge?
-Taş. Taş ver ona. Taşları sever o.
-Taş mı? Ah tabi ya Ayşıl taşlara bayılır. Ama Sâye sen nasıl bunu bilebilirsin?
-Katagan, sabah olacak neredeyse. Artık yatmalısın. Belki yarın anlatabilirim.
Buğlem peki anlamında başını salladı. Aynayı montunun cebine koyup yatağına gidip yattı. Uykuya yeni dalmıştı ki alarmın sesiyle sıçradı. Neredeyse tüm gece Sâye ile konuşmuş, azıcık bile uyumamıştı. Siyah gömlek ve siyah pantolondan oluşan okul formasını giydi. Bu formadan nefret ederdi. Okuldaki 1300 kişiyi fotokopi makinasından çıkarmış gibi aynı giydiren sistem Buğlem’i aşırı rahatsız ediyordu. Kimse saçlarını okulun belirlediği boydan daha fazla uzatamaz ya da kestiremez, renkli ayakkabı giyemez hatta renkli çanta bile takamazdı. Tek renk vardı, siyah... Okulun koyduğu diğer "saçma" kural da iki örgülü saçtı. Buğlem saçlarını ördü, çantasını düzenledi ve kahvaltı yapmadan evden çıktı. Sâye ile konuşmak için montunun cebine koyduğu aynayı çıkardı. "Günaydın Sâye!" diyerek söze başladı:
-Günaydın Katagan. Uykunu alabildin mi?
-Ne demezsin! Şaşkınlığım halâ daha sürüyor. Fakat sana yardım etmeye karar verdim.
-Süper o halde. Şimdi Ayşıl’a taş bulman gerekiyor. Taşı görünce vereceği tepkiyi çok merak ediyorum.
-Nerede aramalıyım ona uygun taşı?
-Kesinlikle sahilde.
-Pekâlâ. Ders başlamadan bu işi halletmeliyim.
Buğlem aynayı tekrar cebine koyduktan sonra sahile doğru yürümeye başladı. Ayşıl’ın zevklerini bilirdi. Parlak şeylerden hoşlanırdı ama sahilde nasıl bulacaktı ki ona uygun parlak taşı? Tam bunları düşünürken aklına sahile giderken ki yolda taş satan kadın geldi. Orada muhakkak Ayşıl’a uygun bir şeyler bulacağına inanıyordu. Taş satan kadın, tezgahını yeni kurmaya başlamıştı. Buğlem uzaktan onu izleyerek yavaş yavaş kadının yanına geldi. "Merhaba, günaydın! Ben parlak bir taş arıyorum. Acaba elinizde bana uygun bir şeyler var mı?" diye sordu. Kadın, hırıltılı bir sesle; "Benim taşlarımın hepsi parlaktır." dedi. Buğlem, "Taşlarınıza bakabilir miyim?" dedi. Kadın poşetindeki taşları tek tek tezgâhın üzerine koyup Buğlem’in seçmesini bekledi. Buğlem; kırmızı bir mercanı andıran, avuç içinden biraz büyük, bir kenarı sanki özellikle sivriltilmiş gibi olan taşı beğendi. Özellikle, içinden damar geçiyormuş edasıyla kıvrılan siyah şeritleri ilgisini çekmişti. Kadına fiyatını sordu. Kadın, “Seksen birim. Ha bu arada bu taş çok değerlidir. Değerli olduğu için de talebi çok. Daha geçen gün senin yaşlarında renkli gözlü bir kız taşın güzelliğinden ağlaya ağlaya gitti buradan.” dedi ve güldü. Buğlem’in gözleri aldığı cevapla büyümüştü. Altı üstü bir taştı işte neden bu kadar pahalı olmak zorundaydı ki? Yine de arkadaşı için parayı ödedi ve taşı çantasına atıp otobüs durağına doğru koştu. Okula 30 dakika kadar geç kalmıştı. İlk ders matematik olduğu için biraz sevinse de önemli bir konuyu kaçırmış olabilirim düşüncesiyle acele ediyordu. Birkaç durak sonra okula vardı, sınıfına koştu ve yavaşça kapıyı tıklatıp içeri girdi. Öğretmeninden özür dileyip sırasına, Ayşıl’ın yanına oturdu. Montunun cebinin fermuarı açıktı. Ayşıl aynayı fark etti ve merak edip eline almaya çalıştı. Buğlem sertçe fermuarını kapatıp Ayşıl’a gülümsedi. "Bir şey değil ayna işte." dedi. Ayşıl arkadaşının garip davranışından endişelense de önemsemedi, tamam anlamında başını salladı.
