- 420 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
EFSANE
NOT: 2014 yılında gecenin bir yarısı kaleme aldığım, eşyanın dilini anlatan ’EFSANE’ adlı hikayemi vakit bulup okursanız çok sevinecek ve bununla birlikte sizi bir eşyanın hayat hikayesinde Selamlayacağım... Sevgilerle...
EFSANE
Doğmak…
Bu hayatta var olmak için önce doğmak gerekirmiş, ama doğanlar neden doğduklarını ve nereye doğduklarını bilemezlermiş. Bunlar ve daha başkaları zamanla öğrenilirmiş; o zamana da yavaş yavaş adımlarla ince eleyip sık dokuyarak ‘Büyümek’ denilirmiş. Sonra bu hayat çizelgesinde ‘Hastalık’ dedikleri bir şey varmış, kimi, ne zaman, nerede bulacağı belli olmazmış; bir anda yakalar, sonradan ya iyileştirir ya öldürür ya da süründürürmüş. Bu hayatta bir de ‘Ölüm’ varmış. Bütün canlılara adı korkutucu gelirmiş hep. Onun da tıpkı hastalık gibi kimi ne zaman nerede nasıl bulacağı bilinmezmiş. Çok acı ve gürültülü inermiş canlının tepesine. Ona, “zor, acı dolu, ızdırablı” derlermiş. ‘Toprak’ denilen bir canlı daha varmış bu hayatta. Ölen insan, hayvan ve diğer yaratılmışlar o toprağa karışırmış. Bu toprağa da “Kara” derlermiş. Ne basit değil mi? Sen hem içine sığın o toprağın hem adını “Kara” koy!... Hatta bazıları bu toprak denen canlıya “Kapkara” derlermiş; “Adı da kendi de kara toprak “ diye anarlarmış, ama her işlerini adını da kendini de kara koydukları bu toprağın üzerinde yaparlarmış, her ne hikmetse! Ve derlermiş ki, “Üzerinde dönüp dolaşıp yine bu toprağın altına gireceğiz.” Şimdi acaba kim acımasız: üzerinde döndürüp dolaştırıp içine çeken toprak mı, yoksa üzerinde dönüp dolaşıp (yaşayıp, tükürüp, sümkürüp, ekip, dikip, ev arsa yapıp, uğrunda savaşlar edip, kanlar akıtıp..) sonra da içine girdikleri toprağa sığınan mahlukat mı? Evet, bütün bunların yanında canlılar arasında ‘Hayvanlar’ varmış, onlar insanlara yardımcıymış. Allah onları insanlara beslemeleri, yemeleri, faydalanmaları ve bakmaları için hediye etmiş. Evet, bir de adı sık sık geçen ‘İnsanlar’ varmış, onlar çok zeki yaratıklarmış, tüm mahlûkat bu insanların hizmetine verilmişler. Hayvanlar, doğa hatta bilindik bilinmedik tüm canlılar Allah’ın izniyle insanlara hizmet edermiş. Doğa dedikleri âlemde ‘Bitki’ dedikleri canlılar varmış; ağaçlar, çiçekler, otlar, tohumlar… Evet, benim annem de doğada yer alan koca bir Çınar ağacıymış. Ben bu koca yaşlı çınarın inleye inleye yontulduğu bedeninden doğmuşum. Üstelik dediklerine göre annem inlerken insanların hiç umurunda olmamış, hatta annemin inlemelerini kendi gürültülerinden duymamışlar bile! Çok gürültücüymüş bu insanlar. Daha doğar doğmaz bana ilk anlatılan bu insanları merak ettim… Annemden benim gibi birçok beyaz sayfalar çıkarmışlar, defter yapmışlar, sonra yetinmemişler annemden yakıp ısınmak için odun çıkarmışlar, yine yetinmemişler annemden arta kalan parçaları toplayıp tohum elde etmişler, bununla da yetinmemiş ev ve eşya yapımında kullanmak için kalas çıkarmışlar, bununla da kalmayan aç gözlü insanoğlu annemden kalan toz parçalarını talaş olarak kullanmış. Benim melek yüzlü annemi param parça etmiş bu vicdansız insanlar. Ben bu yüzden onlara karşı hep kin taşıyorum; nefret ediyorum bu insanlardan. Ne yüzlerini görmek ne de seslerini duymak istiyorum! Onlardan mümkün olduğu kadar kaçmak istiyorum, lakin yarının ne getireceğini nereden hesap edebilirim…
