- 869 Okunma
- 7 Yorum
- 5 Beğeni
Bekleyiş yaşlı bir ülke gibi uzanmıştı önümde
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İkinci kez geçiyordum giriş tabelasında Bağyurdu yazan bu şirin beldeden. Geçmişten önüme fırlayıveren sisli bir uğultu yolumu kesti. Kimlik sordu. “Benim” dedim, “tanıyamadın mı?” Beldenin merkezi sayılabilecek bir yerde durup arabayı park ettim. Yolun hemen karşısındaki kahveye gidip bir çay içimi kadar vakit ayırmak istedim bu garip uğultuya. Uğultunun içi anı, anıların içi uçurumlarla doluydu. Dinlemek istedim onu. Belki bana anlatacakları vardır veya hatırlatacakları.
Etrafımda dolaşıp duran anı parçacıklarının işaret ettiği o yıl on yedi yaşındaydım. Otuz yıldan fazla geçmiş üzerinden. Adını bir türlü hatırlayamadığım o kızı düşündüm. Adını hatırlamıyorum ama ışıltısını hatırlıyorum. Bana hissettirdiklerini hatırlıyorum. Tutkunun ilk işaretlerinin ortaya çıktığı bakışlarını ve ışıltılı gülüşünü hatırlıyorum. Kasabamıza (Göçmen Kuşlar Kasabası) komşumuzun kızı Sibel Abla’nın düğünü için gelmişlerdi ailecek. Doğal bir neşesi vardı. Neşe diyesim geliyor ama değil. Adı neydi? Neydi adı Ah hafıza, istediğinde belleğin en ücra semtine gömüleni bile çıkarıp hatırlayış tablosuna yapıştırırsın da bu kızın ismini neden hatırlamıyorsun?
Kasabamızda düğünler genellikle köy meydanında olurdu. Sibel Abla ve Mehmet Ağabeyin de düğünleri orada olmuştu. Sibel Abla evlendiğinde otuz yaşındaydı ki evlenmeseydi potansiyel bir evde kalmış kız adayı olacaktı. Sibel Abla’nın ailesinin çevresi oldukça kalabalıktı. Aydın, Balıkesir, İstanbul, İzmir ve hatta Urfa Siverek’ten bile akraba ve dostları gelmişti. Bir de İzmir’in Kemalpaşa İlçesine bağlı Bağyurdu’ndan Sibel Abla’nın babası Mustafa Amca’nın kiraz işi yaparken tanıştıkları bir aile gelmişti. O ailenin on üç yaşında olan ve adını hatırlayamadığım o kızı (adı Işıltılı Kız olsun) evimizin bahçesinde görmüştüm. Daha ilk görüşte ondan gözlerimi alamamıştım. İlk görüşte gözlerini alamamak seksenli yıllara has bir çarpılma biçimiydi. Bu çarpılmanın adının aşk olup olmadığını bilmiyorum. Ama tutkuyu ilk öğrenişim olduğuna eminim.
Mahallenin kızlarıyla o kadar çabuk kaynaşmıştı ki sanki burada doğup büyümüşçesine hiç yabancılık çekmedi. Onda ilk dikkatimi çeken şey kısacık saçları, yüzündeki az sayıda ama soylu çil kolonisi ve gömleğinin iki yanını alttan bağladığı için açıkta kalan göbeğiydi. Bu ona yaşıtları olan diğer kızlardan büyük olduğu görüntüsü vermekle birlikte mitolojik bir tanrıçalık sıfatı da kazandırıyordu. Onunla konuşurken yüzüne bakıyordum ama aklım göbeğindeydi. Aklım günah çukuruydu ve ben de bir günah üreticisiydim.
Kız kardeşimle de iyi arkadaş olmuştu. İlk gün sadece bakışıyor ve bakışlarımızla birbirimize romantik mektuplar (romantizmin ne olduğunu henüz bilmesem de) yazıyorduk. Kısacık sürede yaklaşık on bin tane mektup yazmıştık birbirimize. Bu on bin bakış eder. Sonra mektuplaşmanın bir üst basamağı olan “direkt konuşma” faslına geçtik. Işıltılı Kız’a “benim adım Vefa” dedim. “Biliyorum” dedi gülümseyerek. “Nereden biliyorsun?” dediğimde “kız kardeşinden öğrendim” dedi. Kardeşim daha sonra gelip bana “kız seni sordu Vefa abi” demişti, heyecandan içim içime sığmaz olmuştu.
