Tablo
Üzeri yosun tutmuş kapıyı yavaşça ittirdi. Kapı açılır açılmaz yüzüne vuran tozları eliyle dağıttı. Hava aydınlık olmasına rağmen içerisi kapkaranlıktı. Vestiyerin çekmecesinden geçen gün koyduğu mumu aldı ve yanında getirdiği kibritle yakarak içeriyi biraz olsun aydınlatmaya çalıştı. Tam karşısında duran salona ilerledi. Koyu kahve mobilyaların üstü örtülüydü. Camın kenarındaki sallanan sandalye her an parçalanacak gibi duruyordu. Odanın arka tarafında kalan kitaplıktaki tozdan yok olmuş kitapları inceledi. Şiir kitapları, romanlar, klasikler... Buradaki her şeyin bıraktığı gibi durduğundan emin olduktan sonra üst kata çıktı. Atölye odasına. Kapının eşiği dahil her yer boya olmuştu. Hoş, burası da bıraktığı gibiydi ya. Önce balkondaki çiçeklere bakmaya gitti. Gitti gitmesine ama ne çiçek kalmıştı ne toprak. Saksılar böceklerin yuvası olmuştu adeta. Tekrar içeri girdi. Elindeki mumun bu odaya yetmeyeceğini biliyordu. Yukardan sarkan ipi hafifçe çekti ve tavandaki küçük ampulün yanmasını sağladı. Böylece işine devam edebilecekti. İçinin karanlığı dışına yansıyan adam ampulün yanmasıyla gölgesini gördü. Önce yerde yatan bu koca kopyadan irkildi. Fakat sonra her zamanki gibi görmezden geldi. Üzerinde binbir çeşit boya olan paleti ve yarı temiz fırçayı eline alarak tuvale yöneldi. Fırçayı paletindeki siyah boyaya daldırdı ve resimdeki güneşi boyamaya devam etti. Evet evet, güneşi siyaha boyuyordu. Bu tablo onun ustalık eseri olacaktı. Yıllardır kazanmayı beklediği şöhreti getirecekti ona. Ondan çalındığına inandığı şöhreti...
İki genç üniversitenin bahçesinde oturmuş resim yapıyordu. Gördükleri insanları ve nesneleri kendi yorumlarıyla resmediyor, öğretmenlerinin ve çevredekilerin beğenisine sunuyorlardı. Yine onunki daha çok beğenilmişti. Hep aynısı oluyordu. En popüler, en eğlenceli, en yetenekli, en yakışıklı hep oydu. O enlerin de eniydi. Bu haksızlıktı. Her zaman her konuda o kazanamazdı. Artık buna izin vermeyecekti. O gün okuldan erken ayrılıp eve gitti ve acele bir plan yaptı. Eğer planı işe yararsa resimleri de o da hak ettiği değeri alacaktı. Kendine gelmek için lavaboya gitti ve yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında kendini gördü. Küçükken evlerinde çıkan bir yangın sonucu yüzünün yarısı, saçları, elleri ve vücudunun neredeyse tamamı yanmıştı. Yıllardır bu yüze bakmak ona inanılmaz bir öfke veriyordu ve içinde biriktirdiği bu öfkeyi nereye koyacağını bilemiyordu. Ama eğer onun yerini alırsa bir şeyleri düzeltebilirdi. Planı için gereken malzemeleri aldı ve yola çıktı.
Evdeki işi bittikten sonra çıkmadan yanına kitaplıktan bir şiir kitabı aldı ve arabasına atladı. Etrafta kimse yoktu. Bagajdan poşetleri çıkardı. Eski kapıyı cebindeki anahtarla açtı ve içeriye seslendi: "Ben geldim. Bu sefer en sevdiğin kitabı getirdim. Geçenki gibi sıkılmazsın. Hem trafik yoktu yemekler de soğumadı hadi yine iyisin." Karşı taraftan ses gelmedi. Anahtarı girişteki sehpaya bıraktı ve poşetlerle birlikte içerdeki odaya gitti. "Bugün de güneşi boyadım. Ev en son gittiğimden beri bayağı pislenmiş. Toplamaya üşendim. Başka zaman artık. Ee sen ne yaptın?" diye konuştu karşısında zincirlerle bağlı duran adama. Sanki cevap verebilirmiş gibi bir de soru soruyordu. Adamın gözünü kırpmaya bile hali yoktu. Her nefesi sanki sonmuş gibi derin derin alıyordu. Konuşmaması sinirini bozmuştu. Bu nasıl bir nankörlüktü. Yediği önünde yemediği arkasındaydı fakat hâlâ şikayet ediyordu. Poşetlerdeki yemekleri çıkardı ve tek tek önüne dizdi. Yorgunluğu yüzünden okunan adam ayağıyla tepsiyi devirdi. Sıcak çorba devrilirken zaten yanıklarla dolu yüzüne sıçradı. Bu ona yangını hatırlattı ve o kadar sinirlendi ki eline geçen ilk şeyle bağlı adamın kafasına defalarca vurdu. Acı içinde çırpınan adam ikinci darbeden sonra hareket etmeyi bıraktı. Artık her şey bitmiş, geriye tek bir şey kalmıştı: Tablo...
Gökçen
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.