- 619 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Şuradan Bir Düşüş Uzatır mısınız Lütfen-2
(Bir beden büyük aldım vedayı, seneye de gidersin diye)
Batakhaneye benzeyen bir yerdi. Açıkçası batakhaneydi. Adımımı attığım ilk andan itibaren başka bir boyuta taşındığımı hissediyordum. Neonlu ışıklarda gerçek kimliklerini gizleyen (belki de gerçek kimlikleri buydu), deli gibi eğlenen, dışarıyı umursamayan, içkiden, eğlenceden, gürültüden ve kadınlara cinsel oyuncak gibi davranmaktan başka dünyası olmayan erkeklerin gelip ruhlarına mastürbasyon yaptırdığı kalabalık bir insan yığını. İçerideki aşırı duman neredeyse gözlerimi kör edecekti. Alışmışlardı dumana. Duman saklanmak isteyenler için iyi bir gizleyiciydi. Oradaki garsonlardan biri boş bir masaya yöneltti beni. Aradan on dakika geçti ve gözlerim içerideki yarı karanlığa alışınca etrafa bakınmaya, Nisan’ı aramaya başladım. İçerisi o kadar kalabalık ve birbirine benzeyen insanların inilti ve uğultularıyla doluydu ki onu nasıl bulacağımı bilmiyordum. Ürkmüştüm. Elim ayağım birbirine dolaştı, dolaşığı düzeltemiyordum. Kapıda ayakta duran, sürekli etrafı süzen, iri yarı, bıyıklı ve sakallı muhafız kılıklı garip insanların gözlerini bana diktiği hissine kapıldım. Sanki buraya neden geldiğimi biliyor, hamle yapmamı bekliyorlardı ve o sırada üzerime çullanıp ağzımı burnumu dağıtacaklardı. Bir an kalkıp gitmek istedim. Sonra kararımı değiştirdim ve Nisan’la beraber geçirdiğimiz o saf dostluk zamanlarını hatırladım, o paha biçilmez keyifli zamanları. Bu kalkma, oturma ve hatırlama eylemlerini ardı ardına birkaç kez tekrarladım. En sonunda kesin olarak kalmaya karar verdim. Her ne kadar o beni yani bizi unutmuş ve hiç aramamış olsa da o kötülükten arınmış günlerin hatırına buna değerdi.
Peki, ama bunu nasıl yapacaktım?
Onu buradan nasıl alıp gidecektim?
Bunu yapabilecek cesarete bile sahip değilken niye geldim buraya?
Aradan yarım saat geçmişti ama hâlâ Nisan’ı göremiyordum etrafta. Yoksa benimle oyun mu oynamıştı? Hayır, olamazdı, telefondaki hali oyun oynayacak birinin hali değildi. Bir yandan da Nisan’ın ne zaman ne yapacağı kestirilmeyen zamanlarını da hatırlıyordum. Şüphe şüpheyi kovaladı kafamın içinde. Zihnim yorgun düştü düşünmekten. Önümdeki içki bitmek üzereydi ve son yudumu içtikten sonra artık kalkıp gitmeyi düşünüyordum. Dakikalar geçiyor, o son yudumu bilerek geciktiriyordum.
“Bana bir içki söyler misin?” dedi teklifsiz masama oturan, kırk yaşın üzerinde bir konsomatris. Bir an duraksadıktan sonra “hayır, hayır kusura bakmayın” diye cevapladım ve zaten kalkacağımı söyledim. “Siz, Vefa’sınız değil mi?” dedi. Ardından da gizlice Nisan’ın bana vermesi için yazdığını söylediği bir not tutuşturdu elime.
“Hemen değil, az sonra okursunuz!” Gülümsüyordu kadın.
