- 500 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Yaşanmış ama yazılmamış bir hikaye ( Kederli Kader)
SAVAŞTEPE’NİN YAŞANMIŞ AMA YAZILMAMIŞ HİKAYELERİ !
1-
..."KEDERLİ KADER"...
(Yaşanmış bir olayın yer ve isimler değiştirilmiş halidir. )
Güneşi, derin bir vadiyle yarılmış tepelerden birinin üzerinde karşılayıp, ilçe yolunun üzerinden uğurlayan şirin bir Anadolu köyüydü Söğütlük. Hayvancılığın yanında, yamaçlardaki en küçük toprak parçalarını dahi ekip biçen çalışkan insanlarla dolu, hareketli bir köydü. Yemyeşil kırları tepeleri, masmavi gökyüzüyle sarmaş dolaştı her her daim. Renkli bir tabiatın içinde mutlu yaşayan insanlardı Söğütlü ahalisi...
Halk arasında bir milat gibi bahsedilen
" Goca Afat " gerçekleşmeden yani 1969 öncesi...
Her zaman olduğu gibi köyün çocukları güvenle oynamakta sokak aralarında...
Sabahtan beri ara ara yağıp kesilen yağmur, o gün köye gelen çerçilerin işlerini aksatsa da umurunda değil çocukların...
Fakat aniden gökyüzünden güneşi çalan kapkara bulutlarla beraber bastıran yağmur bir anda herkeste bir koşuşturma başlatmıştı. Birdenbire el ayak çekilmiş ve uzun süre aynı şiddette yağan yağmurun ardından sel akmıştı adeta köyün her yanından...
O köyde her ev çocukların olduğu için kimse telaşlanmamıştı çocukları adına...
Ta ki yağmur dinip sular çekilinceye kadar !
Kötü haber tez yayılır sözünü ispatlarcasına bir uğultu yayılmıştı köyün içine. Emine bacıyla Osman emminin 5-6 yaşlarındaki oğlu Mehmet ortalarda yoktu. Tüm köy halkı meydanda toplanmış acaba birinin evinden çıkar gelir mi diye merakla bekleşmekteydi.
Bir yandan da üzüntüden kayıp giden Emine bacıyı ve sağa sola koşuşturup duran Osman emmiyi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Muhtarın haber verdiği jandarma ekibi de köye gelmiş ifade almakla meşguldü. Bir müddet sonra askerler eşliğinde kurulan arama ekipleri, önce köyün içini, tüm evleri, samanlıkları aradılar saatlerce. Ama küçük Mehmet’ten hiç bir iz yoktu. Çerçiler de ortalıkta görünmüyordu. Bir anda bir şüphe düştü bir çok insanın içine; " Çocuğu çerçiler kaçırmış olmasın?"
Akşam olduğu için ara verilen arama çalışmaları, ertesi gün köyün dışına çevrildi. Tarlalar, çalılıklar, yamaçlar tüm dere tepe didik edildi günler boyunca ama nafile...
Onuncu günün sonunda arama çalışmalarına son verildi en ufak bir ip ucu bulunamadığı için.
Sele mi kapılıp gitmişti, çerçiler mi laçırmıştı küçük Mehmet’i, cevapsız bir soru olarak kaldı akıllarda..!
Aradan geçen yılların ardından normale dönen hayatla birlikte bir çok kişi unutmuştu bu olayı.
İki kişi hariç: " Emine bacı ve Osman emmi...
Bağırlarına bastıkları taş yıldan yıla büyürken, umutları yok denecek kadar küçülmüştü yüreklerin de ama yine de bir umut demeye devam ediyorlardı ister istemez...
O gün Emine bacının yıllardır gülmeyen yüzünde bir tebessüm, bir gurur vardı belli belirsiz de olsa. Evladını kaybettikten sonra adını hiç söylemeyip "evladım" dediği komşu oğlu Ahmet’in asker uğurlaması vardı. Onun için aksamdan hazırladı bohçayı yanına alıp erkenden indi köy meydanına. Gençlerle sohbet etmekte olan Ahmet’e :" Evladım az bir gelsene" diye seslendi. Yanına gelip elini öpen delikanlıya: " Siz bilmezsiniz, benim de seninle yaşıt bir oğlum vardı adı Mehmet. Şimdi beraber gidecektiniz askere. Ama yıllar önce kaybettim oğlumu" diyerek gözü yaşlı bir şekilde anlattı keder yüklü o günü yeniden yaşarcasına.
Sonra sıkı sarılıp yanaklarından öptü ve
"Sağ salim git gel, uğurlar olsun" deyip evinin yolunu tuttu.
Bunaltıcı bir İzmir sıcağında, ilk günüydü Ahmet’in asker ocağında...
Koğuşun pencere kenarındaki çift katlı boş ranzaya doğru götürdü ayakları onu. Ranzanın başına vardığında kendi gibi bir acemi asker daha belirdi yanında. Burası seni yerin mi diye sordu ona. O da, yok ama ikimize de yer var, seç birini diye karşılık verdi. O zaman alt benim olsun, yüksekte yatamam ben deyip çantasını yatağın üzerine koydu. Sıkıntı yok, ben her yerde yatmaya alışığım dedi delikanlı. Bu arada benim adım Çetin, tanışalım istersen cümlesinin ardından Ahmet de adını söyleyip tokalaştılar.
İlk gün başlayan bu samimiyet günler, aylar geçtikçe daha da artmış ve iki sıkı dost olmuşlardı Ahmet’le Çetin.
Ahmet aradan geçen zaman içinde kendini, köyünü, çocukluğunu bir bir anlatmıştı Çetin’e ama o sadece Aydınlı olduğundan başka hiç söz etmemişti kendinden.
