- 304 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yalancı Ali/1
YALANCI ALİ (1)
(O.Ç.OSMANOV/Ölüm Uykusu) ROMAN
Sevindik Köyünün iki derslikli bir okulu vardı. Duvarları taştan, örtüsü de saptandı. Önü batıdaki dağlara, arkası da doğudaki istihkâmlar sırtına bakardı. Sol yanında derin bir yol, sağ yanında da uzun bir tarla vardı. Tarlanın başında kör bir kuyu, dibinde uzun bir servi kavağı, kavağın yanında da tek bir oda vardı. Adı da öğretmen eviydi.
Okulda elli kadar öğrenci ve iki de öğretmen vardı. Birleri, ikileri ve üçleri birisi, dörtleri ve beşleri de diğeri okutmaktaydı. Evli ve çocuklu olanı bu tek oda evde kalırdı da bekâr olana yer yok; o, sınıfın bir köşesinde yatar kalkardı. Zaman, öyle bir zamandı. Sene bin dokuz yüz elli altı...
Okul, köyün batı yamacındaydı. Önü kazma ve kürekle köylülerce düzlenmişti ki çocuklar burada koşup oynarlardı. Aşağısında iki kademeli taş duvarlar vardı. İki duvar arasında da dar ve uzun bir bahçe vardı. Yine, köy içine gidilen yola inen taş merdivenler vardı ki, bu merdivenler bahçeyi orta yerinden ikiye ayırmaktaydı. İkiye bölünmüş bahçede ayva, muşmula, elma ve erik ağaçları vardı. Ağaçları tarım bilgisi dersinde öğrenciler dikmişti. Kazmışlar, sulamışlar, büyütmüşler; meyveleri de onlarındı…
Tosbağa kayası yola inen yamaçtaki taş merdivenlerin hemen sağındaki erik ağacının altındaydı. Yalancı Ali, tilki Dilaver, herodot Selim, Osman Osmanov, demir yumruk Veliko, kedi Şaban, aniyatapipi Hasan, ergele budala kazkafa Naci, bozca Rami, sivri kaya Murat, kepçe Recep… Adı ve lakabı her ne ise bir sürü çocuk da ilkyaz güneşinin ısıtıp kızdırdığı bu kayanın üstündeydi.
Erkekler tosbağa kayasının üzerine çöreklenmişler, hayıhuy içinde ve derin muhabbette; kızlarsa okul önündeki düzlükte ve gırgır, şamata neşe içinde; ellerinde bez top, kırık kiremitleri üst üste dizmişler; kim yıkacak, kim kaçacak, kim toplayacak gibi bir oyunun peşindeydi...
Birgün eşeği Köroğlu’nu semerlemiş. Eşeğin babasını teke süsmüşte eskiden, bir gözü körmüş de, sümsük eşeğin adı o yüzden Köroğlu’ymuş Ali’nin dediğine göre. Semeri eşeğin üstüne, kıl heybeyi semerin üstüne, zeytin, peynir, ekmek gibi nevaleyi heybenin gözüne, bir de kendi onların üstüne binip kışla yoluna düşmüş. Adına Ala Şeytan dediği uyuz köpeği de peşlerinde, yürüyüp gitmişler. Çobana ve çoban köpeklerine yiyecek götürecekler, vazife bitince dönüp geri geleceklermiş sözde. Ama o da ne; Ali’nin dediğine göre, bu gidiş başka bir gidişmiş ve başka günkü gidişlere hiç benzemezmiş. Çünkü Ala, tuhaf hisler içindeymiş ve çok tuhaf hareketler etmekteymiş. Dur desen durmaz, git desen gitmez, ür desen ürmez, sus desen susmaz, ne yaptığı anlaşılmaz, bilinmez bir şekilde. Ala’ya bir şeyler olmaya başlamış ki; tuhaf. Kıpır kıpır, durduğu yerde duramaz . Tüyleri kirpi gibi diken diken, çok sinirli peynir gözleri kan içinde, dişleri sanki domuzun azısı gibi. Kulakları da sivri, tıpkı yabaniler gibi. Arada sırada yalancıya bakarmış ve sanki ona bir şeyler anlatmaya çalışırmış tedirgin ve endişeli.
