17
Yorum
24
Beğeni
0,0
Puan
2240
Okunma
Karadeniz’in çilesini çekmiş kayıklara bakıyorum. Sadece kayıklar mı çilesini çekmişti. En köşede yan yatan kayığın üstünde Rus kızının ismi yazılıydı. "İlona"
Aklımın kıyılarına saklı, Türkiye -Gürcistan Sarp sınırı kapılarının açılmasından sonra gündeme oturan, eviyle tarlası arasında alın teri kurumayan, çoluk çocuğunun rızkı için koşturan kadınlarımızın gönül yaralarını düşündüm. Buralarda insan yaşamı meşakkatli seyrederdi her daim. Direksiyonun başında havaalanında bizi karşılamaya gelen kardeşimim sesiyle daldığım düşüncelerden birdenbire irkilip kendime geldim.
-Ablam güneşli havaya denk geldiniz, bugün yağmur yok.
Taa ufuklara Rusya’ya doğru bakınca, ufacık bir bulutun başını aşağıya denize doğru saldığını gördüm. Dönüp kardeşime,
-Müjdat’ım birkaç saat içinde yağmur başlayacak. Evde fazla oyalanmadan yola koyulalım.
Osmanlı İmparatorluğu, Çamlıhemşin’i topraklarına kattığı senelerde Türkler bu bölgeye gelip yerleşmişlerdi. Kafkas yaylalarından Kaçkar dağlarına uzanan serüvenimizde o tarihlerde başlar. Hayvancılıkla ve tarımla uğraşan dedelerim kız-erkek ayırmaksızın eğitime önem veren, okuma yazma bilen ilim-irfan sahibi aynı zamanda da alimdiler. Dağların eteklerinde yaşam sürerken çocukların eğitim almaları zordu. Bu yüzden Karadeniz’in sahillerinde arazi almak için arayışa girdiler.
Rahmetli babamın anlattıklarından bildiğim kadarıyla Rize’de çay bahçeleri yoktu, pirinç tarlaları vardı, pirinçler bataklıklarda yetiştiği için sıtma hastalığından insanlar aç ve yoksuldu. O kadar yoksullarmış ki, rahmetli babamın "Bir kalıp peynire bir tarla satın aldık" deyişi hiç unutmadım. Zaman içerisinde dağlarda kış şartlarının zorluğu, annelerin çocuklarından ayrı kalmak istememesi, babaanneler geleneklerinden her ne kadar ayrılmak istemeseler de kış olduğunda etraflarında genç insan olmayışından, hep beraber Rize-Pazar ilçesinde yerleşik düzene geçmek zorunda kaldılar.
Biz, şimdi Pazar’daki evimize doğru gidiyorduk. Gunn Ablam, öncelikle kardeşimin çocuklarını görüp aldığı hediyeleri vermek istiyordu.
Kısa süreli çay molasından sonra Kardeşimin eşi Zahide’nin hazırladığı mis kokulu kurabiye sepetindeki yolluğumuzu peşimize aldık.
Fırtına Deresi’nin denizle buluştuğu noktadan içerlere doğru ilerlerken zirveye çıkmak için Kaçkar dağlarına yolculuğumuz başlıyordu. Arabanın açık penceresinden mavi-lacivert gökle, yeşilin birbiriyle bütünleştiği gür ormanları seyreden ablamın yüzünde yaşadığı mutluluğu okuyordum. Kocaman taşlara vura vura gür akan bembeyaz köpüklü Fırtına Deresi’nin sesine kuşların cıvıltısı karışıyor hatta ve hatta kulak kabartıldığında vahşi doğanın sesi ("doğanın sesi var" dediğim de, garip garip yüzüme bakan arkadaşlarıma inatla "dinleyin doğa kendi kendine konuşuyor" derim hep) ruhumuzu dinginleştiriyordu.
-Ümmühan her vadi birbiriyle bağlı sanki kıvrak dönen pileli elbise gibi baktıkça değişik atmosfer sunuyor. Önceliğimiz nereye doğru?
-Ablam, zamanımız az olduğundan ilk önce Çinçiva’ya, eşi benzeri olmayan kemer köprüyü gezeriz.
Şenyuva Köprüsü ( Çinçiva Köprüsü), Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde bulunan bir kemer köprüdür. 40 metre uzunluğunda olan köprü, 20 metre yüksekliğindedir. Çamlıhemşin ilçesine 7 kilometre uzaklıktadır. Fırtına Deresi üzerine konumlanmıştır. Köprü, 1696 yılında inşa ettirilmiştir. Tek gözlü olan köprü, kemeri orta noktasında sivrileşen bir formda inşa edilmiştir. Köprünün kitabesi 1946 yılındaki selde kaybolmuştur.