Hepi topu iki gün kalacaklardı Göçmen Kuşlar Kasabası’nda. Ertesi gün düğün vardı ve düğün gecesi döneceklerdi evlerine. İlk gün o kadar eğlendik ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan gece olmuştu. Buraya geldiği andan itibaren hiç ayrılmadık. Yedi kişilik arkadaş grubumuz bazen beş bazen de üç kişi kalıyordu. Ama hiç ikimiz yalnız kalmadık Işıltılı Kız’la. Düğün hazırlığının telaşı olduğundan düğün sahipleri ve en iyi komşuları olan biz neredeyse hiç uyumadık, ta ki babası onu “hadi kızım gir artık içeri” diye kızgınlığını belli ederek çağırana dek. Bir kere göz göze gelmiştim babasıyla, yüzündeki sözcükleri okumuştum: “Çizmeyi aşma, delikanlı!” diyordu.
Gecenin geri kalan saatlerinde hep onu düşündüm. İlk defa birini bu kadar yoğun düşünüyordum, aklım çıkarcasına. Onu birinin benden önce davranıp elimden almasından korktuğumu hatırlıyorum. Yaşından büyük göstermesine rağmen henüz çocuk sayılırdı ve benim hissettiklerimin aynısını hissedip hissetmediğinden kuşkuluydum. Sabahın ilk ışıklarında hemen bahçeye çıktım onun da uyanmış ve dışarıya çıkmış olabileceğini düşünerek. Etrafta kimse yoktu tavuklar ve horozlardan başka. Bir süre bekledim bahçede öylece tavuklarla konuşarak. Sonra bahçe kapısına doğru küçük adımlarla yürüdüm ve aniden babamla karşılaştık. Karşılaşmaktan çok bir çarpışmaydı. Bakkaldan geliyordu elinde ekmeklerle. “Oğlum, hayırdır bu saatte niye kalktın?” diye sordu suçluymuşum gibi, ne diyeceğimi şaşırdım, ağzımdan boynu bükük bir “hiç” çıktı sadece. “Hiç.” Babamın kuşkulu bakışları üzerimde dolaşırken içeri girdik beraber ve tekrar yatağa geçtim. Kaldığım yerden devam ettim ışıltılı hayaller kurmaya.
Her yarım saatte bir pencereden Sibel Ablaların bahçesine bakıyordum onu görmek için, yoktu. Saat öğleye doğru kapımız çalındı. Yerimden fırlayıp kapıyı açtım. Annesiyle beraber bize gelmişlerdi kahvaltı için. Annem dünden davet etmişti onları. O anki halimi anlatamam. Çaylak âşıklar gibi ellerimi nereye koyacağımı bilemiyor, konuşurken heyecanlanıyor ve yüzüme bir türlü istediğim ifadeyi yerleştiremiyordum. Yüzümdeki tuhaf tebessümü (bu kimine göre sırıtış olarak da düşünülebilir) kontrol edemiyordum. Ben bir günahkârdım. Aşk sanatını bilmeyen bir günahkâr.
Gelin arabası hazırlanmıştı. Düğün konvoyu için art arda sıralanmıştı arabalar. Heyecan büyüktü. Biz gelin arabasının hemen arkasındaki Ford marka eski bir minibüsteydik. Işıltılı Kız da yanımdaydı. O an düğün umurumda değildi. Yanımda o vardı ve gülümsüyordu bana. Gülümseyişi düş kurmama yol açıyordu. Hem çok mutluydum hem de üzgündüm biraz. Çünkü bu gece düğünden sonra gideceklerdi. Onu bir daha görebilecek miydim, bilmiyordum. Araçlar hareketlendi ve kasabanın bir ucundan diğer ucuna korna sesleriyle tur atacaktı konvoyumuz. İşte tam da bu saatlerde ondan adreslerini aldım. Çünkü bir gün mutlaka Bağyurdu’na gelmek ve onunla orada buluşmak istediğimi söyledim ona. Her ne kadar bunun kendi açısından tehlikeli olduğunu söylese de yine de kabul etmişti bu isteğimi, hatta benden fazla sevinmişti. Oturdukları sokağı tarif etti ama orada buluşmayacaktık. Buluşma yeri olarak mahallelerindeki okulun bahçesini seçmişti. Her şey en ince ayrıntısına kadar konuşuldu. Tam bir hafta sonra cumartesi günü, saat 13.00’te buluşacaktık.