O da ne, bir gürültü mü geldi? Sanki içinde bulunduğum sandığın kapağı açıldı. Evet, aynen de öyle olmuştu. Bizi satan kırtasiyeci içinde bulunduğum sandığın kapağını açmıştı ve onca defterin arasından beni almıştı eline. Sanki bir hiçmişim gibi benim kalbim yokmuş gibi beni elinde sallaya sallaya diğer odaya götürdü; bu suratsız, Nemrut adam. Hep derim ya ben “annemin katili insanlardan nefret ederim” diye…Artık bu Nemrut adamın elinde salınıp durmaktan başım dönmüştü; içeri girdiğimizde sallanan beynimle etrafa şöyle bir baktım. Karanlıktan aydınlığa çıkınca kamaşan gözlerim buğulu bir camın ardından seçer gibi ilk önce uzun boylu, yakışıklı, koyu kumral saçları olan beyaz ete bürünmüş yeşil gözlü bir genç adam gördü. Bu yakışıklı adama yüreğim ilk anda öyle bir dokundu ki; “neden ilk görüşte bu kadar etkilendim ben bu adamdan” diye irkildim. Sonra beni bir titreme aldı. Yaz mevsimi olmasına rağmen tir tir titredi ürkek yüreğim. Nefesim kesik kesik çıkmaya başladı, midem bulandı, başımda hafif bir dönme belirdi. Hal böyle olunca bizim Nemrut kırtasiyeciye kızdım, ‘beni sallayıp durdu’ diye. Ama suç bizim yaşlı bunağın değilmiş, suç benimmiş. Benim başıma gelene “İlk görüşte aşk” derlermiş. Ne yani şimdi ben bir ulaşılmaza, bir insana mı âşık oldum? İyi de neden sevdim ben bu adamı neden? Üstelik hani kaçacaktım ben bu anne katillerinden!
Genç adam kırtasiyeciye cebinden bir şeyler çıkarıp verdi, sonra beni eline aldı evirdi çevirdi sayfalarımı açıp içime baktı “Immm Güzel” dedi. Aman Allah’ım ellerinde titrediğim, kendisine âşık olduğum bu adam bana “Güzel” dedi, beni beğendi. ‘Acaba o da bana âşık oldu mu?’ dedim. Sonra adam beni aldı ceketinin arasına sıkıştırdı ve arabasına atlayıp evine götürdü. Yüreğim kıpır kıpırdı, ama hala titriyordum, midem bulanıyordu ve gözlerimin önünde pembe renkler canlanıyordu. Hayatı her şeyi sanki pembe bir düş gibi görüyordum. Bu gencin odasına girdik; o an pembe rüyalarımın yerini kırmızı şapkalı kız kaptı. Evet, ben utandım! İyi de şimdi ben neden utandım? Bu gençle yalnız kaldım diye mi utandım? Hani onunla yalnız kalmak istiyordum. Ona, “şist yakışıklı ben ilk görüşte sana âşık oldum” diye bağırmak istiyordum. Neden utandım şimdi? Bu yakışıklı beni yavaşça mavi renklerle bezenmiş yatağının üzerine koydu. Bendeki heyecan ve korku arttıkça arttı. Bütün bedenime sanki korku ve heyecandan ileri gelen bir ateş yağdı. Ne olacaktı şimdi? Temiz bir aşk mı başlayacak, yoksa lekeli bir mazi mi açılacaktı? Genç adam yönünü kitaplığın rafına doğru çevirdi, oradan eline bir şey aldı ve yanıma geldi. Bendeki utanç ve korku aklımı kullanmama engel oluyor, sadece izliyordum. Ne yapacaktı bu adam? Ve yakışıklı sevgilim beni tekrar eline aldı, yaldızlı sayfalarımı karıştırdı ve ilk sayfama şöyle yazdı: “Hoş geldin günlüğüm.” Ne demekti Günlüğüm? Benim adımı böyle mi koymuştu? Acaba bana olan aşkını böyle mi açıklamıştı? İyi