Bir öğle molasında ikili bir ağacın altında uzanmış dinlenirlerken, " Ben aslında Aydınlı falan değilim, nereli olduğumu bilmiyorum, belki adım bile Çetin değildir" dedi Çetin sessizliği bozarak. Nasıl yani dedi Ahmet, anlatsana biraz diye ekledi.
Çetin, bakışlarını; altına uzandıkları ağacın en tepe noktasına dikerek anlatmaya başladı: " Ben çerçilerin elinde büyüdüm, gerçek ailem değiller,5-6 yaşlarındayken köyün birinden kaçırmışlar beni. Hafızamda hayâl meyâl bir kaç ev ve sima hala duruyor. Fakat neresidir, o insanlar kimdir bilmiyorum. İçimi yıllardır kemiriyor bu sorular" dedikten sonra sustu Çetin... Ahmet, bir anda beynide şimşekler çakarak fırladı yerinden. Faltaşı gibi açılmış olan gözleriyle hüzünlü hüzünlü baktı Çetin’in yüzüne. Sonra koşarak uzaklaştı oradan. Bölüğün santralinden dayısını arayıp duyduklarını bir bir anlattı ona...
Cesaret edememişti Emine bacının kendisine anlattığı olayı Çetin’e söylemeye. Ya o çıkmazsa ne olurdu Çetin’in hali. Bu yüzden dayısına bıraktı o işi.
Ahmet’in dayısı duyduklarını kimseye söylemeden trene atladığı gibi İzmir’de aldı soluğu...Ertesi gün nizamiye kapısına iki askerin de adını verip ziyaretçisi olarak çağırttı onları. Yıllar önce Söğütlü’de yaşanan o kederli olayı anlattı hiç bir ayrıntıyı atlamadan. Sonra köyden bahsetti uzun uzun Çetin’e. Akerliği bitince Balıkesir’e gelip "Söğütlü’yü" bir gezip görmesini istedi.
Ahmet, dayısı ve Çetin, şimdilik bunları kimseye anlatmamak için sözleşip ayrıldılar.
Aradan aylar geçmiş, askerliği biten Ahmet köye döneli günler olmuş ama bir türlü sevinememişti terhis olduğuna... Gözü hep köyün girişindeki sokaktaydı.
Herkesin işinde gücünde olduğu bir yaz günü öğle vakti, bir yabancı genç adam belirdi köy meydanında. Bir ileri bir geri dolaşıp etrafı incelemesi hemen dikkatleri üzerine çekmişti. Meraklı bakışlar üzerine çivilenmişken birden bir ara sokağa yöneldi hızlı adımlarla... Ayakları onun kontrolünde değildi sanki...götürüyordu bir yerlere doğru ama nereye ? Etrafı çaltı avlulu bir bahçede yer alan, üstü yassıörtülü bir evin karşısında durdu. Uzun uzun baktı her bir yanına. Ta ki "Hey, delikanlı, ne bakıyorsun yarım saattir, hayırdır, kimin evini arıyorsun ?" cümlesiyle irkilene kadar...
Sesin geldiği yöne başını çevirdi. 55-60 yaşlarında, kaderin yüzüne keder haritaları çizdiği bir adamcağızdı karşısındaki...
"Amca sen kimsin" dedi ona.
Adamcağız, "Bana Osman emmi" derler de asıl sen kimsin?" diye karşılık verdi.
" Ben de onu öğrenmeye geldim, ben kimim, adım gerçekten Çetin mi bu soruların cevabını almaya geldim dedi Çetin.
Osman emminin o karayağız suratı sapsarı kesilmişti. Konuşamıyordu...
Çetin devam etti sözlerine: "Osman Amca, bu avlunun ortasında tulumbalı bir kuyu yok muydu ? " dedi.
Osman emmi titreyen sesiyle: Vaaardıı, da yıllar önceki selde dolunca kapattık...sen, sen nereden biliyorsun bunu be çocuk" der demez, "Babam" diyerek boynuna sarılan delikanlıya bakarken, yıllar önceki seli aratmayan bir sel boşandı her ikisinin de gözlerinden. Sıkı sıkı sarılıp ağladılar, ağladılar, ağladılar bahar yağmurlarını kıskandırırcasına...
İçeriye geçtiler sonra beraber. Tüm odaları bir çırpıda dolaştı Çetin. Sonra sesi titreyerek "aaannem...ölmedi...sağ değil mi" diyebildi güçlükle...
Osman Emminin cevap vermesine vakit kalmadan, gıcırdayan avlu kapısının sesini duyan Çetin, pencereye koşup baktı ve "annem sağ, annem sağ" diyerek havalara sıçradı...
Oda kapısını açıp içeri giren Emine bacı, kocasının ışıldayan yaşlı gözlerine baktı önce, sonra yanındaki gencin gözlerinde de aynı ışıltıyı görünce, yorgun yüreği çözüverdi dizlerinin bağını ve ooooooğluuuuuum diyerek yığıldı kaldı olduğu yere...
Baba oğul kolonyayla elini yüzünü ovduktan sonra kendine gelen Emine bacının yaşadığı duygular, belki sizin şu anda okurken hissettiklerinizin kat kat fazlasıydı... Ama inanın sevinciniz ortaktı !
Çetin olarak geldiği Söğütlü’de Mehmet adına, ana ve babasına tekrar kavuşan bu delikanlı bir zaman sonra evlenip, Almanya’ya işçi olarak gitmiş, ömrünün sonuna kadar da köyüyle bağını bir daha koparmamıştır... !
(Onuncuköylü İsmail SIKICIKOĞLU)