16
Yorum
18
Beğeni
0,0
Puan
2205
Okunma
Kuzeyin ışıkları çift kanatlı ahşap penceremizden oturma salonumuza olanca berraklığını bırakırken içimin huzurla dolduğunu hissettim.
Ablamla birlikte neşe içinde yorgan ve battaniyelerimizi toplamak için yatağımızdan doğrulduk. Kurumuş çam ağacı odunu (Kış aylarında yüksek engebeli yamaçlara çok miktarda kar birikir. Biriken bu karlar bahar ayı geldiğinde aniden yükselen ısıyla birlikte yamaçtan kütlesel halde aşağıya doğru hızla kayarlar bu esnada etrafında bulunan ağaçlar zarar görür. Zarar gören ağaçlar odun olarak kullanılır asla ve asla yöremizde yaş ağaç kesilmemektedir.) sobada yanarken, odanın içine yaydığı çam kokusunun yanında çıkardığı çıt çıt sesleriyle sabaha kadar deliksiz mışıl mışıl uyuduk. Annem, “Yataklarınız hazır odalarınızda dinlenin” dese de İstanbul’un sıcağından bir anda dağların buz gibi havasıyla temas eden vücudumuz sıkı giyinmemize rağmen soğuğa karşı içimizi titrettiğinden salonda sobanın arkasına L şekli yerleştirilmiş kanepelerde uyuyacağımızı söyledik.
Güneş dağların en yüksek sivri tepelerinde kıpkırmızı toplanarak vadinin yeşilliğine doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Dün, öğlenden sonrası sanki hiç yaşanmamış gibi fırtınadan eser yoktu. Gökyüzü tenine mavi-lâcivert rengini giydirerek bütün kudretiyle yeryüzünü yeşilliğini onurlandırıyordu.
Mutfaktan gelen süt kokusunun lezzetini koklaya koklaya içeri girdim. Annem kuzineyi yakmış, fırında sıcacık mısır ekmeği, yanında kaymaktan yaptığı muhlama, sofrada taze kaymak, taze peynir, minci ve hurma pekmezini görünce acıktığımı hissedip, bu güzel nimetleri verene şükredip önümüze sunan anneme arkasından kucaklayarak sımsıkı sarıldım. Narin incecik bedenli annem, gözümde şimdi bir daha dağ gibi heybetli, güçlü, mutlu ve gururlu görünüyordu.
-Anneciğim, akşama pancar (yaylada çayırlarda yetişen özel bir sebze) çorbasının yanında fırına balık atarım, sen yorulma ne olur.
Annem, yüzümü ellerinin arasına alarak sonsuzluğa kadar üzerimden gitmeyeceğini düşündüğüm gözleriyle gözlerime baktı…
-Senin zamanında elime süpürge almadım, sırtımda yük taşımadım, yemek pişirmedim. Her işimde elim kolum ayağımdın. Nefes almadan bağda, bahçede, ahırda, ev yapımında ustalarla birlikte çok çalıştın, zor günlerimizde bir kez olsun oflamadın, şikâyet etmedin. Bir kez olsun beni üzmedin. Evlerimizin inşaatı zamanında sekiz yıl boyunca çimentosu, kolonlara dolan taşı, tuğlası olmak üzere harca katılan suyu bile dereden taşıdın. Hepsi de sırtından geçti. Arkadaşların oyun oynarken sen küçük kardeşine baktın. Evlerimizin inşaatı bitti, tam rahatladık dediğimde İstanbul’a çalışmaya gittin. Bugün senin günün yavrum, doya doya o sevdiğin, hasret kaldığın dağlarına bak gez, dinlen…
Ellerimde annemin bostanımızdan topladığı bol yeşilliklerle yaptığı sebzeli hamsi, kaymaklı kurabiye, peynir, helvayı alarak Köylük Sırtı’na doğru yayan yola koyulduk. Gunn Abla’mın elinde fotoğraf makinası yol boyunca, Kafkas beyaz, pembe, kırmızı orman güllerini çekerken mimikleriyle çıkardığı ses kendi kalbinin mutluluk yankısıydı. Sümbüllere, ters dağ lalesine, orkidelere doğru eğilip iki parmağıyla, tek bakışıyla kadrajını olanca yakınlarında tutarak ‘’ Görüyor musun? Bu cimcimeleri, nasıl da güzeller’’. “Cimcime” kelimesini kayınvalidesinden kızlarını severken öğrenmişti.