de çabuk olmamış mıydı bu açıklama? Neden o da benim gibi önce titreyip kızarıp utanıp sonra haykırmadı aşkını da ani bir şekilde duygularımı hiçe sayar vaziyette bir çift kuru lafla geçiştirdi, neden? Kafam karma karışıktı. Zaten en olunmazı, ‘anne katilim’ dediklerimden birini sevmiştim; bu da yetmiyormuş gibi o kişinin evinde hatta yatağının üzerindeydim. Bunlar az gelircesine basit bir aşk ilanı. Hayallerimin ötesinde bir kavuşmaktı; canımı sıkan, pembe düşlerime halat atıp yolundan durduran bir aşk ilanıydı bu. Ama kafamdaki karmaşalar birazdan bitecekti. Bu yakışıklı tekrar bir sayfamı daha açtı, yüreğim kıpır kıpır, acaba şimdi gönlümü alacak mı? Nerede, adam şimdi de sevgilisi Seher’le geçirdiği günün maceralarını yazıyor tam kalbimin üstüne. Nasıl dayansın buna benim aşk dolu körpe yüreğim; nasıl isyan etmeyeyim ben bu aşka, nasıl kıskançlığımın esiri olmayayım? Yüreğim parça parça, ama ne çare kabullenmek zorundayım, çünkü o bir insan, oysa ben basit bir kâğıt parçası, sonunda yırtılıp atılacak defter ve çaresizim, bu insanın elinde esirim. Kaçacak bir yerim yok. Peki ya Seher, onunla yarışacak güzelliğim var mı benim? Poyraz’ın gözü görür mü beni? Acaba Seher mi güzel, yoksa ben mi güzelim? Ardı arkası gelmeyen bu soruların ardından dönüyorum Poyraz’ın yazdıklarına. Yazdıklarından bu kızı çok sevdiği, kendisi için yapamayacağı deliliğin olmadığı anlaşılıyor. Ki anlatılanlara göre Seher de Poyraz’ı çok seviyor. İyi de şimdi ben ne olacağım; benim masum temiz aşkım başlamadan bitecek mi? Hayır, ben pes etmem; bu aşkta sonuna kadar savaşacağım! Sessiz çığlıklarımla Seher’i alt edip Poyraz’ıma kavuşacağım... Derken böyle günler birbirini kovaladı, benim kıskançlığım, Poyraz’ın bana karşı körlüğü, lakin Seher’e karşı sevdası gün geçtikçe arttı. Yarınlar hep umuttu bana, ama sanki her geçen gün acımasız bir baltaya dönüşüyor ve umudum biraz daha kırılıyordu. Bir gün bu deli âşık öfkeli geldi; Seher hakkında olunmadık sözler işitmiş. Bilmiyorum, belki iftira belki gerçek, ama birileri Poyraz’ı iyi şişirmiş. Beyaz tenime bu gece dökülen sadece öfkeydi. Bir zamanlar benim sorduğum soruyu şimdi Poyraz soruyordu: “Neden sevdim ben bu kızı?” Sorular aynıydı, ama adresler farklıydı. Uzun uzun düşündükten sonra Poyraz ekledi; “Nasıl da gözlerimin içine baka baka kandırdı beni?” Oysa ben Poyraz’ı kandırmamıştım! Ben sadece sevmiş ve başkasını sevmesine rağmen onu dinlemiştim. Yargılamamış, suçlamamış; ‘neden ben değil de o?’ diye Poyraz’a çıkışmamış, öfkemi içime saklamıştım, ama Poyraz bütün öfkesini önce Seher’e kusmuş, şimdi de bana kusuyordu. Seher’e bağırıp çağırmalarını, saçından tutup sürüklemelerini, yüzünü tokat manyağı yapmalarını anlatıyordu. O anlattıkça ben korkuyor ve diyorum ki: ‘aman Allah’ım ben nasıl bir adamı sevmişim?’ O, genç, yakışıklı, göz rengini annemin yapraklarından alan bu temiz yüzlü adam nasıl olur da bu kadar canavarlaşır? Hani bu adam bana her gün Seher’i incitemeyeceğini anlatırdı! Hani sadece Seher’e değil, hiçbir canlıya kıyamadığını söylerdi! Ne oldu şimdi de canavarlaştı? Tek sorun Seher’in daha önceden başka bir erkeğin olması mıydı yani? İyi de bu olamaz mıydı? O zaman zaten Seher Poyraz’ı tanımıyordu, şimdi Poyraz’ı sevdiği kadar belki o zaman da o adamı sevmişti. Sevdiğinin olamaz mıydı bu kız? Peki ya Poyraz, böyle esip kükreyen, kafasını duvarlara vuran bu adam çok mu masumdu? Bir kere beni görmedi bu adam. Kendisine olan aşkımı hiçe saydı, beni sadece basit bir defter olarak gördü, duygularımın önemi onun için yoktu. Öyle ki her gece bana Seher’den önce kimlerle birlikte olduğunu, onları nasıl öpüp kokladığını anlattı. Ben yoktum Poyraz için. Kendisi tarafından eksik ya da yanlış sayfaları karalanan ya da yırtılıp atılan ben ne kadar çığlık attıysam, duymazlıktan gelmişti bu zalim. Ama ben bunlara rağmen sabretmiş; öfkemi, kıskançlığımı sineye çekmiş, beklemiştim. Oysa O beklemiyor, durup düşünmüyor: “Acaba Seher şimdi ne haldedir, acaba benden önceki erkekle neden ayrıldı, acaba onu da sevdi mi, acaba onunla ayrılmak için mi birlikte oldu, yoksa bir yuva kurmak için mi?..” ardı araksı gelmeyen bu soruların hiçbiri Poyraz’ın aklına gelmiyordu; şimdi tek suçlu Seher! Seher’den önce yüz tane kızla çıkan, kiminin umutlarını hiçe sayıp sırf başkalarına âşık oldu diye terk eden ya da “Evlenecek değil eğlenilecek gözüyle bakmıştım zaten” diyerek geçmişindeki kızları bana kötüleyen bu adam şimdi çok masum öyle mi? Oysa bütün kızlar eğlenmek için değil, evlenmek için birlikte olur. Mutlu bir yuva, beyaz bir gelinlik ve doğacak çocuklar hayal eder. Oysa Poyraz hep eğlence olarak görmüş hayatındaki kızları, bir tek Seher’i çok överdi bana. İlk başlarda durumu kabullenmediğimden beni kıskandırmak için yaptığını düşünüyordum, oysa sonraları durumu kabullenip ‘tamam bu adam seviyor’ dedim ve isyanımı içime gömdüm. Ama seven bu adam şimdi canavar oldu; kendi kirli geçmişini unutup masum bir kızı hiçe saydı. Her ne kadar kendisini kıskanıyor olsam da bu kız, yani Seher aslında çok güzel ve iyi bir kız. Buğday sarısı saçları, mavi gözleri, uzun kirpikleri bambaşka bir hava katıyor beyaz tenine. Huyu da iyi, aklı başında ve kibar. Bu benim için üzücü olsa da Poyraz’a da yakışıyor. Ee nesi var ki geçmişin, neden unutulmuyor bu geçmiş, neden takılıp kalınıyor bu geçmişe? Kız onca açıklamalar yapmış Poyraz’a, “Ben seni kaybetmekten korktuğum için anlatamadım bunları” diye. Ama yüz kadını geride bırakan bu adam sütten çıkma ak kaşık gibi bir hışımla terk etmiş kızı, üstelik küfür ve şiddet uygulayarak. Adalet mi bu şimdi? Sen her istediğini yap kadına gelince: “Sen kadınsın ben erkeğim” de! Ne olacak şimdi, böyle diyen bu adam evlenince sadık kalacak mı bana? Yoksa hep gözüm arkada mı olacak; “acaba dışarıda başkasına bakar mı?, “Karım nasılsa evde ben biraz dışarıda gönül eğlendireyim, karım öğrense de sineye çeker ya da toplumda var olan alt psikolojiyle nasıl olsa erkek der geçer...” bunlardan mı ibaret bu insanların hayatı? İyi de ben bir defter olarak şunu algılamakta güçlük çekiyorum: sevgi, saygı bu düşüncenin ve bu düşüncenin ardından gelecek evliliğin neresinde? Bu evlilik, aşk evliliği mi gerçekten? Kadın sevip evine sadık kalacakken erkek dışarıda boy gösterecek... Her neyse bu