Oradan, Ortan Köyü’ne uğrayıp her evin kendine özgü yaşam öykülerini barındıran tarihi yapıtları, taş ve ahşabın bir arada kullanıldığı evleri gezeriz.
Hissettirmeden de gökyüzüne bakıyordum. Bulutlar neredeyse lacivert rengi esir alıp kopkoyu griyi üstümüze salıyordu. Çocukken babamın engin tecrübelerinden öğrenmiştim ki, hava akımı bir anda güneşten yağmura dönerse hızla ıslanan toprak suyu ememez, ememediği de için sel felaketleri olur.
Ortan köyünü gezerken Gunn Ablam tarihi evlerin mistik yapısına "çok güzel, çok çok güzel" sözlerini tekrarlayarak hayranlığını dile getiriyordu.
-Ümmühan seneye kızlarımla birlikte gelmeni, buraları görmelerini istiyorum. Dünyayı dolaştık böylesine dik yamaçlara kurulu heybetli evleri hiç görmedim.
Bir evin giriş kapısında, eşiğin üstünde yaşlıca bir teyze oturuyordu. Yanına yaklaşarak hâl-hatır sorup, kısa muhabbetten sonra evin içini görmek için müsaadesi olup olmadığını rica ettim. Teyzem nereli olduğumu sordu. "Buralıyım" dedim. "Buralı."
Turistlerin köylerine gelmesini arzu etmediklerini, çıplak denecek kadar açık kıyafetlerle köyün içinde dolaşmaları hoşlarına gitmediğini söyledi. Gunn Ablama baktı, ablam gülümseyerek teyzeme doğru bakarken ilk sevgi diyaloğu kuruldu. Teyzem,
-Gelin sizi gezdireyim, demez mi.
İlk kat (zemin katı) dümdüz hakiki taş işlemesi olan bölümde hayvanların ahırı, hayvanların yem depoları, kışlık yakıtın istiflendiği odunluk bölümü. Erzak depoları ise evden ayrı bölümde serenderlerin içindeydi. Çift kemerli ocaklar olduğu mutfak, misafir ağırlama sohbet odası, misafir yatak odası, kaynananın (kayınvalide) odası ikinci kattaydı. Üçüncü kat çatı katında dört yatak odası vardı. Her bir oda bir geline aitti. Kendi gelinlik odasının kapısını açtı, diğer kapılar kilitliydi. Aman Allah’ım kaç yıllıktı el işlemeli yatak örtüsü, üstelik desenlerin rengi hiç solmamıştı. Ya, o ahşap pencerede asılı dantelli perdelerin ilerisinde yemyeşil ormanın görüntüsü. Burası kesinlikle yalancı cennet olmalıydı. Kendi kendime mi iltifat ediyordum. Yok yok etmiyordum, insan gördüğü güzelliğe karşı dili tutulduğunda anlatacak kelimeyi bulamaz diye düşünüyordum.
Teyzemin kimi kimsesi yanında yoktu, çocukları gurbet ellerdeydi. Müjdat arabanın içinde aldığımız ekmeklerin birkaç tanesini mutfağa bıraktı. Teyzemin telefon numarasını alarak muhakkak arayacağımızı, kendisini ziyarete tekrar geleceğimi söyleyerek sarıldım boynuna. Bizi yola doğru uğurladı.
Zil kalenin yokuşundan ağır ağır çıkarken, yol boyu bize eşlik eden dereden uzaklaşıyorduk.
Yokuşun en zirve noktasında U dönüşlü viraja girmeden önce, büyük mü büyük kayanın üzerinde "ben buradayım dipdiri ve sapasağlamım" diyen Zil Kale’nin görüntüsüne uzaktan bakıyorduk. O an engel olamadığım gözyaşlarım sel olup akıyordu.