(www.camlihemsin.bel.tr/sayfa/tabiat-ve-bitki-ortusu/104
Tabiat ve Bitki Örtüsü, Çamlıhemşin Belediyesi
Tabiat ve Bitki Örtüsü. Flora (Bitki Örtüsü) Rize’nin ve Çamlıhemşin’in florası hakkında yapılan bazı araştırmaların sonucu aşağıda belirtilmiştir.
www.camlihemsin.bel.tr )
Yaklaşık bir buçuk, iki saatlik dik yamaçlara doğru yayan yürüdüğümüz yolculuğumuzdan sonra Köylük Sırtı’na vardık. Ablam aynı Mardinli şoför abiler gibiydi. Başı zirvelerde Kaçkar dağları ayaklarının altındaydı. Denize doğru uzanan sayısız birbiri içinde saklanmış vadileri, dereleri, 360 derecede döne döne seyrediyordu... Köylük Sırtı’nın bir ucundan diğer ucuna koşarken seyre daldığı aşağılara vadilerin içlerine doğru üç pare Hemşin yaylarına, diğer ucunda Varyemez, Kito, Çat yaylalarına, dönüp Baş yaylanın bitişiğiyle başlayan Kaçkarlara, en tepe sivri noktası Hüsam’a, ilerisinde Hunut dağlarına doğru bakarken, gördüklerinin şaşkınlığı ve heyecanını yaşıyordu. Kendisini unutan ayakları ise beyaz papatyalara, mor orkidelere, küçücük masmavi adını bilmediğim yayla çiçeklerine gömülmüştü. Manzara karşısında aldığı lezzetle,
-Ümmühan yarın gidiyor olmamıza üzülüyorum. Zamanımız olsa birkaç gün daha kalsaydık. Yollar sel dolayısıyla kapalı, elektrikler yok, telefonlar çalışmıyor, burada bir ömür her şeyden, herkesten uzak kızlarımla, köpeklerimle birlikte yaşayabilirim.
Dolunayın hilâlle buluştuğu gecelerin sabahında vadiye doğan güneşi görmeden sabahleyin erkenden kalkıp çalışmaya başladığım aklıma geliyordu. Yaylamız ve aşağı mezeremiz bir de sahilde evimiz olunca haliyle bütün kardeşler iş gücü olarak üçe bölünmüştük. Yaz aylarında sahildeki bahçelerimizde çay biçme dönemi, yaylada ise ailemizin kışlık ihtiyaçları için ahırımızdaki hayvanlarımızı sağıp, sütlerinden, peynir, yağ, katık dediğimiz minci yapılmaktaydı. (Kışın hayvanlarımız hamile olduğundan ihtiyacımız olan hayvansal gıda ürünlerimizi yaz aylarında biriktirdiklerimizden tüketirdik ) Şimdilerde adına yayla desek de köyüm Kale-i-Bala’da eskiden dedelerim kış aylarında sürekli ikamet ederlerdi. Bugün hâlâ kütüğümün de olduğu Çamlıhemşin’e bağlı en uzak dağ eteğinde olan köyümde Temmuz ve Ağustos ayları aynı zamanda ot biçme zamanıydı. Ve daha öncelerde buralarda arpa, buğday, yulaf, mısır ekilirdi.