Şüphe çekmemek için önce kendisine bir içki ısmarlamamı, sakin olmamı, sırnaşmamı ve mutlu görünmemi söyledi maddeler halinde yazılmış bir listeyi okuyan siyasetçi gibi. Sırnaşmak! Bunu anlamakta önce güçlük çektim ama kulağıma yanaşıp sırnaşmak kelimesini şöyle açıkladı: Ellerini tutmak, öpmek, afili ve ayıp şeyler (tam bel altı değil erotik) söylemek… Kamufle olmak için bunu yapmamız gerekiyormuş. Bir siperdeydik ve mermi yememek için bunlara katlanmalıydım sanırım. Kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki kendimi bir anda bir gerilim filminin içinde buldum. Ellerim titriyor, heyecandan kendimi açık etmekten korkuyordum. Henüz deşifre olmamış bir şüpheliydim. Birden bastıran bulantı hissi önce mideme sonra bütün bedenime sonra da ruhuma yayıldı.
“Tatatamam” diye başıboş ve buralı olmayan acemi bir ses çıktı ağzımdan.
“Nisan geleceğinizden emindi, Vefa gelir dedi, mutlaka gelir” dedi kadın.
Rol yapmayı hiç bilmiyordum ve ilk defa o gün içim tir tir titrerken gülümseyen bir yüz takmak zorunda kalmıştım kendime. Her zaman yaşadığım normal sokaktan yanlışlıkla sapmış ve hiç tanımadığım başka bir sokağa girmiştim, yabancılara iyi gözle bakılmayan o meşhur sokağa... Kaybolduğumu söylemek istiyor ama kimseye buradan nasıl çıkılabileceğini soramıyordum. Korkuyordum ve bu ilk kez karşılaştığım bir korku türüydü. Burun deliklerime yüklenerek derin derin birkaç nefes alıp vermeye çalıştım bulantımı ve titreyişimi durdurmak için ama içime nefes yerine sigara ve esrar dumanından başka bir şey girmiyordu. Ellerini tuttum ve öptüm yeniden, üçüncü öpüşümdü bu. Sonra “memeleriniz çok tatlı” dedim kadına. Sırnaşmaya çalışıyordum.
“Sırnaşmayı abartırsan, alırım seni Nisan’ın elinden çapkın” dedi akortsuz gülüşüyle.
“Anlamadım, kimi kimden alıyorsunuz?... Elinden yani!”
“Şaka yaptım ayol, gül hadi biraz!”
Tekrar Nisan’a çevirdim aklımın yönünü. Benim onun için geleceğime nasıl bu kadar emin olabilirdi? Yıllar önce veda etmişti. Direkt etmemişti aslında, sessizliğe bürünmüştü. Sessizlik en büyük vedadır. Vedaların en acımasızıdır. İnsanlar onca şey paylaştıktan ve inandıktan sonra birbirlerini ne çabuk unutuyorlar. Sadece ihtiyaç duyduklarında, başları derde girdiklerinde hatırlıyorlar. Nisan da tıpkı Işıltılı Kız gibi beni hayal kırıklığına uğratmıştı en yakın arkadaşım olarak. Ama ben kimseyi hayal kırıklığına uğrattığımı hatırlamıyorum, hiç kimseyi, hiç kimseyi. Çünkü benim bir sahnem yoktu.
Madem buraya kadar gelmiştim ve bu başıma ne tür belalar getireceğini bilmediğim işe bulaşmıştım, o halde bir an önce gereğini yapmalıydım. Fazla zamanım yoktu. O an aklıma gelen küçük bir plan yaptım, daha doğrusu beraber yaptık karşımda oturan ve benden ikinci içkisini içen Nisan’ın arkadaşı kadınla. Adını bile soramamıştım. Nota göz ucuyla baktım, içinde Aysel ismi geçiyordu.
“Adınız Aysel mi?” diye sordum kederden yüzü solmuş kadına.
“Evet”
“Memnun oldum Aysel Abla, başlayalım artık?”
“Ne ablası lan, burada abla yok, dikkat çekeceksin şimdi!”
“Peki, abla, pardon Aysel.”
