- 377 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NORAYA
NORAYA
Seri: Arayış 2
Hikaye: Sevgisizlik, Kibir ve Savaş
Baktığı her yerde insanların kanlı hesaplaşmalarını gören Noraya çok içlendi. Aslında Noraya’yı en çok inciten, insan denen yaratığın artık özüne dahi tahammül edemeyecek hale gelip kendi kendisine kin gütmesiydi.
Peki, nasıl olurdu?
Bir insan kendisine kin güdebilir miydi?
Yoksa Noraya yanılıyor muydu?
Kişi kendisine değil de aslında hasmına mı kin güdüyordu?
Dedim: “Yanılıyor olabilir misin Noraya?”
Dedi: “Etrafına daha dikkatli bak La Rocca Rukiye!”
Biraz şüpheli baktım etrafıma, nedenini bilmeden koşturan bir sürü insan gördüm. Aslında kendilerine sorsan hepsi neden ve nereye koştuklarının nedenini sular seller gibi biliyordu. Lakin fark ettim ki kendileri dahi farkında değildi; neden koşuşturup durduklarının, amaçlarının, hayallerinin...
Burnuma küf kokuları geldi! Küflenmiş bir şeyler vardı; ‘Hayaller..’ Evet, insanların hayalleri küflenmişti, çünkü bir anda bir çok şey için koşturan insanlar bir amacını gerçekleştiremeden öteki amaca yönelince kalplerinin derinliklerinde uhde olarak bıraktıkları önceki hayallerini küflendirmişlerdi. Ve ne o küf kokusunu alabiliyorlar ne de bunu fark edebiliyorlardı.
Yitirmişlerdi! Evet, insanlar kalplerini yitirmişti, bedenlerinde atan kendilerine can ve hayat veren o kalplerini öyle bir yitirmişlerdi ki aynı bedenin içinde farklı alemdelerdi. Ve aynı bedende iki ayrı alemi yaşadıklarından insanlar kalplerinin istek ve arzularını ezip geçmişti..
Peki ezilip geçilen sadece kalplerin arzuları mıydı?
Hayır, tabii ki de öyle değildi, çünkü o istek aslında insana aitti ve mekanı kalp idi. Lakin insan bitmek bilmeyen hırslarına yenik düştüğünden bir arzusunu yerine getirmeden ötekine saldırması, saldırdığı arzusu tam olmak üzereyken; “Bu oldu..” deyip diğerine atılması yüzünden amaç-arzu ve hayallerinin mekanı olan kalp MEZARA dönmüştü. Artık insanlar bedeninde kalp (mekan) değil, mezar taşıyordu, hem de tik tak tik tak tik tak atan, saat gibi işleyen bir mezar. Bitmek bilmeyen arzuların peşine yetişemeyen, panik olup tik taklarını ha bire artıran, lakin isyanını kendisini taşıyan insana bir türlü izah edemeyen bir mezar..
Sonra etrafıma biraz daha baktım, insanların gözlerinin feri sönmüştü, hani ışıl ışıl yanan parlaklık, saydamlık yok olmuştu. Mat ve ışıltısız bakan gözleri vardı. Gözlerinin feri giden her bir kişinin ayrı ayrı derdi vardı, hepsinin yakındığı, çare bulamadığı isyanları... Ama bu isyanların en ağırı SEVGİYDİ. Evet, insanlar ağır bir şekilde Sevgi yoksunuydu. Ne seven mutluydu ne sevilen. Seven sevdiğini söylüyor, sevilen az buluyordu ve sonra bu rol değişiyor, aynı koşulu diğer kişi taşıyordu ve bu böyle sürüp gidiyordu. O zaman anladım ki, insanların hayalleri bitmek bilmeyecek ve bitmek bilmeyen hayaller peşinden daha çok koşacaklar...
Sevgiyi bir türlü bulamayan hiçbir CANLIYI kesinlikle mutlu edemezsin! Hele bu hırs-kin ve kibir sahibi bir yaratık olan İnsansa... Sevginin temelini sağlam atamadıysan sen ruh taşıyan bir birey değil, ruhunu yitirmiş ve ruh arayışını ölene kadar sürdürecek bir zavallı yetiştirirsin. İşte ben baktığım her yerde bunları gördüm ve dahalarını...