Teneffüs zili çalmıştı. Buğlem, çantasından taşı çıkarıp arkadaşına verdi. "İyi ki doğdun Ayşıl! Seni çok seviyorum." dedi. Ayşıl taşı eline alıp inceledikten sonra hiddetle Buğlem’e baktı. Bu bakıştan Buğlem biraz ürpermişti. Ayşıl bağırarak, “Sen benimle oyun oynamaya mı çalışıyorsun hah?" dedi. Buğlem şaşkınlıkla bir şeyler gevelemeye başlamıştı ki Ayşıl daha da yüksek sesle, “Nereden esti de bana taş hediye etmeye karar verdin söylesene?" dedi. Buğlem’in gözleri dolmuştu ve tuvalete doğru koşmaya başladı. Sâye’ye soracaktı hesabını. Sonuçta taş hediye etmesi için akıl veren oydu. Kendini tuvalete kilitleyip cebinden aynayı çıkardı:
-Sâye! Bana neden git arkadaşına taş al dedin? Ayşıl kafayı yedi taşı görünce. Bana bağırıp durdu.
-Tam da ondan beklediğim hareket buydu.
-Ne? Ne diyorsun sen? Dün de bir şeyler dedin Ayşıl hakkında. Nereden tanıyorsun onu?
-Demiştim, geçmişten.
-Bak Sâye çok üzgün ve sinirliyim. Laf cambazlığı yapmayı bırak ve her şeyi anlat.
-Tamam sakin ol Katagan çiçeğim. Bugünden asırlar önce, Mahfer Ay Sultan öyle kudretli öyle güçlü bir liderdi ki bastığı toprak kudretinden erir, bakışının değdiği yer alev alırdı. Güzelliği öte diyarların dilinde türkü olmuştu. Bu kadar güç ve ihtişam onu yolundan şaşırtmamış iyiliğinden gram eksiltmemişti. Hanedanın en parlak sultanıydı. Bunu kıskanan Ayşıl da, Mahfer Ay Sultan’ın ömrünü yakıverdi. Bir gece yarısı gökte dolunay varken Mahfer Ay Sultan balkonunda saçlarını tarıyordu. Usul usul gökyüzünü seyrederken feryatlar kopmaya, saray alev almaya başlamıştı. Beklenmedik bir zamanda beklenmedik birinden gelen bu saldırı karşısında çaresiz kalmıştı, cesur ve her daim savaşmaya hazır bekleyen Mahfer Ay Sultan o gece kendisi kadar eşsiz çiçeklerle bezenmiş balkonunda ölümü bekliyordu. Ayşıl elinde taşla odaya girdi ve o çirkin suratıyla pişkin pişkin sırıttı. Mahfer Ay Sultan’ım yalnızca "Ölümüm senden mi olacaktı kardeşim?" diyebildi. Ayşıl’a az evvel hediye ettiğin taşla, Mahfer Ay Sultan’ın kafasına vurmuştu. Ayın dünya üzerindeki sureti olan sultanım usulca yere düştü. Kardeşi tarafından ihanete uğramışken bile çok güzeldi. Asil bedeni oracıkta, ayın altında, o balkonda öldü ve ben de, ayı korumakla yükümlendirilmiş ben de, yalnızca odanın içindeki büyük aynadan olanları izlemekle yetindim. Sonrasında ise aynı taşla geldi ve benim aynamı çatlattı. Eğer kırsaydı özgür kalıp Sultan’ımın intikamını alacağımı biliyordu. Fakat o beni sonsuz uçuruma, aynalar diyarında ki arafa hapsetti. Asırlar boyunca kendime boş bir ayna aradım. Çok acı çektim Katagan.
-Ah Sâye başına gelenler için çok üzgünüm. İnanamıyorum Ayşıl nasıl yapabilmiş böyle bir şeyi. Verdiği aşırı tepkinin sebebi buydu demek. O da biliyor ve hatırlıyor geçmişini.
-Evet. Elbette biliyordu. Her zaman kıskandı Mahfer Ay Sultan’ımı, her zaman. Hep ablası gibi güçlü bir lider olmak istiyordu fakat onun kanında yoktu liderlik. Yalnızca sızlanmasını ve ablasına engel olmayı becerebilirdi.