Ona ve bu basit plana güvenmiyordum ama başka bir şansım yoktu. Mekânın arka tarafındaki boşlukta bekleyecektim Nisan’ı. Oraya bakan tuvaletin penceresinden çıkacaktı ve onu alıp gidecektim. Alıp gitmek, bir insanı veya bir şeyi alıp gitmek daha sonra onu bir yere bırakmak, kuryelerin yaptığı gibi, kulağa ne kadar kolay bir eylemmiş gibi geliyor. Bunu başarabilir miydim? Şu anki durumum karşısında bütün felsefe bilgim bir çöp yığınıydı. Hissettiğim tek şey ise bu günün hayatımı değiştirecek günlerden biri olacağıydı. Öleceğimi sanmıyorum, ölüm bugün o münasebetsizliği yapmazdı bana. Ne yalan söyleyeyim, kendimi az da olsa yarı kahraman gibi görüyordum.
On beş dakika sonra hesabı ödeyip çıktım o batakhaneden. Yüklü bir hesaptı. Dizlerim tutmuyordu, daha doğrusu dizlerim yerinde yoktu, yürümüyordum, boşlukta hareket eden bir kaya parçasıydım. Elli metre ilerideki boş araziye park ettiğim kiralık arabaya koştum hemen. Kendimi toparladım ve küçük planımızı gözden geçirdim. Tek eksik boş gelmiş olmamdı, makinesiz, yani silahsız. Hiç ama hiç anlamazdım silahlardan. Silahlar ölümün soğuk dudaklarıdır. Alnımdan ter fışkırıyor, korkuyu uzaklaştıramıyordum kendimden. Başarısız olursam acımadan kafama sıkarlar, ertesi gün gazetelerde korkunç aşk cinayeti (gerçekte içinde aşk olmayan) diye yer alacaktım üçüncü sayfa haberlerinde. Ya mesai arkadaşlarım, öğrencilerim, kim bilir ne düşüneceklerdi hakkımda. Yok, yok, kafama da sıksalar ölmeyi düşünmüyorum bugün.
“Geldiğin için teşekkür ederim Vefa, seni gördüm ama yanına gelemedim. Durum anlattığım gibi. Aysel Abla burada bana yardım eden tek kişi, tek güvendiğim insan, dışarıda da sen” yazıyordu notta.
Eğer buradan hasarsız çıkarsam bu notu ömrüm boyunca saklayacağım ve hatta bu nottan yola çıkarak bir kitap bile yazabilirim. Güvenmek… Evet, güvenmek, o kadar zor, zahmetli ve kuşkulu bir sözcük ki o olmayınca diğer duygular hükmünü yitiriyor. Yitirmese bile harekete geçemiyor. Ben Aysel Abla’ya güvenmeliymişim, Nisan bana güvenmişti, ben Nisan’a hep güvenmiştim. Güvenmek, yaşlı bir orospu gibi kucaktan kucağa gezip duruyor, bazen büyüyerek bazen de anlamını yitirerek.
Mekânın arka tarafındaki soteye çektim arabayı. Gözüm tuvaletin penceresindeydi. Yirmi dakika geçmiş olmasına rağmen hâlâ bir kıpırdanma yoktu. Acaba kaçacağını anlamışlar mıydı? Eğer anlamışlarsa benim de burada olduğumu fark etmeleri an meselesiydi. On dakika sonra civciv sarısı saçlarıyla Nisan’a hiç benzemeyen bir kadın gördüm pencereden başını aşağıya sarkıtan. Kadının önce saçları, sonra memeleri ve sonra da ruhu dökülmüştü pencereden. O minyatür pencereden o kadar kolay çıkmıştı ki yüz üstü sarktığı halde akrobatik bir hareketle dörtayak üstüne düştü. Arabadan inip onu tutmaya çalıştım ama bana gerek kalmamıştı. Tamamen yüz yüze geldiğimizde anladım Nisan’a benzemeyen bu civciv saçlı kadının Nisan olduğunu. Hâlâ ince uzun ve güzeldi. Hâlâ yüzü öfke doluydu. Öfkeli olmadığı anlarda bile o öfke hep oradaydı. Dışarıdan baktığımda böyle görünüyordu ama yaklaşıp gözlerinin içine baktığımda ilk hissettiğim şey eski Nisan’ın ruhunu artık taşımıyor olmasıydı. Dökülen başka birinin ruhuydu. Makyajı akmış eski bir kenti andırıyordu Nisan.
