Kaave
“Bunları” diye söze başlayan adamın söylediklerini, üstümüzde bangır bangır rumeli havası söyleyen televizyonun tüm engelleme girişimlerine rağmen anlayabiliyorum. “Bunları” diyor adam, elimdeki şişeyi göstererek, “bizim orada dolduruyorlar.” Hiç konuşasım yok, öylece bakıyorum… O ise devam ediyor, “Bizim memleket o bakımdan çok zengin, hemen kaynağından, topraktan doldurup şişeliyorlar. Sonra, bakkallara, kahvehanelere, daha büyük yerlere…” Sakince, elimdeki şişeyi havaya kaldırıp soruyorum, “Bunları, vişneli sodaları mı?” “Evet” diyor, “Bizim oranın toprağından çıkıyor hepsi, sonra diğer şehirlere, hatta yurtdışına gönderiliyor. Bi tarafta vişnelisi akıyor, dere gibi, bi tarafta çilekli, limonlu, narlı…” Dayanamıyorum, “Ulan, fabrikada mı yaşıyorsunuz?”
Yan masadaki gülüşmeler kahkahalara dönüşüyor. Ahmet Abi yine yenilmiş. Kendisine sorsanız, kazanırmış da o elde o taşı atması onu mahvetmiş. Zavallı Ahmet Abim benim, kendisine kurulan kumpasın farkında değil. Kaç kere söyledik, söylediler. Aslında kazanırmış da… Hesap kapatılıyor, hemen yeni oyun kuruluyor. İstekalar dizildi, taşlar karıştırıldı, yancılar yerli yerinde, hadi okey başlasın! Gelsin çaylar! Çaylar mı? Demek ki bu oyun Ahmet Abi’ye kazandırılacak. Yoksa gelsin kahveler, yanında kolalar, sodalar…
Karşılarındaki masada ateşli bir kâğıt oyunu var, eşli. Eşler sürekli birbirlerine bağırıyor, kâğıtlar masaya sertçe vuruluyor, ulan seni karşıma oyuncu diye alanınlar, sattın ulan oyunu sattınlara karışıyor. Arada, suç, kokan tuvalete atılıyor, Birisi su döksün şu kaavenin tuvaletine yav!” Az sonra kaybetmek üzere olan taraf sigara molası alacak ve dışarı çıkacak, hiç şaşmaz. İki masa ileride buranın yabancısı bir adam var. Adam şaşkın şaşkın onları izliyor. Yanındaki muhtara “Birbirlerine bağırıyorlar ama, öyle vurma filan yok, ilginç” diyor. Hayır anlamında başını kaldırıyor muhtar “Masada olan masada kalır” diyor, “burada olmaz öyle şeyler.” Hah! Profesyonel yancı, yancıların bile yancısı da geldi. Öyle iri yarı ki, herif tam üç şişman kişilik göbek taşıyor. Yerini aldı bile, iki masanın ortası. Hayatımda böylesini görmedim, üç masanın ortasına oturup, her masadan ayrı ayrı siparişler verip otlanması kariyerinin zirvesidir. Aynı anda, birinden kahve, diğerinden kola, ötekinden soda… Döne döne içmişliği var.
İşte benim bacanak da geldi. Seviyorum bu abiyi. Eskiden metalciymiş, upuzun saçlarına kızlar hep hastaymış. Tabi, bunda, ceplerine parası var sansınlar diye koyduğu çakıl taşlarının da etkisi varmış. Kafa sallamaktan boynu tutulurmuş. “Abi” dedim bir keresinde, “ne zamandı bunlar?” Biraz düşündü, “Yetmişler” dedi, “biz o zamanlar hep Metallica dinlerdik. Hiç bozuntuya vermedim. Söylemiş miydim? Seviyorum bu abiyi. Bana selam veriyor “Naber bacanak?” Kafamı sallıyorum hafifçe. Az önce yanından kalktığım FabrikAdam’a yaklaşıp “Kusura bakma, biraz beklettim” diyor masasına otururken.
Biraz dışarı çıkıyorum, kahvenin önüne. Dolu dört sandalye ve ayaktaki iki kişi arasında şiddetli bir tartışma var. Mesele, dünkü kâğıt oyunu. Sen yanlış oynadın, sen böyle oynadın, yoksa bilerek mi yaptın, şöyle oynamalıydın… Eskiden futbol filan tartışırdı bu grup. Artık her sabah aynı tartışma. İçeri giriyorum, kapı ağzındaki masaya oturuyorum. Hemen yandaki muhabbet ilgimi çekiyor, “Çarşıdaki kafeye gidelim” diyor abinin biri diğer abiye “kızlar çalışıyor.” Diğeri olmaz öyle şey anlamında kafasını kaldırıyor. Anlatan, çayı, kahveyi orada çalışan kızların getirdiğinde ısrarcı… Biraz pahalı olduğunu da ekliyor, “buradaki gibi 1 lira değil kahve, 5 lira, ama kızlar var.”
Gülümseyerek kalktığım masadan ocağa doğru ilerliyorum. Benim bacanak, FabrikAdam’a bağıra çağıra, yaz sıcağının sonuna kadar hissedildiği bu kapalı alanda, alnından terler aka aka bi şeyler anlatıyor, “Ulan” diyor, “Irak’ta petrol var, Irak nerde? Hemen bizim sınırda. Hiç mi kafaları çalışmıyor ya, hiç mi çalışmıyor? Kaz toprağı, çaktırmadan geceleyin sok boruları alttan, çek petrolü kendi tarafına, ulan nerden anlayacaklar! Sinirlendiriyorlar beni ya, sinirlendiriyorlar! FabrikAdam o arada fırsat bulup bana sesleniyor “Limonlu iki maden suyu getirir misin kardeş?” Dolaptan alıp soğuk şişeleri önlerine koyuyorum. Bana gülümseyerek bakan FabrikAdam “Beni deli sandın di mi?” diye soruyor, şişenin üstündeki küçük harflerle yazılan adresi gösteriyor “ben bu fabrikada çalışıyorum.” Gülümsüyorum.
Saat neredeyse sabahın 10’u. Kahvehane masalarının yarısı dolmuş durumda. Ve akın akın geliyorlar. Evden kaçanlar, geçmiş oyunların intikamı peşindekiler, eşlerini iş arıyoruz diye kandıranlar, evden kovulanlar, emekliler, yüzleşmekten korkanlar, bir işi olanlar, deliler, bazen gözlemciler, falanlar ve filanlar… Ve kapıdan giren o kişiyi görünce seviniyorum. Kardeşimin boynuna sarılıyorum “Demek bitti tatil?” “Bitti abi” diyor. “Şey” diyorum “geçen ayrancıyı kovaladım biraz, bi kaç da müşteri kovdum, ama problem yok, rahat ol.” Cebimdeki anahtarı ona geçen hafta teslim aldığım haliyle, passız lekesiz teslim ederek, herkese iyi dileklerimi sunarak, uzaklaşıyorum.
YORUMLAR
insanlar en çok da yüzleşmekten korkarlar...bir bakıma yüzleşmek, gerçekleri yüzüne vurmaktır! "kınından çıkarmadıkları halde elleri daima kabzasında duran bir kılıç gibi, kullanmak ihtiyacını duymadıkları güçlerini" ortaya döküp savaşmaktır...
ya galip gelirsin, ya kaybedersin...ya da bazen hiçbir şey olmamış gibi savaşa ara verip pasif hayatına kaldığın yerden devam edersin...
sevgiler Oli...