geceden itibaren bu yakışıklı adama buz gibi kesildim. Ona karşı olan o sonsuz aşkım feminist duygularıma yenik düştü. Artık Poyraz benim gözümde basit bir yaratık halini aldı. Ve o an bir acı çöktü bağrıma, acaba Poyraz kendisine bir zarar mı verecekti? Bu öfkeyle kendi canına ya da Seher’in canına mı kast edecekti? Ama düşündüğüm gibi olmadı çok şükür, Poyraz beni yine kollarının arasına aldı; uzun uzun yürüdük deniz kıyısına geldik. Dolunayın vurduğu denizi yıldız yarışında izledik. Birlikte uzun uzun iç çektik. Her ne kadar “sevmiyorum!” desem de içimden atamıyorum ki bu adamı. Yine dolunayda kabardı aşk gelinciği, duygularım deniz köpüğünde okyanuslara yelken açtı, gözlerim bir denize bir mehtaba bir Poyraz’a baktı. Bu büyüden alamadım kendimi, sonra bir veda hüznü çöktü yüreğime. O an Poyraz beni ellerine aldı ve uzun uzun sayfalarımı karıştırarak yüzüme baktı, sayfalarımı kokladı ve son sayfama: “Bundan sonra tertemiz bir sayfa açacağım” diye not düştü. O an sevindim, çünkü bana sarılışı beni koklaması, uzun uzun yeşil gözleriyle beni süzmesi aşkının itirafı olabilirdi. Belki de Seher kaybı benim Poyraz’a kavuşmam için bir başlangıçtı. Ben bu duygularla heyecana kapılırken Poyraz elinde benim olduğum kolunu havaya kaldırdı “Seheeeeer “ diye bir nara ile beni mavi denize bıraktı. Suyun üstünde neye uğradığımı şaşırdım. Hani kavuşmuştuk, hani anlamıştı artık beni sevdiğini, hani hayatında benimle birlikte beyaz bir sayfa açacaktı? Ne yani şimdi bende mi bir Seher, Leman, Hülya, Aslı ve diğerleri oldum? Onları çıkardığı gibi beni de mi çıkardı hayatından? Ve öyle de oldu. Ben dalgalar arasında ağlaya ağlaya salınırken, ‘beni bırakma Poyraz!’ diye yalvarırken o elleri cebinde bir göğe bir bana bir etrafına bakıyordu. Zaten ne zaman görmüştü ki beni? Hep ihtiyacı olduğunda benimleydi, ben Poyraz için sadece bir malzemeydim; ihtiyacını görür işi bitince rafa kaldırırdı. Hiç sormazdı: “Efsane, bugün neler hissediyorsun, duyguların neler, bakışlarındaki hüzün, kıskançlık neden?” diye. Ben Poyraz için sadece bir hiçtim, artık yok oldum. Ne kahpesin be kader, annemi aldın benden, sonra istemediğim bir aşkı soktun kalbime, aşkımın aşklarını dinlettin bana her gece ve aşkımın ellerinden aldın canımı delice. Ölüm, adı acı, zor olan ölüm, sen bana böyle mi uğrayacaktın?..
Bir gün kırtasiyede satılmayı beklerken yaşlı bir kitap olan Kılavuz bana şöyle demişti: “ Efsane şunu asla unutma; insan en çok Azrail’ini severmiş. Canın kimin elinde çıkacaksa o sana güzel görünürmüş...” Ecel terleri alnımda dökülürken anlıyorum Poyraz’ı neden bu kadar çok sevdiğimi. Azrail’im olacakmış demek ki. Peki, ben şimdi öldüm mü? Eğer öldüysem neden hala konuşuyorum, neden sesim çıkıyor, ağlıyorum, “Poyraaaaz” diye haykırıyorum? Yoksa, yoksa ben hala yaşıyor muyum, yoksa hakikaten öldüm de Zümrüdü Anka misali küllerimden yeniden mi doğuyorum? Ne oldu şimdi bana, nereye götürüyor bu deniz beni, rotamı nereye çeviriyor rüzgâr, hangi liman kucak açar bana, hangi adres “burası senin” der? Hangi sokak adını Efsane koyar, hangi bir çift göz bana aşkla bakar? Allah’ım şimdi ben ne olacağım?