“Hadi Vefa, niye bekliyorsun, acele etmeliyiz, kaçtığımı anlamaları saniyeler sürmez,” dedi.
Daha arabayı yeni çalıştırmıştım ki bağrışmalar duydum. İçeriden geliyordu ve giderek yaklaşıyordu bu sesler. “Anladılar, haydi acele et,” dedi Nisan panik halinde. Ben ondan daha paniklemiştim. Arka taraftaki bu kıstırılmak için oldukça uygun araziden çıkmaya çalışırken çıkış tarafında arabanın yaklaşık on metre önünde üç ızbandut belirdi. Birinin elinde tabanca vardı ve “durun!” diyerek üzerimize doğrultmuştu bile. İşte bu her şeyin sonu dememle birlikte aynı anda da üzerime bilinmeyen bir güç tarafından cesaret yüklendiğini de hissediyordum. Ne de olsa yarı kahramandım. Duramazdım, durursam başımıza nelerin geleceğini az çok tahmin edebiliyordum. Tek şansım vardı; gaza basıp hız kesmeden buradan yola doğru çıkmak. Tehdit edercesine bağırttığım ve toz kaldırarak sürdüğüm arabanın önünden çekilmiyordu tabancalı adam. Silahını ateşlemek üzere olduğunu gördüm. Gözümü kapatıp dibine kadar gaza bastım. Gazı köklemek derler ya, aynen öyle yaptım. Sislerin arasından uğuldaya uğuldaya gelen tanımlayamadığım seslerle beraber araba kocaman bir “S” çizerek duvara tosladı. Alnımı direksiyona çarpmış olmama rağmen çabuk toparlandım ve tuzaklarla dolu bu küçük toprak araziden yola çıkmayı başardım. Çarptığım ızbandut bacaklarını tutarak yerde yatıyordu. Diğerlerinin peşime takılacağını bildiğim için yolda ara vermeden, Nisan’ın yüzüne bile bakmadan, ağzımdan tek sözcük çıkmadan sürmeye devam ettim. Bu bilmediğim ve daha önce hiç gelmediğim Ö. Şehrinden bir an önce uzaklaşmak istiyordum. On dakika deli gibi sürmüştüm ön camı parçalanmış arabayı ve şu an şehrin neresinde olduğumu bilmiyordum. Sokakların giderek daraldığı, yıkık dökük müstakil evlerin omuz omuza verdiği bir mahalleye gelmiştik. Arabayı durdurdum ve o yanımda oturan civciv saçlı, Nisan’a benzemeyen Nisan’a dönerek “burası neresi,” diye sordum. “Roman mahallesindeyiz” dedi Nisan.
Giriş ve çıkışları birbirine bağlanan bu küçük ve dar sokaklarda hangi yöne girdiysem aynı yere çıkıyordum. Bir labirentin içinde peynire ulaşmaya çalışan umutlu bir fare gibi hissediyordum kendimi. Birden sol tarafımda keskin bir acı hissettim. Elimi oraya götürüp dokunduğumda acının daha da artığını ve avucumun içinin kan olduğunu gördüm.
“Vurulmuşsun, vurulmuşsun Vefa” diye korku dolu bir çığlık attı Nisan.
Sıyırmıştı sanırım. Kurşun sıyırmıştı. Hâlâ yaşıyordum ve ayaktaydım. Kurşun yiyenler birkaç saniye sonra genellikle yere yığılır ve sonra can çekişerek ölürdü. Ben yığılmamıştım ve ölmemiştim. Demek ki önemli bir şey yoktu. Ne bir korku ne de heyecan hissediyordum. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabildiğime şaşırıyordum.
“Hemen doktora gitmemiz lazım” dedi Nisan. “Yoksa kan kaybından gideceksin!”