Böylece yeniden görüşme ihtimalimizi güçlendiren çabalarımı başarıyla gerçekleştirmiş bulunmaktaydım. Kafam rahattı, artık fazla üzülmüyordum bu gece gidecek olmalarına. Çünkü ayrılık uzun sürmeyecekti. Yine de gece düğünden sonra onların gidişlerini izlemek çok zor oldu. Öpücükten oluşmuş iki büyülü gün aralıksız tutku ve dizginlenemez bir coşkuyla geçti. Onlar giderken son anda hayalet gibi yanaşıp önceden yazdığım uzunca bir mektup tutuşturmuştum eline gizlice. O mektupta ona hissettiğim her şeyi anlatmış ve hayallerimden bahsetmiştim. İleriye dönük hayallerimden, on yıl sonra, otuz yıl sonra ve sonsuza kadar sürecek olan hayallerimden. Ne hislerimizde ne hayallerimizde ne de gerçekliğimizde sofistike hiçbir şey yoktu. Hepsi hakikiydi, o anda babasının üzerime hücum eden bakışları da.
O iki gün içinde yaptığımız her şeyi, her konuşmayı genel hatlarıyla hatırladığım halde Işıltılı Kız’ın adını bir türlü hatırlayamıyorum şu an. Bunu daha önceki zamanlarda da denedim ama aynı şey olmuştu. Sanırım bazen hafızada kalan sadece eylemler ve duygulardır, bir de bırakılan acı. Bazı isimler de bir o kadar okunaksızdır. O kısacık zaman içerisinde o kadar hızlı sevmiştik ki birbirimizi, sevginin hızına yetişemiyorduk ve birbirimize adımızla bile hitap etmiyorduk. Bütün isimlerin ve hitap şekillerinin lideri olan o sözcüğü kullanıyorduk: “Canım.” Sonra aynı hızda düştük birbirimizden, aynı hızda kendi alanlarımıza çekildik; sıradanlıklar çölüne.
***
Kahvede üçüncü çayı içmişim anı parçacıklarıyla muhabbet ederken.
Su gibi akıyordu içi uçurum dolu anılar.
Suyun akışına taşlar cevap veriyordu, sadece taşlar
***
Işıltılı Kız’la sözleştiğimiz gibi bir hafta sonra cumartesi günü, kardeşim diyebileceğim, benden dört yaş küçük olan Taylan’la Bağyurdu’na geldik. Işıltılı Kız’ın dediği yerde yani okul bahçesinde bekledim onu. Beklerken geçici bir gülümseme eşlik ediyordu yüzüme. Okul bahçesindeki otlar yasak melodiler taşıdı oturduğum banka. Hızla koşan bir kedi aniden duraksayıp selam verdi. Bahçe duvarının dibinde kendiliğinden biten birkaç çiçek içimdeki sesleri dinleyip alkış tuttu. Karıncalar gelip geçtiler yanımdan, işçi yüreklerini gösterdiler. Ağaçlar hışırdayıp gölgelerini sundular. Düşler kuruyordum, ağır düşler, düşlerin yönetmeniydim.
Beklemek irileşince terlemeye başladım. Gecikmişti Işıltılı Kız.
Bekleyiş yaşlı bir ülke gibi uzanmıştı önümde.