Ey mutlu çocukluğum sana geri dönemeyeceğimi biliyorum. İlkbahar geldiğinde sahildeki evimizden hayvanlarımızla birlikte 75 kilometrelik yolu yayan Kale-i-Balâ’daki yaylamıza doğru, güz ayı geldiğinde de dağlardaki yeşilliğin gidişiyle kızıllığın gelişine hüzünlenirken, dumanı tüten evler kapılarını kilitleyip sahildeki evlerine göç edenlerle birlikte bir daha beraber yürüyemeyeceğim. Ayak tabanlarımın sızısına aldırmadan genç kızların, delikanlıların arasında atma türkülere, tulum seslerine, kimisinin aşklarına, sevdalıklarına eşlik edemeyeceğim. Ve ne yazık ki teknolojiye sahip olduk, ne olduysa o zaman oldu, coşkulu yaşamayı birlikte zaman geçirmeyi bıraktık. Yenik düştük zamana, anılarımıza kırağı düştü, insan insandan üşüdü hatta soğudu.
Zil Kale,
Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen kale, Britanyalı tarihçi Anthony Bryer’ın tahminine göre Trabzon İmparatorluğu döneminde bizzat merkezi yönetimce ya da İmparatorluğa bağlı yerli derebeyleri (mesela Zil Kale için Hemşin derebeyi Arhakel) tarafından yapılmış olmalıdır.[1] Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası adlı eseriyle tanına Bıjışkyan “Kayalığın üzerinde bulunan ve Zil Kale denilen eski bir kalenin içinde insana şaşkınlık veren kemerli binalar ve büyük bir kule vardır. Kalenin alt ucu, tepelerin üzerinde başka kalelere ve eski bir kilise kalıntıları bulunan Fırtına Deresi’ne kadar uzanır” diyerek gözlemlerini anlatmış; ancak, kale tarihi hakkında bilgi vermemiştir.
Asıl adı "Aşağı Kale" anlamına "Zir Kale" iken halkın ağzında "Zil Kale" halini almıştır. Kale, aynı yörede bulunan Varoş Kale ve Pazar Kalesi ile ilk bakışta aynı elden çıkmış ve aynı amaçla yapılmış izlenimi verir.
Akşama iki saat vardı. Gökyüzü iyiden iyiye zil siyah renge bürünmüştü. Zilkale’nin surlarından eşi benzeri olmayan vadiye bakarken kardeşime dönüp aşağılara doğru Karadeniz’i göstererek,
- Şiddetli yağmurlar yağıyor inşallah sel felaketi olmaz, daha hızlı hareket etmeliyiz.
Meydan, Goluna, Gobaca köylerine uğramadan Çat köyünde dinlenerek çay içtik, çiftlikten alabalık satın alıp bize ulaşan yağmurla birlikte akşamın alaca karanlığında yeniden yola koyulduk.
Yağmur iri iri yağarken aracın sileceği hızına yetişemiyordu. Aracımızın hızı 5 km ile 1 km arasında düşmüştü. Kardeşimle birlikte olsam alışkın olduğum doğa olayından, her iki dakikada göğü delerek yere düşen şimşekler ürkmeyip tedirginlik duymayacağım. Fakat yanımızda emanetimiz vardı. Onun endişelenmesi açıkçası beni düşündürüyordu...
Ablam da, ister istemez hızlı yağan yağmurun büyüklüğünü görüp
- Ne kadar yolumuzun kaldı Ümmühan diye sordu.
-Ablam yolumuz az kaldı.
Dağların doruk noktasında saklı krater gölleriyle başlayan Fırtına Deresinin etrafı, akarı kayalık olduğu için yağmurlar da hızını artırarak yukarıya doğru yükselir, yayılmaz. Çamlıhemşin’den aşağıya ise toprak yumuşaktır, alan geniştir, seller genellikle Çamlıhemşin’le sahil arasındaki mesafede gerçekleşir.
Yol boyu ıslıklar çalan rüzgârın fırtına boranla birlikte elektrik direklerini yer yer yıktığını görüyordum. Annemle- babam geliş günümüzü bildiklerinden, yollara bakıp dualar gönderdiklerini de hissediyordum.
Nihayet son köprüyü geçip başımı yukarıya evimize doğru kaldırdığımda, elinde seyyar lambası annemin gül kokan yüzü, gözlerindeki her zamanki gördüğüm o şefkatli bakışıyla karşılaştım. Hafiften endişeli sesle,
- Sel oldu Çamlıhemşin’de yollar kapandı, haberiniz var mı? Kazasız belasız, sağ salim gelmeniz için çok dua ettim.
Bir yandan da önce misafirimiz Gunn ablama doğru kollarını açarak sımsıkı sarılırken.
- Evlatlarım hoş geldiniz, deyip içten gülüşüyle tebessüm ediyordu.
Yarın ola hayrola...