-Onunla konuşmalıyım Sâye. Evet geçmişteki Ayşıl kardeşini katleden, seni arafa kilitleyen bir zalim fakat şu anki Ayşıl, bu gerçeğin ağırlığı altında ezilen bir çocuk.
-Haklısın Katagan. Yine de dikkatli olmalısın ve çok fazla üstüne gitmemelisin, sinirlenip sana da zarar verebilir.
-Bugün konuşabileceğimi sanmıyorum zaten. Onun da benim de düşünmeye ihtiyacımız var.
-Evet kesinlikle. Sen akıllı bir kızsın Katagan. Doğru zamanda ve doğru şekilde yapacağın konuşmayı bilirsin.
-Sağ ol Sâye. Çok güzel yüreklendiriyorsun.
-Ne demek Katagan çiçeğim, görevim bu.
Dedi kıkırdayarak. Buğlem derin bir nefes aldı, aynayı cebine koydu ve sınıfa doğru ilerledi. Sınıf kapısının önünde durdu. Ayşıl çantasını da alıp başka bir yere geçmişti. Yanına gidip, "Neden böyle yapıyorsun? Konuşabilir miyiz?" diye sordu. Ayşıl, “Artık seninle arkadaşlık kurmak istemiyorum." dedi. Buğlem donuk gözleriyle, Ayşıl’ın ela mı yoksa yeşil mi olduğunu anlayamadığı parlak gözlerine baktı. Başını çevirip sırasına oturdu. O gün boyunca tek kelime etmedi. Yalnızca sustu. Kafasındaki düşünceler tıpkı dalga gibi bir sağa çarpıyordu bir sola. Düşünceleri durdurmak istiyordu, nefes alışverişlerini takip etmeye çalıştı. Kendini dinlemek, kafasındakilere kulak vermek istemiyordu. Gözlerini yumup uyumaya çabaladı.
"Buğlem." "Buğlem BOLUAY." Üç veya dört defa öğretmeni adını tekrarlamıştı Buğlem’in. Önünde oturan arkadaşı omzuna vurmasaydı eğer öğretmenine cevap vermek için uyanamayacaktı. "Burada" diye seslenip başını tekrar sıraya koydu. Öğretmeni ise, "Burada olduğun konusunda şüphelerim var doğrusu Katagan" dedi. Buğlem’in kalbi çarpmaya başladı, hızla başını kaldırdı. Yanlış mı duymuştu? Öğretmeni kendisine Katagan mı demişti? Gözleri kocaman açılmış bir şekilde öğretmenine bakarken, öğretmeni yalnızca belli belirsiz bir gülümseyişle sol kaşını havaya kaldırmıştı. Buğlem, öğretmenini ilk kez dikkatle inceledi. Dalgalı ve geceyi andıran saçları, ay ışığına benzeyen yüzü, güneş gibi yakıcı gözleri ve kraliyet ailesine mensupmuş gibi asil duruşuyla kendisine birini andırmıştı, Mahfer Ay Sultan’ı. Edebiyat öğretmeni olan Aygün Hoca’nın Mahfer Ay Sultan olması mümkün olabilir miydi? O ders boyunca her göz göze geldiklerinde Buğlem, "Sen o musun? Sen Mahfer Ay Sultan mısın?" diye soruyordu bakışlarıyla. Öğretmeni ise yalnızca kim bilir manasında iki kaşını yukarı kaldırıp dudaklarını aşağı doğru büzüyordu. Buğlem’in bu merakı hoşuna gitmişti. Teneffüs zili çaldığında Buğlem, Aygün Hoca’nın yanına doğru gitti. Aygün Hoca, "Nasıl dikkatini çekeceğimi iyi biliyordum Katagan. Beni sonunda tanıdın. Düşünsene sana daha önce kaç defa Katagan diye seslenmiştim? Nasıl oldu da kim olduğunu öğrendin ve beni tanıdın dinlemek istiyorum.” dedi. Buğlem tane tane her şeyi anlattı. Sâye’yi bulmasını, kendisiyle konuşmasını, taşı alma öyküsünü, Ayşıl’ın taşı görünce verdiği tepkiyi, Sâye’nin kendisine geçmişi anlatmasını... Her şeyi, tüm ayrıntılarıyla. Aygün Hoca derin bir soluk aldı ve anlatmaya başladı, “Okuduğum bir kitapta içinde bulunduğum durumu anlatan bir paragrafa denk geldim Katagan. Anımsadığım kadarıyla sana anlatmak