İki saat geçmişti otlarla böceklerle konuşarak. Üçüncü saatte Taylan yanıma gelip “Ne oldu Vefa Ağabey, gelmedi mi hâlâ kız” dedi. “Gelmedi, ekildik mi len yoksa?” Son arabanın kalkış saatine kadar bekledik, gelen giden olmadı. Tarif ettiği kadarıyla onların sokaklarından geçtik. Tek tek baktık evlere, bulamadık. Cesaret edip kimseye de soramadık. Zaten yeterince dikkat çekmiştik evlere ve balkonlarına bakarken. Bir yokuş kiralayıp hızla aşağıya bıraktım kendimi zihnimin acısını hissetmemek için. Bir süre sonra da Taylan yuvarlandı arkamdan. Zaman denen o canavarı, o alaycı tanrıyı o zaman fark etmiştim.
O gün ıssızlığın sırtıma yapıştırdığı ilk uçurumla tanışmıştım. Ayrılmadı benden bir daha. Parçam oldu. Onu özümsedim. Arabaların kalktığı yere giderken gülmeye başladım, gülme kahkahaya dönüştü. “Delirdin mi ağabey,” diye hayretle yüzüme bakmıştı Taylan. Bu yaşadığım neydi diye sormuştum kendime o gün, yani otuz yıl önce (gerçekte otuz bir yıl). Cevabını bulamamıştım, sular da bulamamıştı, taşlar bile bulamamıştı. Taşlar kim oluyor ki? Ama bu gün, şu an, cevabı biliyorum, bu bir anlam kazasıydı ki anlam kazası diplere bakmanın en yıkıcı yöntemlerinden biridir. Anlam kazaları zihinde nasır oluşturur.
***
Dördüncü çayı da içtikten sonra kalktım ve yine o günkü gibi gülümseyerek arabaya doğru gittim. Bu kez kahkahaya dönüşmedi gülümsemem, kalıcı bir hüzne bıraktı yerini. Hüzün gibi insanı yerle bir eden ana duygular insanın önce belleğine sonra içine yerleşiyor. O duyguların da tıpkı bizim gibi çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemleri var. Çocuklukta hayretle karşılıyorsun, gençlikte heyecanla yaşıyorsun, yaşlılıkta ise yanına oturtup beraber bir sinema filmi izler gibi geçmiş zamanı izliyorsun, bak diyorsun şu turuncu yolculuğu ipe bağlayıp çeken benim, sırtımda taşıdığım ise sensin. Zaman geçmişi çiçeklerle getirip önümüze koyar. “Öyleyse çiçekler terör örgütü üyesidir” diyerek beraber gülmeye başlıyorsunuz sırtınızdakiyle.
Neydi adı? Işıltılı Kız, neydi senin adın?
Yoksa senin adın “Çöl Kaktüsü” müydü?
YORUMLAR
Sevgili Eflatun ile hem fikirim.
Bu bağlamda teşekkür ve tebrik ederim edebiyat aşığı biri olarak.
Gün güzelliğine selam olsun
En derin saygılarımla değerli hocam
Dramatik Buluntular
Saygı ve selamlarımı iletiyorum.
İsimler, sesler, yüzler... hepsi unutuluyor. Ama hissettirdikleri hiç unutulmuyor... en çok bu vurguyu sevdim. Belki de çok uzun zamandır aynı şeyin farkında olduğumdandır.
Çok iyi bir yazar, çok iyi bir şairsiniz. Okuyup ses vermesem de her yazınızda, her şiirinizde bunu düşünmüşümdür hep.
Teşekkürler paylaşım için...
Dramatik Buluntular
Eskilere takılıp kalmamızın nedeni, şu an korkunç bir çağın ortasına atılmamızdır. Aşkları ve dostlukları özlüyoruz, çünkü her şey hakikiydi.
Sevgiyle kalın...
Dramatik Buluntular
İnsan başlı başına bir öykü değildir zaten
Sevgiyle...
Birdenbire serin dökülen bir çağlayan dibinden geçip ıslanmak...
İstemeyerek normal dünyaya yeniden dönmek...
Bir an -i seyyale..
Bidayette Hakkla başlayıp nihayette Hakk a talip olmak..
Çok saygımla.
Dramatik Buluntular
saygı ve selamlar...