“Bir şey olmaz, sadece bir sıyrık, şanslıymışım, ben asıl çarptığım adamı merak ediyorum, umarım ciddi bir şeyi yoktur.”
“Birkaç kırıktan başka bir şeyi olduğunu sanmıyorum.”
“Ya polise giderlerse, işte o zaman yandık, bir de başımıza bu belayı aldık.”
“Polise gitmezler, merak etme, kirli ve karanlık insanlar bunlar. Özür dilerim Vefa, seni bu işe bulaştırdığım için. Ama başka çarem yoktu, bir tek sana güvenebilirdim.”
Ellerimi tuttu Nisan. Sonra da sıkıca sarıldı, bir kardeşe sarılır gibi. Ateşi hissettim, ilk defa ateşi hissediyordum onda. Yüzüme öyle tuhaf ve sevgiyle bakıyordu ki onu daha önce hiç böyle görmemiştim, kadın gibi. Çok değişmişti. Sadece saçları değil; bakışları, yüzündeki ifade, yüz çizgileri… Eski caka satan tavırları gitmiş, yerine tedirgin ve korkuyla bakan bir güvercin gelmişti. Bakışları üzerimdeydi, bakışlarını dinliyordum melodilerce. Bir hengâmeden çıkmışçasına sallanan upuzun takma kirpikleri, alnına düşmüş tedirgin sarı saçları, dudağındaki yenilgiden yeni dönmüş karadut rengi ruj ve dağılmış makyajı; bir araya gelip masumların kurşuna dizildiği bir öyküyü anlatıyorlardı yüzünde.
Ailesiyle de görüşmüyordu. Göçmen Kuşlar Kasabası’na da gelmiyormuş yıllardır. Onu hiçbir zaman çözemedim. Bazen nihilizmin zirvesinde dolaşırdı, bazen romantizmin, bazen de anarşistler anarşistiydi. Benden fazla okurdu ama okuduğunu pek paylaşmazdı. O kadar çılgınca ve kayıtsız yaşamına rağmen yalnızlar yalnızıydı Nisan.
“Haydi, gidelim artık Vefa, fazla vaktimiz yok” dedi dudaklarını yapıştırdığı yanağımdan ayırırken.
Evinin önünde sepet ören yaşlı kadına çevre yoluna nasıl çıkacağımızı sordu. Kestirim bir yol tarif etti esmer kadın. Oradan güvenle yola çıktık. İkimiz de sakindik az öncesine göre. Ama henüz tehlike geçmiş değildi. Bilmediğim bir yerdeydim ve peşimizdekiler buranın insanlarıydı.
***
Nisan kolumdaki yarayı temizleyip pansuman yaptıktan sonra “iyi misin biraz daha,” diye sordu. Ö.Şehrinden ayrılalı üç saat olmuştu ve gece yarısı yol üzerinde bir butik oteldeydik şimdi. Yaşadığımız bu sıra dışı macera –ki ölüme en yaklaştığım anları da içinde barındıran- fena sayılmazdı. Heyecan doluydu, tıpkı Nisan’ın şu an gözlerime bakarken yeni yakılacaklar listesinde adımın geçiyor oluşu gibi. Onu tehlikeli bir beladan kurtarmış olmam karşılığında verilen kahramanlık madalyası bir bayrak gibi asılmıştı Nisan’ın gözlerine. Ona bunca yıldır nerede olduğu, neden bir kez olsun aramadığını sormak için harekete geçmek üzereyken –ne soracağımı anlamış olmalıydı- yanaştı ve ağzımı ince uzun parmaklı elleriyle kapatıverdi. Sonra dudakları devraldı ellerinin yerini.
“Ne yapıyorsun, Nisan?” diye sordum kekeleyerek ama olan olmuştu.