On üç çocuk, hepsi tosbağa kayasının üstünde ve Ali’nin çevresinde. Onlar bu köyden değil de sanki yabancı. Sanki onlar onun uyuz köpeğini hiç görmemiş, bilmiyor. Yalancı Ali anlatıyor, onlar dinliyor. İçinden de "anlatsın bakalım, dinler dururuz sanki ne olacak ki!" diyor
Kepçe Recep:
"Atma yalancı atma! Arkandaki çürük Hasan mı, koca dağ Mahya!"
Yalancı Ali:
"Bi yudum yalanım varsa te bu iki gözüm şuracıkta önüme aksın. Bi yudumcuk yalanım da varsa…"
Bir de işte, o azı gibi dişlerini kan kırmızısı dudaklarından çıkarmış, uzun kürek dilini yere doğru sarkıtıp parlatmış, bakışlarında da şimşek çakmaları varmış. Çok sinirliymiş ki Ala, tüyleri o yüzden kirpi tüyü gibi dimdikmiş.
Sonra, işte o muhteşem Ala, her şeyiyle söyleyeceğini söylemiş ya, yalancı Ala Şeytanın ne dediğini anlamamış, bilememiş. Sonra bakmış ki çaresiz Ala, sahip pekte umursamaz; o zaman kahraman Ala’ya da bir dakka bile durmak yakışmaz. Sıkmış karayı ve o hızla kışla yolunun dik yokuşuna tırmanmış. Ne tırmanması? Ne atlaması, sıçraması? Ne uzayıp tazı gibi koşması; uçmuş uçmuş! Kuş olmuş uçmuş. Ne kuşu? Kahraman Ala’ya kuş yakıştırması olur mu; o kartal olup uçmuş. Kartal da bir kuş ama olsun! Serçe filan değil ki, ünlü mü ünlü bir kuş…
Ala Şeytan, o hızla tek solukta kışlaya bir gitmiş, bir gelmiş. Bakmış ki; sahip Ali Köroğlu’nun üstünde. Köroğlu da sefil mi sefil, uzun kulakları yerde… Gelmiş, onların önüne kazık sıçanı gibi dikilmiş. Bir şeyler söylemekteymiş ama Ali, köpekçe bilmez; itin anlatmak istediği acaba neymiş!
Sonra gene uçup gitmiş Ala. Sonra, soluk alıp verene kadar gene geri gelmiş. Bu şekilde tamı tamına yedi kere kışlaya gidip gelmiş. Öyle ki, kale gibi dik ve yüksek şeytan kayalıklarını ve dibi direği olmayan çok derin Gürgendere’yi tam yedi kere geçip gitmiş gelmiş. Ve Ali’nin önüne dikilmiş ki, ulan o da ne! Ala’nın dili bir karış sarkmamış. Ne bir zerrecik yorulmuşmuş, ne de sık sık soluyup boğulmuşmuş. Yorgunluğun esamisi bile yokmuş. Ve ağzından tek damla salya akmaz! "Vay" demiş Ali, köpeğin bu dayanıklılığına. Şaşırmış, hayretler içinde kalmış. "Bu Ala, ötelere gidip erdi, sonra geldi başıma evliya kesildi" demiş. Başka olası yok, bu Ala kesin erdi. Evliyanın ta kendisi... Şeytan kayalıklarını, gürgen dereyi tam yedi kere aşıp geldi de gık bile demedi. Ulan bu ne güç, bu ne kuvvet! Ona bir haller oldu ama ne! Ali, tedirgin olmuş çok. Biraz da korkmuş tabii…
Ala, kışlaya yedi kere gidip geri gelmiş ya, sekizinciyi denememiş. Anlamaz oğlu anlamaz Ali’ye diklenmiş de diklenmiş. Eşek Köroğlu bile bu vaziyette titremiş, ürpermiş ki, korkusundan altına işemiş. İşte aynen öyleymiş. Bu ermiş ulu köpek, ya şimdi hop edip eşeğin üstüne atlarsa! Ya onu kaptığı gibi kaçırırsa! Kanat çırpıp masal kuşu gibi göğün yedi kat ötesine uçurursa! Bulutların çok ötesine, evrenin sonsuzluğundaki görünmez, bilinmez ülkesine. Oğlum, evliya bir kere o! Hem de ermiş. Erenler ülkesine yedi kez gitmiş, yedi kez de gelmiş! Hem uçar, hem de… Kanatları tüyden değil, belki de demirden. Ya da çelikten… Ellerli ve ayakları kerpeten… Ali, kaç kiloluk çocuk şunun şurasında. Eti ne, iliği ne onun. Zayıf mı zayıf… Topu topu bir deri, üç de kemikten.
