- 313 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?
"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)
Ahirzaman ne demek efendim? ’Bunamak’ gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. ’Ahir’ demek ’son’ demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi ’kandırılarak’ ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.
Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed’in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.
Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey’in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda ’Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...’ tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter’da daha yükseğini beyan etmiş:
"Allah’ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah’ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah’a inanmak bana huzur veriyor."
Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin ’kanıtın imanı çökerttiğini’ söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için ’mış gibi’ yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.
O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile ’kanıtlanabilme’ nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah’ın yaratışında olmuyor? Allah’ın yaratışı insanın yazısından geri mi?
Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper’a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin ’deliliği’ kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim ’akıllı’ kim ’deli’ karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey’e birşey demiyoruz tabii.
"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani ’ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin’ deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey’e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!
Peh! Allah’ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam’a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey’in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?
Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde ’inanmıyorsam’ sonrasında ’bilmek’ nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?
Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat’ta Bediüzzaman Hazretlerinin ’dimağdaki meratip’ isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu ’kaynama’ mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir ’tahayyül’ var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.
Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. ’Sezgi’ diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü ’uçulabildiğini’ biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.
Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak ’bilim âdemi’ neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.
Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman’ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur."
O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. ’Bilgi’ ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar ’inanmak-inanmak’ arasında geçiyor. ’İnanmak’ ekseninde baktığınızda bütün itikadlar ’bilmek-bilmek’ arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam’a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. ’Kalu Bela’daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.
İşin şu boyutu da var: Başta Kur’an olmak üzere İslamî bütün metinler ’acaba’yı değil ’kesinliği’ ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur’an’dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey’i yeterince ikna edemiyor.
"Allah’a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki ’huzur’ bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah’a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. ’İspatlanamaz’ ama ’huzur verir’ demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.
Yani ’bilmek’ alanını ’kâfir-mü’min ortak alanı’ olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği ’acaba’ kalan başlıkları da ’inanmak’ alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur’an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.
Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. ’Bilmek’ alanı Kur’an’ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki ’imtihan edilmediğimiz alan’dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.
Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk’ü Allah gibi biliyorlar ama Allah’a Atatürk kadar inanmıyorlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.