Tanıdığım bütün zamanlarda dostluktan başka hiçbir şey hissetmediğim ve hayranlık duyduğum kadın o hisleri süpürüp yerine aşk, ihtiras ve şehvet dolu bir sinema koymuştu. Karanlıkta yürümeyi bilmeyen bir çocuk gibi kalakalmıştım öylece. Kalbimdeki gürültü artmış, kanım yönünü şaşırmıştı. Bu yeni hisler sahneye çıkıp en güzel danslarını sergilemeye başladı. Nisan önce dudaklarını sonra vücudunun diğer bölgelerini sonra da paramparça olmuş ruhunu sunmuştu bana. Onu hiç böyle düşlememiştim. Konuşmama izin vermedi çünkü verseydi büyünün bozulacağını ve dudağına benim ona hediye ettiğim kahramanlık bayrağını yere düşürecekti. Devam etti Nisan, yavaş ve aralıksız devam etti sevişmeye. Şaşkınlıktan ona karşılık veremedim ilk anlarda. Bu onun umurunda değildi. Çünkü o ne istediyse onu elde eden biriydi. Bir süre sonra o karşı konulmaz sarhoşluğa ben de bıraktım kendimi. Günün ilk ışıklarına kadar sürmüştü Nisan’ın cam kırıklarıyla dolu memelerini ve uçurumlarla süslenmiş ruhunu emişim. Çevire çevire sayfaları bitmeyen ve çevrildikçe fırtınalar estiren bir kitabın içindeydim. Bir kitap ki bütün sözcükleri öpücüklerden oluşmuş.
Uyandığımda öğle olmuştu. Önce kolumdaki yaraya sonra Nisan’a baktım. Yara yerinde duruyordu ama Nisan yoktu. Silinmişti. Siliniş fili elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyordu çağın içinde. Her şey ve herkes siliniyordu vakti geldiğinde. Daha birkaç saat önce yaşananlar birer hatıra adayı olmak için sırasını bekliyorlardı. Yine yapmıştı yapacağını Nisan. Güvenli alana kavuştuğunda çekip gitmişti.
Öyle çok susamıştım ki odadaki küçük sehpanın üzerinde duran suya uzanırken su şişesinin yanındaki notu gördüm. Kâğıdı elime alınca nottan fazlası olduğunu fark ettim. Bir mektup uzunluğundaydı. İlk satırdan itibaren kolumdaki ağrıyı daha derinden hissetmeye başladım. “Sevgili Vefa” diye başlıyordu.
Gitmek zorundaydım, özür dilerim. Sen uyurken birkaç saat boyunca seni izledim. Eski günleri düşündüm. Mutlu günleri. Seni hep acemi çaylak ve çocuksu kıskançlıklarınla hatırlıyordum. Mahallede tek arkadaşımın sen olduğunu ve bunun değerini şimdi, şu an, aynı yatağı paylaştığımızda daha iyi öğrendim. Seninle daha önce de aynı odada uyumuştuk. Ama iki yoldaş gibiydik, birbirimize kalplerimizi ve bedenlerimizi teslim edip rahatlıkla uyuyabilirdik. Sende gördüğüm masumiyeti sonraki yıllarda hiç kimsede görmedim bir daha. Ne tuhaf değil mi, ilk kez farklı duygularla bir şey yaşadık bu gece, arkadaşlıktan öte. Bunun gelip beni o çukurdan alıp gitmenle ilgisi var mıydı, bilmiyorum, belki vardır. Seni bir sevişmenin uçurumlarında ilk kez hissettim. Hislerimi engellemediğimi bilirsin. İlk anlarda senin de şaşırdığını biliyorum. Bunun için de özür dilerim. Hislerini elinden aldım. Geçmişteki o masum resmi parçalayıp yerine tutku ve arzunun bencil görüntüsünü koyduğum için, beni affet lütfen.
Hayatını tehlikeye attın ve beni büyük bir beladan kurtardın. Böyle şeyleri bilmezdin. Şiddeti, kötülüğü bilmezdin, bilsen de bulaşmazdın. Bunu benim için yaptın ve buralara gelirken bütün düzenini nasıl riske attığını biliyorum. Sana ne kadar teşekkür etsem az. Çeşme’ye gittiğimiz o gün, sahildeki o adamları nasıl kıskandığın geldi aklıma bir an. Seni tanımasam bana âşık olduğunu düşünürdüm. O gün bile beni kollamaya çalışmıştın. Ama ben düşüncesizce davranmıştım, çocukluk ettiğini düşünmüştüm ve senin kırılabileceğin hiç aklıma gelmemişti.