istiyorum; Doğal yaşam döngüseldir. Gece gündüze döner ve ay doğduğunda, geceye döner. Bir mevsim yavaş yavaş diğerine geçiş yapar. Zaman geçtikçe yeni kuşaklar doğar ve yaşlılar ölür. Kendi yaşamlarımız doğrusal düzlemde görünse de doğum, ölüm ve yeniden doğuş doğayı tanımlar. Bu nedenle, bazı eski gözlemcilerin insan varlığının görünen doğrusallığına bakması ve yaşamın, dünyanın doğası gibi, aslında doğrusaldan çok döngüsel olabileceğine karar vermesi şaşırtıcı değildir. Birçok din, felsefe ve akım da bu döngüsel yaşamı, yani reenkarnasyonu benimsemiştir. Reenkarnasyon en belirgin Hinduizm ve Budizm olmak üzere büyük Doğu dinleri tarafından yaygın olarak kabul edilmektedir. Hindu dini çok geniş ve çeşitlidir. İnananları bir dizi tanrıya ibadet eder ve çeşitli gelenekleri kutlar. Yine de dünyanın en eski dinlerinden biri olan Hinduizm, reenkarnasyonla bağlantılı bir doğumlar ve ölümler zinciri olan Samsara’nın kabulü ile birleşmiştir. Samsara’yı kontrol etmek karma kanunudur. Hindular tüm bireylerin yaşamları boyunca karma biriktirdiğine inanırlar. İyi eylemler iyi karma ile sonuçlanır ve kötü eylemler negatif karma yaratır. Karma hiçbir tanrı tarafından atanmaz yahut düzenlenmez. Yalnızca kişinin önceki yaşamlarında yaptığı özgür eylemlerine dayanır. Regresyon yoluyla geçmiş bir yaşamı görmek, ruhun başka bir gerçeklikte, bu hayatta yapılan eylemin sonucunu etkileyen bir deneyi gözlemlemektir.’’ dedi. Buğlem,
‘‘Peki neden reenkarne olunur hocam?’’ diye sordu.
‘‘Ruhun bu dünyaya her inişinin belirli bir ilahi amacı vardır Katagan. Bu, ruhun ilk inişi mi yoksa müteakip bir reenkarnasyon mu olduğuyla alakalıdır. Ruhun reenkarne olmasının üç temel amacı vardır. İlk olarak, manevi alandaki temizliğin yeterli olmadığı bazı günahlar vardır. Böylece, günah işleyen ve hayatta iken düzgün bir şekilde tövbe etmeyen ruhlar, bazen daha önce taahhüt edilen günahları rehabilitasyonu olarak bu dünyada ikinci bir yaşam turuna girmeye zorlanırlar. Çoğunlukla, rehabilitasyon, ruhun önceki yaşamında yenildiği aynı zorluklarla karşı karşıya kalması ve üstesinden gelmesi durumunda gerçekleşir. Bu aynı zamanda açıkça kötü bir şey yapmadığını bilmesine rağmen teshuvah yapmak için çaba göstermesinin nedenidir. Sonuçta, hâlâ düzeltilmesi gereken önceki bir yaşamdan kalanlar olabilir. İkinci olarak; Reenkarnasyon, ruhlara önceki bir enkarnasyonda yapamadıkları emirleri yerine getirme fırsatı sunar. Genellikle bir ruh tüm emirleri bir seferde yerine getirmeyi başaramaz ve hepsini yerine getirene kadar tekrar tekrar reenkarne edilebilir. Üçüncü ve son olarak, kendi büyümeleri veya mükemmellikleri için inmeyen bazı ruhlar vardır. Aksine, bu dünyaya geri dönmelerinin tek nedeni başkalarına fayda sağlamaktır. Bu, bir bireye ya da tüm nesile manevi ya da maddi olarak yardımcı olmak olabilir. Bazı ruhlar, ruhun bölgesine gitmeden, neredeyse anında reenkarne olabilirler.” Buğlem hocasının konuşmasını böldü ve sordu, “Nasıl yani?” dedi. Aygün Hoca cevap olarak devam etti, “Birisinin bir kazada erken öldüğünü varsayalım. O zaman ruhu sadece hayati kılıfa kadar gidebilir ve oradan manevi bir figür veya ilahi lütuf