Pipi Hasan:
"Ne masalmış be yalancı!"
Yalancı Ali:
"Ne yani, götüremez mi?"
"Yoksam akşam fasile yidin de bu anlattığın uykunda gördüğün osuruklu bi rüya mı?"
"Ne yani, yalan mı? Evliya gücü oğlum! Sen hayatında ermiş gördün mü hiç? Ben gördüm. Hem de kendi gözümle. Oğlum, bi kere sen dünyadan bihabersin. İsterse bi ermiş, senin o üstüne bile çıkamadığın kayalıklar var ya, işte onları gucağına alır baa mısın demez ve hoppadak Gürgendere’nin içine bırakır da beş dakkada bi baraj yapar oraya. Seen bundan haberin var mı? Ermiş guvveti oğlum! Hem şitan gulağına kurşun de de duymasın! Alimalla bi çarparsa cin çarpmışa çeviri adamı! Ama korkma korkma; Evliyalar insana yardım eder, çarpmazlar. Çarpsa bilem insanları çarpan kötü cinleri çarpar onlar. İnsan çarpmaz…"
"Ulan yalancı, Savi dede bin bir tane masal bilir ama sorsam bu masalı o bilem bilmez. Duymamıştır..."
"Ne masalı be, ne masalı! Te şu gözümle gördüm diyom, ne masalı! Sor istersen, Köroğlu bile şayitlik yapar. Sor istersen… Ona sor. Yalansa da gözlerim önüme aksın. Ekmek Mushaf çarpsın. Anam bubam ölsün ulan! Dilim şindi daa şuracıkta tutulsun da gonuşamaz olsun! Yalansa da… Bak anlatayım…"
Burgu Selim:
"Anlatma anlatma! Üüf… Yeter bu gadar palavra!"
Yalancı Ali:
"Anlatayım ulan, ne olacak ki! Bilmiyosanız üğrenin işte… Bi gün sizin başınıza da büle bişey gelirse o zaman çaresiz galmayın."
Bozca Rami:
"Bırak be Selim, anlatsın işte! Nolacak! Daa akşama bi gün var. Örtmen de gitti zaten, artık gelmez. Zaman nası geçecek?"
"Anlatsın mı?"
"Anlatsın işte… Yapacak işimiz mi var başka? Baksana, gızlar yedi kiremit oynuyo. Bizi de sokmadılar. Topumuz olsaydı maç yapardık ama… Yok, mına koyum."
Yalancı Ali:
"Bigün gelmiş ki, bütün ülke işgal edilmiş. Devşirik paşalar da ganı bozuk padişah da ikinin kefindeymiş…
"Hoşt hoşt! Masal bitti şindi de tarih dersi! Ulan goca padişaha nası dersin üle? Hem gızlar duyacak ulan, küfürlü gonuşma! Hemen gidip yapıştıracaklar örtmene, soona cetvel kırılacak ellerimizde…
"Tamam… Ülke zayıf durumdaymış işte. Yani, şanlı padişahımız zor durumdaymış. Ne yapsın dimi, elinden ne gelir? Anlı şanlı padişah ama ne olursa olsun sonunda o da ganlı canlı bi insan, evliya diil ya! Küçük büyük düşmanlar birleşmiş, sonacığıma birlikten kuvvet doğar deyip güçlenmiş ve topla tüfekle üstümüze gelmiş. Önce Çanakkale’ye gelmişler. Anadolu’nun daa başka yerine Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler… Yalan mı Herodot? Sen daa iyisini bilirsin. İşgal etmişler. Yalan mı? Çanakkale’den Gelibolu’ya çıkmışlar. Zelandalılar, Avustralyalılar… Hindistanlılar bile… Hem de Araplar da mı ne? O gadarını bilmem, her neyse ne! Ama birleşip de gelmemişler mi? Yalan mı yani? Dört koldan saldırıp sarmamışlar mı? Sarmışlar. İşte o zaman kurtuluş savaşı başlamış. Buyursunlar gelsinler mi? Bizi duğrayıp çiğ çiğ yisinler mi? Ya ölüm ya kalım demiş miyiz dememiş miyiz? Demişiz. Hadi, yalan deyin bakalım. Yalan tek kelime gonuşanın dili tutulsun da bi daa hiç gonuşamasın! Anası bubası ölsün…"
Selim:
"İyi be, tamam! Sana yalancı deyen mi var?"