Çocuklar gördüm, kendilerine bir sürü yiyecek, içecek, oyuncak ve giyecek alınan. Lakin onlar da mutsuzdu, çünkü her istedikleri vardı, ama Sevgi yoktu. Etrafındakilere sorsan çocuklarına sevgiyi fazlasıyla bile veriyorlardı. Ama öyle değildi! Çocukları daha anne karnında sevgiden yoksun yaşayıp sevgiden yoksun doğup sevgiden yoksun büyüyorlardı. Ve çocukları ilk sevgisiz bırakan en önemli kişi, anneleri oluyordu. Daha sonra ise babaları ve diğerleri.. Annesinden ve babasından hak ettiği sevgiyi alamayan çocuk eksik büyüyordu. Eksik büyüyen çocuklar hayat çizelgesinde attıkları her adımda mutsuz oluyor ve mutsuz ediyordu. İşte insanların gözlerindeki o matlık, giden o ferin sebebi aslında buydu. Anneden ve babadan hak ettiği sevgiyi alamayan erkek çocuk büyüyüp evlenince karısını ve çocuklarını layığıyla sevip mutlu edemiyordu ve yetmiyor, küfür ve dayağa yelteniyordu. Anne ve babasından hak ettiği sevgiyi göremeyen kız çocuğu eksik büyüyor ve evlendiğinde eşi ve çocuklarıyla iyi geçinemiyordu.
Ne yazık ki insanlar hala anlayamıyordu; Sevginin bedelini ve önemini! Evde mutsuzlardı, çünkü Sevilmiyorlardı; iş yerinde mutsuzlardı, çünkü sevilmiyorlardı; sokakta mutsuzlardı, çünkü sevilmiyorlardı.. Ama insanlar bütün mutsuzluklarının sebebini paraya, işsizliğe, hastalığa, çaresizliğe bağlıyorlardı. Lakin akıllarına birbirlerine layığıyla sunamadıkları Sevgi gelmiyordu. Hastalıklarının, mutsuzluklarının, savaşlarının, kahırlarının, küfürlerinin, dayaklarının, parasızlıklarının ve çaresizliklerinin en başat sebebi Sevgisizlikti.
Bir düşün kalbinde Sevgi taşıyan bir insan işçisinin hakkını yiyebilir miydi?
Kalbinde Sevgi taşıyan bir erkek ve bir kadın eşine kıyabilir miydi?
Kalbinde Sevgi taşıyan bir ebeveyn evladına kahrede bilir miydi?
Kalbinde Sevgi taşıyan bir insan hayvan katledebilir miydi?
Kalbinde Sevgi taşıyan bir insan Savaş çıkarıp kanlar akıtabilir miydi?
Kalbinde Sevgi taşıyan bir insan cana kıyacak icatlar üretebilir miydi?
Bağrında Sevgi taşıyan bir Tarih kanla dehşetle dolu olabilir miydi?
Evet, Noraya haklıydı, insanlar kendilerine dahi tahammül edemeyecek haldelerdi. Noraya içlenmeliydi ve ben de öyle. Öyle de oldu, baktığım her yere kanlı hesaplaşmalar doldu. Kişi aynaya baktı, kendisini Sevemedi ve Beğenemedi. Sonra karşısına baktı, karşısındaki kişi ister canı ister cananı isterse yabancısı olsun Sevemedi, Beğenemedi. Daha sonra kişi doğaya baktı, ne hayvanları ne de bitkileri Sevip Beğenemedi...
Ben ve Noraya içlendik, ağladık, ama sadece izlemekle yetindik; elimizden hiç bir şey gelemedi. Çünkü artık çok geçti, Dünya’nın çehresini SEVGİSİZLİK kuşatmıştı. İnsanların Sevgisizliği onlarda KİBİR denen hastalık üretmişti. Kibir ehli insan kibrinden yol alıp diğer insana şans vermiyordu. Şans bulamayan kişi hırs yapıyor, KİN gütmeye başlıyordu. Böylece KİN de yeni bir SEVGİSİZLİK doğuruyor, kısır döngü bu şekilde sürüp gidiyordu. Ve insanlar adım adım 3’e doğru koşmaktaydı. Ve 3’e koşan insanlar adımlarını olağanca hızlı atmakta çok acele etmekteydi. Adım adım inceden inceye dokunan Savaş Yılları gün geçtikçe kendini öne çekmekte...
Ben ve Noraya çaresiz kaldık ve izliyoruz...
Noraya mırıldandı.
Dedim: “Ne diyorsun sen Noraya? Tarih sustu, suspus oldu.
İnsanlar dünü unuttu, yarına ayak basmadan yüzyıl ilerisinin hayalini kurdu.
Savaşlar yurt tutunmak değil, keyfi cana kıymak için şah-matlık oldu.
Sevgiliye sunulan dün gül iken bugün diken oldu.
Adını bilip kendisinden korktuğumuz Azrail vardı, artık görevini İnsan devraldı ve insan Azrail’den değil, insandan korkar oldu...”
Noraya dedi: “Tamam, işte şimdi etrafında gördüklerini ve nedenlerini anlamışsın...”
La Rocca Rukiye Baldede
Tarih: 11.05.200-Çarşamba
Saat: 02.20
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.