müdahale ederse, yedi veya sekiz ay içinde yeni bir ailede enkarnasyon alabilir. Benim ruhum sayamadığım kadar çokça reenkarne oldu Katagan. Çok uzun bir süre Ayşıl’ın tekrar gönderilmesini bekledim. Onunla yüzleşmek, ona onu affettiğimi söyleyebilmek için. Ne tesadüf ki Ayşıl’ı burada bu gerçeklikte bulabildim. Çok değişmiş ve olgunlaşmıştı. İkinci yaşamında olduğunu sanmıyorum muhtemelen birkaç defa daha dünyaya gönderildi. Önceki yaşamları çok sancılı geçmiş olmalı ki bu yaşamında ona yardım etmesi için sen seçildin. Ayşıl ilk yaşamındayken yani benim kardeşimken karahindibalarla oynamayı çok severdi ve bugün katagan olarak sen yanındasın. Anımsıyor musun? Karahindiba bahçesinde çarpıştığınız o günü. Ben hiç unutamam... Ayşıl, geçmişinde yaptığı hatalar ile bugününde yüzleşiyor. Ona verilen bu şansı doğru şekilde değerlendirmeli. Bu konuda sana ihtiyacı olacak. Onun yanında olmalı ve desteklemelisin. Sâye’ye gelirsek, gölgeler tehlikeli yaratıklardır. Aynanın arkasında kalırsalar sana güzel bir dost olabilirler ama bu tarafa geçerlerse gece evrene ebediyen hâkim olur ve karanlık üzerimizden çekilmez. Sâye konusunda ekstra dikkatli olmalısın." dedi. Buğlem cebine koyduğu aynayı yavaşça çıkarıp Aygün Hoca’ya uzattı. Aygün Hoca aynayı alıp açtı. Sâye’yi görünce hemen geri kapattı ve Buğlem’e, “Bunu her yerde açmamalısın Katagan. Güzelce saklamalı ve güvende tutmalısın. Ben senden isteyene dek saklamalısın. Anladın mı?” dedi. Buğlem, “Evet öğretmenim. Saklayacağım.” dedi tam o sırada alt sınıflardan bir çocuk koşarak yanlarından geçerken Aygün Hoca’ya çarptı. Bu çarpışmayla ayna Aygün Hoca’nın elinden düştü ve orta yerinden kırıldı. Uzun ve kasvetli bir rüyadan uyanmış gibi rahatlayan Sâye, simsiyah ve devasa görüntüsüyle okulun duvarında beliriverdi. Artık özgürdü... İğneleyici ve aşağılayıcı bir ses tonuyla güldükten sonra, “Ah ne uzun zaman olmuştu şu çirkin dünyaya ayak sürmeyeli ve ne uzun zaman olmuştu ayın sureti Mahfer Ay Sultan’ımı görmeyeli.” dedi, Buğlem’in ve Aygün Hoca’nın düşüncelerini okumaya çalışırmış gibi bir süre durdu ve ekledi, “Sultan’ım halâ hatırladığım kadar güzelsiniz. Sizi ne çok özlemiştim. Sayenizde Ayşıl’ı bulacak ve intikamınızı alacağım Ay Sultan’ım.” dedi. Aygün Hoca şiddetle bağırdı, “Sen ne hakla geçmişteki kardeşimi ve şu anda ki öğrencimi tehdit edersin? Hatalar yapıldıysa affedilir intikam alınmaya çalışılmaz Sâye. Siz gölgeleri aynalar diyarına göndermemizin sebebi buydu işte. Sonu gelmeyen intikam arzunuz...” dedi. Sâye yıllarca hayranı olduğu kadının kendisini böyle azarlamasından rahatsız olmuştu ki geçtiği her duvarı kırarak gözden kayboldu. Aygün Hoca kısık bir sesle, “Seni çıktığın yere geri sokacağım. Hiç şüphen olmasın!” dedi ve alev gibi delici bakışlarıyla Buğlem’in yanından uzaklaştı. Buğlem başını sınıfa doğru çevirdiğinde sınıf kapısının önünde ağlayan Ayşıl’ı gördü. Hızlıca yanına gidip ona sıkıca sarıldı. Bir süre ikisi de hiç konuşmadı ve öylece sarıldılar. Son derste bittikten sonra beraber okulun karşısındaki parka gidip oturdular. Ayşıl, Buğlem’e geçmişi nasıl hatırladığını anlattı. 