Naci:
"Yalancı diil yalancının padişahı…"
Ali:
"Sensin ulan yalancı! Osman seni istiyo deye Ayşe Nur’a kim yalan attı? Gonuşturma insanı! Yalan torbası! Sor! Osman te burada. Sor bakalım kendisine, Ayşe Nur meselesi yalan mı?"
Naci:
"Osmanov, duğru mu lan?"
Osman:
"Beni garıştırmayın!"
Selim:
"Garıştıran ben miyin oğlum? Garıştıran Naci…"
Osman:
"Ulan kör Naci, bi yumruk çekersem gözlüklerin kırılır bak!"
Naci:
"Siktir ulan cansız bacaksız! Çöp gibi parmakların var hepisi yumruk olsa ne yazar?"
Osman:
"Demir yumruk Veliko var. O çeker…"
Naci:
"Ona süğdüm mü ki! Ne dedim? Bak Ayşe Nur’da orda. Gidip ona soralım. Yalan mı duğru mu kendi anlatsın. Gözü hep sende zaten…"
"Neyse… Gelibolu’da amansız bir savaş başlamış. Düşman çok, biz az. Az askerin komutanı olarak kimmiş bilin bakalım? Komutan kahramanmış ama askerlerde üst yok, baş yok. Silah yok, cephane yok. Ekmek yok, katık yok. Ama çok güçlü düşmanlar Çanakkale’yi bi türlü geçememiş. Neden? Türk askerini bi türlü yenememiş. Neden?"
"Neden?"
"Neden olacak? Çünkü o zaman zayıf ve güçsüz olan bize evliyalar yardım etmiş. O zaman kimin ülkesi işgal edilmiş? Haksızlığa kim uğramış? O zaman Allah Allah deye kim bağırmış? Evliyalar üledir işte. Zordaki iyilere yardım eder onlar…"
"Lan Herodot, bu yalancı var ya tarih dersinde seni yenecek!"
"Yalan mı?"
"Din dersinde de kaypak hocayı yenecek."
"Yalan mı?"
"Uyuz itinden sonra başımıza evliya kesilecek."
"Yalan mı?"
"Nenen saa çok masal anlatmış…"
"Ulan ne nenesi! Bu savaşları biz kitaptan okumadık mı? Örtmen anlatmadı mı? Düşman şaşırmamış mı? Gelibolu’da… İnebolu’da… Yalan deyen çıksın! Başka türlüsünü aklınız alır mı sizin? Oğlum, bu iş erenlerin evliyaların işi! Başka nası olacak? Biz az, onlar çok. Biz kazma kürekli, onlar toplu tüfekli. Biz taşlı sopalı, onlar kurşunlu saçmalı. Başka nası olacak?"
"Oğlum, biz azmışız ama kahramanmışız. Cesur yani. Onlar çok ama korkak…"
"Neden korkak olsun, onlar da bizim gibi insan diil mi? Ulan salak yalancı, sen sadece yalancı diil bi de salaksın!"
"Sensin salak! Salak Sali kimin dayısı?"
"Ulan bi kere Gelibolu bizim yurdumuz. İnebolu neresi, Safranbolu neresi? Onlar kalkmışlar ta nerelerden gelmişler. Kendi yurtlarından uzak oldukları için tabii korkacaklar!"
"Ben bilmem. Hani Türk askerinde silah yoktu ya! Hani mermi yoktu, kurşun yoktu ya! Sözde gâvur askerlerine komutanları üle demişti ya! Yalaan… Üleydi de mevzileri içindeki çukurlara neden sıkışıp galmışlar? Kurşunlar, saçmalar havada uçuşuyomuş, başını kaldıranın biğnini oyuyomuş. Yağmur gibi… Kurşun, mermi çokmuş ama görünürde asker filan yokmuş. Haçlı askerleri şaşırmamış mı; ulan bu kurşunları kim sıkıyo deye? Tabii ki evliyalar sıkıyo… Anlamışlar. Düşmüşler mi can derdine… Ulan burda, bu elalemin ülkesinde bizim işimiz ne! Silahını atan, kepini kapan sıkmış karayı. Kaçar mısın, kaçmaz mısın; ölür müsün, yaşar mısın? Ulan erenlerle, bi de evliyalarla savaşılır mı?"