Gecenin bir yarısı sigaram bittiğinde bana sigara getirdiğin günü hatırlıyorsundur. Babam seni yakalamıştı. Yediğin tokatları camdan izleyip gülmüştüm. O gece gururun incinirken ben karnım yarılana kadar gülmüştüm. İki gün konuşmamıştın benle. Bir hediyeyle gönlünü almıştım. Bana hiç karşı koyamazdın. Aldığım hediyeyi hâlâ saklıyor musun? Sakladığına eminim. Çünkü küçük şeylerde bile bir derinlik bulup onu yücelten adamlardansın sen. Bunu şu an daha çok hissediyorum.
Hiç yapmak istemesem de az sonra kalkıp gideceğim buradan, sen uyurken. Bu gidişimi bir ihanet veya kaçış olarak göreceksin, görme. Belki bir başlangıçtır bu gidişim. “Bir gün seni yeniden görmek” adındaki kitabın giriş cümlesidir belki. Yaşadığım yanlış hayatı düzeltmek ve bıraktığı tortuları temizlemek; buna gücüm yeterse eğer, bu seni yeniden görebileceğim anlamına da gelir. Bunca yıldır seni neden aramadığımı, sormadığımı merak ettiğini biliyorum. Sanırım yedi yıl oldu, belki biraz daha fazla. Eminim bu süre boyunca beni bulmak için yapmadığın şey kalmamıştır. Sen öyle birisin. Dayak yediğin babama bile kaç defa gidip sorduğunu tahmin edebiliyorum.
Sürüklenişimi izleyerek geçti bunca yıl. Sürüklenişim; trajedim. Kendimin batışını izlerken bundan büyük keyif alıyordum. Çünkü beynimin içi depresif istasyonlarla doluydu. Her istasyon bir yok oluş odası oldu. İş işten geçtikten sonra sorgulamaya başladım ‘ben ne yapıyorum’ diye. Her şey için geç kalınmış bir yerdeydim artık. Kaç yaşında olursak olalım, bir gün tekrar buluşmak dileğiyle… Hoşça kal sevgili dostum, yoldaşım, kardeşim, sevgilim.
YORUMLAR
bir öncekine kıyasla daha duygu yüklü, daha derin, daha da çıkmaz sokakları olan bi anlatım hakim...
giriş cümlesindeki kelime oyunu müthiş!
"Güvenmek, yaşlı bir orospu gibi kucaktan kucağa gezip duruyor, bazen büyüyerek bazen de anlamını yitirerek." dediğin yerde ise ne kadar doğru diyorum içimden...bunun gibi "Yara yerinde duruyordu ama Nisan yoktu. Silinmişti. Siliniş fili elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyordu çağın içinde. Her şey ve herkes siliniyordu vakti geldiğinde." söyleminde pekiştirdiğinde örneğin...
çok ama çoook beğendim...minnettarım paylaştığın bu güzelliklere...
iyi ki varsın...çokça sevgiler bıraktım...
Dramatik Buluntular
Ancak biliyoruz ki insanın gittikçe hissizleştiği ve hissizleştiği için de köleleştiği bir çağdayız.
O yüzden geçmiş bir ses sanatçısı gibi sahne alıyor yazılarımızda. Bu günü anlatsak bile geçmişe saplanmadan anlatamıyoruz.
Hüznlerimiz, yenilişlerimiz ve isyanlarımız geçmişimizin boynunda parlayan kolyeler.
Sevgili Gule
Sana kocamann sevgiler bırakıyorum.
İyi ki sen de varsın, iyi ki...
Arşivlenecek bir yazı, ilk paragraftan itibaren kendine çekiyor ne yazık ki devamını merakımı bastırarak mesaiden sonra okuyabileceğim, tebrikler
Dramatik Buluntular
Saygılar...