Fakir değildik, işlemeli iki katlı taş konakta, beş yatak odasının beşinde de şöminesi olan, çift kemerli iki ocak, on kişinin bir anda ayaklarını sokup ısınacağı tandır, devasa mutfak dolabı dediğimiz işlemeli terek, tereğinde bir çok bakır kaplar, dedelerimin ismi kazılı kocaman bir bakır sofra sinisi, hatta ve hatta mutfağın içinde musluğu olan evde büyüdüm. (Konağımız Çamlıhemşin’in Osmanlı toprağına katılmasıyla aynı yaştaydı.) Ambarımızda, çifter çifter tecirimiz, tecirlerimizin içinde tarlarımızda ektiğimiz buğdaylarımız, mısırlarımız saklanırdı. Türkiye’de yoksulluk olduğu dönemlerde bile tarım ve hayvancılıkla uğraşan sülalem çalıştıklarının karşılığını az çok alan varlıklı ve değerli insanlardı.
Tek dededen oluşan sülalem zamanla çoğalırken, günümüze geldiğimizde ise babam evin tek oğluydu, babası da evin tek oğluydu dedesi de. Annesinin yedi erkek kardeşinin yedisi de vatan uğruna istiklâl ve Çanakkale Savaşlarında şehit düşmüştüler. Babamın anne tarafından artık erkek olarak hiç kimsesi yoktu. On üç yaşında evlendirilmiş, ilk çocuğunda on beş yaşında baba olmuştu.
Bugün yabancı bir kadının, Gunn Abla’mın gözlerinden kendime bakınca doğup büyüdüğüm topraklara bilgisiz oluşumu sektirmeden yeniden keşif ediyordum. Neden ablamın bana anlattıkları okul yıllarımda öğretilmemişti. Neden çiçeklerin adını bilmiyordum, dağların içinde oluşan kraterler ve göllerinin zil siyah, lacivert masmavi rengi almasının sebebi neydi? Öğretmenlerim, öğrencilerine Türkiye’mizi tanıtma konusunda neden yetersizler, ülkem neden eğitim fakiriydi. Yaşadığım memleketimin bitki örtüsüne ottan, çiçeklerde başka bir şey demiyor hatta dönüp araştırmak için bir kez olsun ilgi duyup bakmıyorduk. Ot ve çiçek dediklerimiz, dünya bitki örtüsünün %70 oysa benim memleketim Çamlıhemşin’de yetişiyordu...
Neden yabancı bir kadının ağzından yöremin bitkisini, orman ağaçlarını, meyve ağaçlarını, çiçeklerin adları hakkında bilgileri dinliyordum. Oysa ki ben ablama rehber olmalıydım, yöremi en iyi şekilde tanıtma gücüne sahip olmam gerekmiyor muydu? Bütün bunlar beni zorlamış ve hatta mahcup etmişti. Kendime kızmıştım.
Kuzeyin ışıkları denen bu yerler, bu dağlar, vadiler benim evimdi, bense evimin içinde yâd duruyordum….
Ertesi sabah dönüş günümüzde adını suyunun tadında alan ‘Acısu’ya’’ yerin altından çıkan şifalı maden suyunu içmek için yola koyulduk.
Yarın Pazartesi ve yollarımız kapalıydı. İşe yetişmem, vergi beyannamelerini verme günümdü. Benden başka yapacak hiç kimse de yoktu. Patronum bugün İstanbul’dan gelerek Gunn ablamı Rize- Pazardaki evimizden alıp Erzurum, Kars, Ağrı’ya arkadaşlarıyla birlikte gezi turuna katılacaklardı. Ben de Trabzon havaalanına doğru yarın sabah en erken saatte kalkan ilk uçakla İstanbul’a dönecektim. Her şey öyle ayarlanmıştı. Kendi kendime içimden ‘’ bugün kepçeler, dozerler inşallah yolları açar, biz de zamanında yola çıkmış oluruz.’’ Ümitsiz düşüncelerle ablama bakıyordum. Ablamın, Acı suyun tadını sindire sindire içtiğini, ondaki rahatlığını görünce huzursuzlanmayı bıraktım.