"Bunları tarih kitabı mı yazıyo?"
"Hayır…"
"Örtmen mi anlattı?"
"Hayır…"
"Rüyanda mı gördün?"
"Hayır. Oğlum, ister inan ister inanma! Baa ne! Zorla inandıracak halim yok ya! Gözümle gördüm, gulağımla işittim diyom. Şayit oldum bi kere. İsterseniz Horali’ye sorun…"
"Horali de kim be!"
"Bizim eşek…"
"Onun adı Kör Ali diil miydi?"
"Ne kör Ali’si be! Köroğlu…"
"Ee, Horali kim?"
"Bizim eşek dedik ya ulan!"
"Oğlum sizde kaç tane eşek var?"
"Bi tane…"
"Ee, adı ne?"
"Oğlum, insanı şaşırtırsınız büle! Bizim ki Köroğlu. Horali’yse kör çobanın adı..."
"Kör çoban da kim?"
"Ananın… Oğlum, kavamı garıştırma! Ben gözümle gördüğümü, elimle tuttuğumu, gulağımla işittiğimi bilirin…"
"Gelibolu’da mıydın Çanakkale savaşında? Gözünle mi gördün?"
"Ananın… Birisi anlattı, işittim. Ben köpeği anlatıyom baa ne savaştan! Gözümle gördüm, şayit oldum diyom. İsterseniz sorun Horali’ye… İnanmazsanız bizim Koreliye… Yani eşeğe… Ben üstündeydim. Korkudan yere bile inemedim. Ulan bizim bu Ala erdi dedim de başka tek bişey deyemedim. Kuran musaf çarpsın! Dedim, Horali! Horali’ye… Eşeğe, yani Köroğlu… O da korktu. Çünkü Ala’nın gözleri çakmak çakmak… Çünkü tüğleri diken diken… Çünkü köpek deiil sanki ejderha! Ulan Ala, bu ne hal? Korkudan ona Ala diyom da şitan lafını edemiyom. Bakışları korkunç. Ulan yedi kere kışlaya gitti geldi de baa mısın demedi. Sekizinciye de öldür gitmedi, geçti karşıma diklendi. Ulan saa ne oldu? Aklıma geldi o zaman. Ulan sakın gudurmuş olmasın dedim kendi kendime. Töbe töbe! Şitan gulağana kurşun! Kör şitan… Duymasın. Sakın sakın! Korktum. Ama baktım ki ağzında salya yok ya, rahatladım. Ama korkunçluğunun anlamı ne? Her ne ise, gene de Horali’nin üstünden yere inmedim."
"Oğlum, eşeğin üstünde misin sen, yoksa çobanın mı? Bi garar versen…"
"Ananın… Ağzında salya yok. Dili de sarkmamış. Sakın gudurmuş olmasın! Canevim sıkışmış, yüreğim ağzımda. Ulan been Ala, baa ha! Kim sorarsa en yakın dostum ama üzerime ha atladı ha atlayacak! Ama atlamadı. Atlar mı? Çünkü gudurmadı ki o, sadece erdi. Erenler menziline erişti. Hiç, eren biri köpek bilem olsa insan birinin üstüne atlar mı? Atlamaz. Soona ne oldu ne olmadı çekti gitti anasını satayım. Gidiş o gidiş… Bi de baktım ki, Ala yok! Gitmiş. Yoklara garışmış. Haydi Horali dedim Köroğlu’na. Şaşırdım lan! Anam bubam ölsün ki şaşırdım. İnsan kendi eşeğinin adını şaşırı mı? Şaşırdım işte. Evliya köpeğe bile it dedim şaşkınlıktan.
"Köpekten evliya olmaz ulan salak yalancı!"