Gece boyu denizin üstünde ağlayarak sabahladım. Seher yıldızı bir göz kırptı bir yok oldu, altta denizin girdabı üstte gökten düşen yağmur taneleri dayanacak güç bırakmadı bedenimde. Sonra bir gürültü belirdi yanı başımda, bir el tutup çekti beni denizin ortasından. Bu el genç, zarif, hanım hanımcık bir bayan eliydi. Kültürlü, bilge biri olduğu kıyafetinden ve zarif tavırlarından anlaşılıyordu, ayrıca çok anlayışlı bir kadındı bu. Beni aldı suyumu silkeledi, sayfalarımı usulca açıp içime baktı ve masanın üstüne koyup kâğıt mendille suyumu sildi. Sonra yağmurun ardından çıkan güneşte uzun süre dinletti beni. Ben kururken bir gözüm de ondaydı; sürekli bir şeyler karıştırıp sonra diğer defterlere bir şeyler yazıyordu. Gözünde garip bir cisim vardı, kalem tutan eliyle arada bir düzeltiyordu. Sonra arada bir o cismi kaldırıp altından bana bakıyordu. Sonradan öğrendim ki gözlükmüş bu cismin adı. Daha iyi göremeyenler takarmış, kimileri de hobi olarak kullanırmış bu cismi. Nazik ince elleriyle bir şeyleri yazdı, bir şeyleri mırıldandı, sonra düşündü, arada kalktı martılara ekmek attı. Sonra bir ara geldi ‘kurudum mu?’ diye bana baktı, sayfalarımı karıştırdı. “Sen biraz daha bekle!” diye kibarca beni yerime koydu. Ne güzel bir hareketti bu, sonunda dilimden anlayan biri çıkmıştı. Beni bir oyuncak, yırtılıp atılacak bir araç değil, kıymetli bir yaratık gören duyarlı bir insan çıkmıştı karşıma. Ama yine de içimde bir şüphe vardı, çünkü bu hareketler bana daha önceki yıllardan tanıdık geliyordu. Poyraz da beni aldığı ilk gün bana değer vermiş, yıllarını bana adayarak benimle harcamış, ama sonunda beni fırlatıp atmıştı. Üstelik sanki hayatını ben kirletmişim gibi “Hayatımda yeni sayfalar açacağım..” diyerek beni aşağılamış, bana resmen “Kara kaplı defter!” demişti. Poyraz’ın, sevdiğim adamın gözünde suçlu ben olmuştum. Ya aynı şeyleri bu nazik görünümlü kadın da yapacak olursa? Bence ben kendimi erkenden kaptırmayım bu dostluğa. Evet, saatler sonra kadın beni yeniden eline aldı, tekrar kuruyup kurumadığımı kontrol etti, sayfalarımı karıştırdı. Sonra beni incitmeden tek tek sayfalarımı açıp okudu. Bazen gözyaşları iniyordu yüreğimin üstüne. Ben alışkındım insanların ağlamasına. İlk zamanlar psikolojim bozuluyordu, çünkü ben dert taşı oluyordum, ama zamanla alışıyor insan bir şeyleri içine sindirmeye. Sonra arada nedensiz kahkahalar atıyordu. Tamam, Poyraz komik maceralar da yazmıştı, ama bu kadın çok komik olmasa da basit şeylere bile gülüyordu! Mesela Poyraz’ın ilkokulda öğretmenden yediği tokat: Aslında öğretmen tokatı Poyraz’a atmamış, yanındaki arkadaşı şımarmış ona atmış, ama öğretmenin eli nasıl kaydıysa tokat arkadaşından çok Poyraz’ın yüzüne yapışmış. Poyraz kızarırken tüm sınıf kahkahalarla gülüşmüş. Şimdi bunun neresi komikti, ama bu kadın buna güldü. Sonra bir gün Poyraz Seher’le kırda koşarken Seher arkadan gelmiş Poyraz’ın sırtına binmeye çalışmış, derken Poyraz dengeyi sağlayamamış Seher’le birlikte yeri boylamışlar. Tabi oturup uzun uzun gülüşmüşler. Poyraz bunu benimle paylaşırken de kahkahalar atmış, gözlerinden yaş gelmişti; hiç unutmam o günü. Bir de Poyraz’ın sayfalarımdan silinemeyecek kadar komik bir anısı vardı. Buna Poyraz ‘Sünnet Düğünü’ diyordu. Poyraz küçükken sünnet olmuş, ama nasıl sünnet? Önce büyük bir heyecanla sünnet kıyafetleri aldırmış, biraz da nazla ne istediğiyse düğüne kadar hepsini yaptırmış. Düğün günü sünnetçinin elinde bıçakları