-Ümmühan evden fazla uzaklaşmayalım.
Bana doğru konuşurken bu sefer mavi-lacivert berrak gökyüzüne ablam bakıyordu. Saat ikiye doğru büyük Veran Yayla tepesinden, Küçük Veran Yayla tepesine doğru dönüşe geçtik. İki dere arasındaki köyümün üstündeki bu dağları bir yıl daha göremeyeceğim düşüncesini ruhuma resmederek üzüntümle yürüyordum...
Ablamla birlikte köyümüzden ikinci çıkış köprüsünün üzerine geldiğimizde havada duyduğum ses motor sesiydi. Başımı yukarlara doğru kaldırdım. Yüksekte ta yükseklerde nokta kadar gözüken helikopterimize doğru heyecanlanarak bakıyordum. O an saniyeler içinde beynimden geçeler “Allah’ım, İki vadi arasında düz arazi yok, bizi almaya gelen helikopter nereye inecek” Yüreğim ağzımdaydı. Dere boyu elektrik telleri aynı zamanda büyük tehlikeydi.
Bu delifişek patronum yine yaptı yapacağını dedim. Lisede limon satarak, yüksek dereceyle Amerika’da üniversite okumaya gittiğinde, turistlere rehberlik yaparak ailesine yük olmadan okul harçlığını kendisi kazanmıştı. İş hayatında risk almaktan korkmayan, bu sefer canını ortaya koyarak bugüne kadar hiç kimsenin yapamadığını yapıyordu. Kaçkar dağlarının eteklerine doğru helikopterle bizi almaya geliyordu. Evimize doğru hızla koşarak masanın üstündeki kırmızı örtüyü çekip aldım. Köyümüzün girişindeki köprünün üzerine çıkarak kırmızı masa örtüsünü beni görmeleri için ellerimle olanca gücümle sallıyordum... Anlamıştım, Google amcadan yaylamızı inceleyen ve Zahide’den ön bilgileri alan patronumun ineceği tek yer eski taş köprümüzün bir metre ilerisinde yapılan betonarme köprünün üstü olmalıydı.
Helikopterin içinde ömrünü TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE adamış asker emeklisi yılların tecrübeli kaptanı vardı.
Vadiye doğru uzun uzun yuvarlak dönüşler yaparak yavaş yavaş alçalıyordu. Artık iniş mesafesi kısalmıştı. Helikopter, dere içinde olduğum noktaya doğru elektrik direklerini soluna alarak köprüye doğru alçalıyor, bana doğru geliyordu. Köprünün üzerinden hızla uzaklaşıp yakınıma toplanan meraklı akrabalarımı, komşularımı pervanelerinin yaratacağı tehlikeden uzaklaştırarak geriye doğru çekiliyordum.
Ablam, evde el bagajlarını, annemin verdiği hayvansal ürünleri toparlıyordu.
Muzaffer Kaptanım helikopteri olağanüstü yeteneğiyle köprünün üzerine kuş gibi kondurdu, pervaneleri hâlâ çalışır vaziyetteydi. Patronum, helikopterin kapısını açar açmaz başını eğip, inerken ‘’hava akımı çok fazla helikopteri stop yapmayacağız, acele edin, bir an önce binin’’ diye bize sesleniyordu.
Annem ve babamın olduğu noktaya koşarak gittiğini, annemin ellerini öpüp birbirlerine sımsıkı sarıldığını görüyordum. Bende bir taraftan Gunn ablamın elime tutuşturduğu sırt çantamı alarak anneme, babama sarılamadan helikoptere doğru koşuyordum.
Zaman, kendi içinde devrilip geçedururken, bir saat sonra sürprizlerin bana ne getireceğini bilemiyordum, kimse de bilemezdi…
Ümmühan YILDIZ