"Sen üle san. Hadi uzun kulak dedim. Var ya dedim ona, bizim dilsiz çobanın gulakları seninkilerden bile uzun oldu dedim açlıktan. Düş yola gidelim. Ala da gitti. Artık onun adı sadece Ala... Şitan mı; töbe bi daa demem. Fakire küçüklüğünden beri şitan dedik durduk; kim bilir nası da kızmıştı bize. Ama sesini bile çıkarmadı fukara. Hadi uzun kulak, düşelim gayrı yola! Hem de sallanmadan, oyalanmadan. Dilsiz çobanın gulakları biraz daa uzamadan …"
"Ulan yalancı, uyuz bi itten ermiş olur mu hiç? Ondan olsa olsa… Atma atma! Arkandaki çürük Hasan diil, goca dağ Mahya…"
"Yalan mı? Yalan mı yani? Tek kelime yalanım varsa da… İnanmazsan bizim dilsize sorarsın. Bir bir anlatır her şeyi saa."
"Dilsiz mi? Dilsiz mi anlatır? Gıdıkla da güleyim."
"Horali gonuşamaz ama her şeyi anlar. Hem de her şeyi de anlatır. Kaşla, gözle, işaretle... Ama sende onu anlayacak zekâ nerde tabii! Her şeyi üğren ve bil ama kötüyse yapma oğlum! Bu atasözü duymadın mı hiç? Yalan mı ama… Sonracıma, been eşeğe de bi haller olmasın mı bu saatten soona. Kıstı gulakları, sıktı arkarayı, guyruğu apış arada; o ne gidiş! Başka zaman olacak da kışlaya duğru büle hızlı gidecek ha! Kes boynundan gene gitmez. Eşeğin inadını bilmez miyin ben? Bu işte bi iş var ama esas mesele Ala… Yani o, bi ermiş. Hep o canım, hep o! Her bi iş onun işi! Eşekteki bu hal de onun işi! Ermiş kişinin elinden ne gelmez. İsterse şitan kayalıklarını bile tek sıra dizer de asker gibi, onları yürütür tek sıra halinde. Yürümeyene nodul vuru… Onları gudurtur, ciyak ciyak ulutur. Cansız kayaları… Çanakkale savaşında neler neler yapmamış ki! Savi dede o zaman askermiş. Haa… Tüh, şindi hatırladım. O anlatmıştı. Tabii... Sorma çocuk sorma deyen oydu. Şindi hatırladım… Gâvurun halini ne gör, ne sor deyen oydu…"
"Masalcı Savi dede? Bu masalı hiç dinlemedik ondan. Bize anlatmadı nedense."
"Çünkü masal diil gerçek ulan bu! Salak dört göz! Ampiri kuku! Ergele budala, gaz kava! Bilmiyosan dinle de üğren! Ayıp olan bilmemek… Kışlaya vardım ki ne göreyim! Allaah… Alla allaa! Elim ayağım düştü. Diz bağlarım çözüldü. Gözlerim pörtledi, dilim tutuldu. Biğnim durdu…"
"Seen biğnin var mıydı lan yalancı?"
"Ananın… Ulan ben diyom Çanakkale buğazı, sen diyon yandı altımın ağzı! Ulan manyak! Ulan ben diyom kışla yanları marebeden çıkmış gibi. Her yer gan revan. Bi goyun leşi dışarda, uzanmış. Boku, bağırsağı dışarıda; yerler gan revan… Bi goyun içerde; upuzun. Boku bağırsağı dışında… Yer gan revan. Birinin başı kopmuş, birinin bacakları yok, bi başkasının derisi soyuk. Her yer leş… Biri hala ölmemiş can çekişir, birisi ayakları havada tepinir… Yerler gıpgırmızı… Her yer kar ama karlar beyaz diil gırmızıya boyalı. Sürü korkudan gebermiş, kışlanın köşesinde tir tir. Dilsiz çoban çaresiz; çökmüş başka bi köşeye, elleri çenesinde, dirsekleri dizlerinde; boş boş bi yerlere bakmakta ama gözlerini bile kırpmamakta. Ne oldu çoban? Sorma! Ne oldu Horali? Sorma! Gurtlar mı? Bi saldırı ki sorma! Beş diil yirmi köpek olsa önlerine geçemez. Tam on dokuz azgın gurt! Yirmi köpek diil bi bölük asker olsa baş edemez. Dört goldan saldırıp dalmışlar mı kışlaya? Köpekler çaresiz tabii. Tıpkı Çanakkale’deki gibi düşman çok, biz az. Gurtlar besili, köpekler cılız. Horali dersen dilsiz bi çaresiz. Tüfeği bile yok ki elinde, ne yapsın! İyi ki onu da ısırıp leş etmemişler. Neden etmemişler biliyo musunuz?"