görünce “Ben kendimi kestirmem” diye bir yaygarayla fırlamış sokağa. Bütün mahalle bizim delinin peşine düşmüş, o sokak senin bu sokak benim bulamamışlar Poyraz’ı. Saatlerce aradıktan sonra bizim deli komşunun kümesinden çıkmış, tabi ki bitleri de cabası. Poyraz’ı aramaktan öfkelenen mahalleli bizimkinin bitli vaziyette kaşına kaşına, kaşınmaktan da ağlayarak kümesten çıktığını görünce tutamamışlar kahkahalarını. Mahalleli hep bir ağızdan: “’Eksileceğim’ derken üstüne bir de eklenmişsin Poyraz...” diyerek kahkahalarıyla huylandırmışlar Poyraz’ı. Zaten kaşıntıdan iflah olmuş zavallı nasıl kesildiğinin farkına bile varmamış, ama sünnetçiye bastığı küfürler hala ilk günkü gibi Poyraz’ın aklında, benim aşk dolu sayfalarımda... Bir de bu sünnetin ardından Poyraz’ın günlerce giyindiği etek! Annesi yara olmasın diye günlerce etek giyindirmiş bizimkine. Okula bile etekle gitmiş zavallı. Sayfalarıma yazdıkları şunlardı: “Allah’tan ilkokul birinci sınıftaydım da benim gibi etekli gelenler çoktu, yoksa ne ana der ne baba der basardım küfürü.” Bu hikaye komikti gerçekten, her defasında Poyraz’ı güldürürdü. Zaten bu insanoğluna anlam veremiyorum ben: ağlıyorlarken gülüyorlar, gülerken ağlıyorlar, kahkaha atarken kriz geçiriyorlar; ne biçim yaratıklar bunlar anlayamadım! Evet, bu kadının da pek farkı yoktu. Aslında vardı, ama yoktu, sonuçta o da insandı; aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere ağlıyordu, ama biraz farkı vardı; gülüşü ve ağlaması farklıydı. Seçtiği konular farklıydı. Arada okuduğu yazıların altını çiziyordu, bedenimi çizikte alıkoymuştu. Aşkımın yazdıkları onun çizikleri yüzünden doğru dürüst okunmuyordu. ‘Tamam’ dedim, ‘Çizecek biçecek sonra bu da beni fırlatacak denize.’ Ama korktuğum olmadı, çizdi sonra bir şeyler yazdı. Sonra bana döndü, bana yazılanların üstüne, altına, yanına küçük notlar düştü. Daha sonra eşyalarını topladı, beni de aldı evine gittik. Esrarengiz bir evi vardı; koca koca yeşil ağaçlar, büyük bir camın içinde küçük bir deniz ve içinde yüzen balıklar, demir bir kutunun içinde oradan oraya uçuşan kuşlar vardı. Sanki orman gibiydi burası. Etraf düzenli, ama aynı zamanda dağınıktı. Her yerde kâğıt, defter, kitap vardı. Beni de diğerlerinin yanına koydu ve diğer odaya geçti. Burada merak ettiğim her şeyi sordum. İlk sorduğum bu kadın kimdi? Bana onun bir yazar olduğunu söylediler, üstelik çok tanınmış ünlü bir yazarmış, yazdıklarını herkes zevkle okurmuş. Sonra balıkların yüzdüğü küçük denizi sordum, onun adı da akvaryummuş. Kuşların uçuştuğu kutunun adı da kafesmiş. Evet, Mihrace Hanım sonra odaya girdi, eline beni aldı tekrar göz gezdirdi ve masadaki bilgisayarına yazmaya başladı. Bir benim sayfalarıma yazılan anılardan çalıyor bir de düşünüp kurup kendisi bir şeyler yazıyordu. Bu durum böyle bir yıl boyunca sürdü. Sonra bir heyecan ve koşuşturmaca başladı. Arkadaşlar: “Mihrace Hanım her zaman böyledir, her kitabında sanki yeni çıkarıyormuş gibi heyecanlanır. O eski, tanınmış, ün yapmış yazar olduğunu hep unutur” dediler. Düşündüm, düşündüm ve dedim ki: ‘belki de ününün tek kaynağı budur, her defasında bu kadar heyecanlanmasa belki tanınıp ün yapamazdı!’Arkadaşlar lafımın üstüne biraz düşünüp “Haklısın!” dediler. Çıkacak kitabı merak ediyordum. Mihrace Hanım beni eline aldı ve dosyanın üzerine koydu, dosyanın içine baktım bir şeyler tanıdık geldi, evet tanıdıktı, çünkü Poyraz, Seher ve diğer kızlar anlatılıyordu. Sonra