2 hafta önce sahile giderken taş satan kadına uğramış ve kırmızı mercanı andıran siyah şeritli taşı görmüştü. Eline alıp incelediğinde tüm geçmişi şimşek gibi beyninde çakmış ağlayarak oradan uzaklaşmıştı. Sonrasında bunun sebebini araştırdığında reenkarnasyonu keşfetmiş ve bu gördüğü şeyin geçmiş yaşamına ait olabileceğini düşünmüştü. Yine aynı şekilde yaptığı araştırmalarla regresyon çalışması yapmış ve her şeyi hatırlamıştı. Aygün Hoca’yla konuşmayı denemiş fakat utandığı için yanına bile gidememişti. Buğlem onu dikkatle dinledi ve “Bak Ayşıl önceki yaşamlarında kim olduğun ya da ne yaptığının benim için hiçbir önemi yok. Sen benim yıllar önce karahindibalarla dolu bir bağda çarpıştığım ela gözlü kızsın ve hep öyle kalacaksın. Aygün Hoca yani Mahfer Ay Sultan seni affetmeye hazır. Doğru şekilde özrünü dilersen seni affedeceğinden eminim.” dedi. Ayşıl rahatlamıştı fakat bu rahatlama kısa sürdü. Ağaçların ardından bir gölge belirdi. Sâye Ayşıl’ı görünce kahkaha patlattı. "Ah Ayşıl’cık... Beni hatırlayabildin mi? Sırf senden daha güzel, daha başarılı, daha çok seviliyor, çok daha zeki ve çok daha iyi bir lider olduğu için kıskançlık krizlerine girip kardeşinin kafasını ezdiğin taşla hapsedildiğim aynamı çatlatmıştın." dedi. Ayşıl geçmişini hatırladıkça elleri titremeye bedenini korku sarmalamaya başlamıştı. Bundan beslenen Sâye daha da yüksek sesle, "Senin yüzünden asırlarca aynalar diyarındaki arafta kayboldum. Her gün kendime boş bir ayna aradım. Senin yüzünden yüzlerce yıl acı çektim aptal kız. Bana yaşattıklarını sana ödeteceğim!" dedi. Ayşıl çok korkmuştu, kanlar içinde yerde yatan kardeşini görür gibi oldu, başını kolları arasına alıp titremeye başladı. Buğlem arkadaşının iyi olmadığını fark edince yardım çağırmak için okula doğru koştu. Okul sonrası etüt veren Aygün Hoca’yı gördü. “Hocam! Hocam!” diye bağırarak yanına gitti. Aygün Hoca, “İyi misin Katagan? Birine bir şey mi oldu neden bu haldesin?” diye sordu. Buğlem soluk soluğa Sâye’nin geldiğini ve Ayşıl’ı sıkıştırdığını anlatmaya çalıştı. Aygün Hoca çantasında ki aynayı çıkarıp parka doğru koşmaya başladı. Parka vardığında gördüğü görüntüyle şoke olmuştu. Sâye, Ayşıl’ı ortasına almış ve gece gibi üzerine çökmüştü. Ayşıl tir tir titriyor, ağlıyor ve konuşamıyordu. Kim bilir nasıl bir kâbus görüyordu. Aygün Hoca tüm soğukkanlılığıyla Sâye’nin karşısında durdu ve şu sözleri söyledi, “Non potes lucem obscuram facere. Diem in noctem vertere non posteris. Redi ad purgatorium, ubi tu es! (Bir ışığı belirsiz hale getiremezsiniz. Gündüzü geceye çeviremezsiniz. Ait olduğun yere, arafa geri dön!)” dedi ve sert rüzgâr esti. Ayşıl’ın üzerinde ki gölge kaybolmuş Sâye tekrar aynalar diyarına geçmişti.
Ayşıl biraz su içip sakinleştikten sonra Aygün Hoca’nın yanına oturup, “Kardeşim mi demeliyim yoksa öğretmenim mi emin değilim ama emin olduğum bir şey var o da sizden özür dilemem gerektiği. Geçmiş yaşamımda yaptığım hatalar bugünümü değiştirdiler. Size karşı işlediğim suç bugün cezam olarak karşıma çıktı. Özür dilerim Aygün Hoca’m ya da Mahfer Ay Sultan’ım” dedi. Aygün Hoca gururlu bir gülümseyişle Ayşıl’a sarıldı ve “Seni affediyorum Ayşıl, seni affediyorum.” dedi...