"Horali insan deye. Ya da konuşup bağıramıyo ya, dilsiz bi adam deye…"
"Hayır, hiçbirisi diil! Tam o sırada Ala yetişmiş imdada. Hani dediydim ya; kışlaya yedi kere gidip geldi deye. Oysam o yüzden üleymiş o. İmdat sesini işitmiş de kışlaya yedi kere o yüzden gitmiş. On dokuz azgın gurda bi saldırmış bi saldırmış ki, destanlık…"
"Nerden biliyon? Orda mıydın? Yalancı!"
"Teten yalancı… Ulan çoban ordaydı dedik ya ananın yancığı! Gaz kavalı! O anlattı herhalde dimi! Ondaki yürek Alpaslan yüreği! Ondaki yürek fatih Ahmet yüreği! Ondaki yürek, saldırım Beyazıt! Kanuni Bedirhan…"
"Pala Hasan… Zaart, zaart, zart! Kıçına katran sürmüşler…"
"Yanık yağ…"
"İnanmazsan sor Horali’ye! Evliya ulan o, köpek gibi göründüğüne ne bakıyon? Evliyalar bu dünyada gezerken her şeye benzer, salak! Hiç duymadın mı? Üle bi saldırmış ki, gurtlar feleğini şaşırmış. Birisi hemen oracıkta daa can vermiş. Alanın çenesi mengene, dişleri de kerpetenmiş. Birisi avludan atlarken gazığa saplanıp kalmış. Sarı bi gurt... Alanın dişlerinde can verense boz gurt… Korkudan ödü patlayıp ölen de…"
"Ala gurt. Ya da Sibirya gurdu…"
"Ananın… Ulan insanı şaşırtma! Korkudan ölüp geberen gurt diil bi kere, çoban köpeklerinden biri. İşte bizim dilsiz çoban gözlerini kırpmadan ona bakıyomuş, sonradan anladım. Ne oldu Horali aga dedim çobana. Ala şitan bi geldi dedi, amanın o ne geliş! On dokuz azgın gurt on dokuz serseri şaşkın. Bozgun, bozgun... İkisi ölmüş, on yedisi kaçmış. Amanın o ne kaçış! Horali’nin tüfeği yok ama olsa bile arkalarından kurşun yetişemez ki! Ala kükremiş; baa demiş, bu on yedi bozgunu tek tek avlamadan yaşamak haram demiş. On yedisini bi mezara sokmadan baa dönmek haram demiş ve gitmiş. On yedi gurt önde, gara bi bulut; Ala da peşlerinde gızıl bi şimşek… Şimşek gibi gitmiş. Gidiş o gidiş, bi daa da dönmedi. Ama bi gün dönecek. Mutlaka. Kesin… On yedisini bi mezara gömüp… Öcünü alıp dönecek. Dilsize üle demiş. Horali aga için rahat olsun demiş. Köpeğinin öcünü almadan dönmem, canını hiç sıkma dostum demiş. Gidiş o gidiş. Tam saymadım ama üç yıl mı oldu ne, gidiş o gidiş…"
"Üç seneden beri yok mu, kayıp mı seen uyuz it?"
"Yok…"
"Kışlaya yedi kere gidip gelen kimdi peki?"
"Oğlum karıştırma işte, şaşırdım. Ermiş olmuştu ya bizim Ala, belki de gerçek sandım. Yani gelen giden kimse yok. Ala gitti, döndüğü filan da yok…"
"Kaf dağının ardına…"
"Gıdıkla da güleyim, mezarlık çukuruna…"
"Akbabaların kursağına…"
"Kemikleri aç itlerin ağzına…"
"Ulan yalancı, köpek ölüsünü başka bi köpek yir mi sence?"
"Tamam ulan tamam; anlattım size goca bi yalan…"
"Gördün mü Osmanov, Ayşe Nur saa bakıyo?"
"Kiremitten kuleye top atıyo…"
"Yaşayın gızlar!"
"Ayşe Nur kaçtı, yakalayın gızlar!"
"Ulan o duman ne?"
"Tavşantepe’nin berisi tütüyo."
"Yangın var galiba..."
"Yanıyoo yanıyo!"
"Koş Ali haber ver, sizin kışla yanıyo!"
"Oğlum başka biri koşsun, ona kimse inanmaz…"
Tevfik Tekmen. Aralık/1982/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.