ben, evet ben de vardım bu dosyalarda. Adım “Efsane” olarak geçiyordu. İyi de nereden biliyordu bu kadın adımı? Ben ona adımı söylememiştim ki! Sonra Mihrace Hanım bir odaya girdi, odada yazdığı kitabını ilk basımdan önce bağıra bağıra okumaya başladı. Bunu başarısına başarı katmak için değil, işini insanlara özenli ve düzgün çıkarmak için yaparmış. ‘Eksik, yanlış var mı?’ diye defalarca önce kısık sesle sonra bağıra bağıra okurmuş. Bunu yaparken de hayattan o an için bağlarını koparırmış. Evet, o okudukça bana bir şeyler tanıdık geliyor, gözlerim doluyor, bedenim titriyordu. Konu uzadıkça artık alışıyordum, çünkü tanıdığım hayat ve tanıdığım adam, bir zamanlar çok sevdiğim ve hala aklımdan çıkaramadığım o kişi, Poyraz anlatılıyordu. Poyraz’ın her adı geçtiğinde içim cız ediyor, isyanım yeri göğü inletiyordu, ama bu kadın da duymuyordu beni. Sonra okudu, okudu okudu… Kitabın sonlarına geldiğinde Poyraz’ın yerini Efsane aldı. İyi de bu bendim, nereden tanıyordu bu kadın beni? Adımı nereden biliyordu? O okudukça merakıma merak ekleniyordu, çünkü bu kadın benim Poyraz’a âşık olduğumu biliyordu; kim söylemişti sırrımı bu kadına, ben söylememiştim? Üstelik onca çığlıklarıma, naralarıma, isyanıma rağmen Poyraz’ın duymadığı beni bu kadın mı duyacaktı? Yoo, olamazdı böyle bir şey! İyi de nereden öğrenmişti Poyraz’a olan aşkımı, yoksa Poyraz da anladı da dile mi getirmemişti aşkımı? Neydi şimdi bu? Ve Mihrace Hanım okudukça merakım son bulacaktı anladım, dikkatimi Mihrace Hanıma verdim. Bu kadında bir şey vardı, sır gibiydi, odada ondan benden ve yazıp okuduğu Efsane’den başka kimse yoktu. Bundan anlaşılıyordu ki, bu kadın yazdığı kitabını ilk bana okumak istemişti. Ben de bana gösterdiği bu saygı için onu kırmayıp dinlemeyi tercih ettim. Dinledikçe merakım açıldı. Çünkü Mihrace Hanım aslında martıları araştırmaya gittiği o gün denizde beni bulduğunda sayfalarımı karıştırırken beni anlamaya çalışıyormuş; eşyanın dilinden anlıyormuş bu kadın. Koskoca ömrümde ilk defa eşyanın dilinden bu kadar güzel anlayan bu kadınla karşılaşmak benim için ne büyük bir şans. Ama hala endişeliydim, şans mıydı gerçekten bu? Hakikaten beni gerçekten anlayabilir miydi? Sadece yüzüme bakıp “Aaa bunun adı Efsane olabilir!” demekle adımı doğru tutturmakla beni tanımış mı oluyordu yani? Endişeli bakışlarla ben izlerken onu, bir ara gözleri bana kaydı ve şöyle mırıldandı;“Bakıyorum, hala endişeliyiz!” Ne demek istemişti, bana mıydı bu laf şimdi? Sonra tarafsız bir şekilde okumaya devam etti. Anladım ki adımın Efsane olduğunu yüzüme bakmakla anlamamış; bana verdiği değer Ona benim kimliğimi açıklamış, sonra yine bana verdiği değer Ona benim Poyraz’a nasıl delice vurgun olduğumu göstermiş. Hal böyle olunca Mihrace Hanım benim Poyraz’a olan aşkımı bir kitap haline getirmeyi düşünmüş. Hani beni ilk okurken akıttığı gözyaşları var ya işte onları bana üzüldüğü için akıtmış, benim yüreğime.
Benim Poyraz’a olan aşkım Poyraz’ın kaleminden satırlarıma dökülmüştü, lakin Poyraz’ın anlayamadığı bu durumu bu kadın bir bakışta anlamıştı. Sonunda Efsane son buldu, o son bulunca benim değerim ortaya çıktı. Bana değer veren bir insan beni sadece kendi yüreğinde değil, başka başka insanların yüreğine taşımaya kalkıştı. Ve öyle de oldu, ününe benimle birlikte ün katan Mihrace Hanım beni kendi yüreğinden taşırıp eşyanın dilinden anlayan anlamayan tüm insanlığa tanıttı. Benimle birlikte benim Poyraz’a, Poyraz’ın Seher’e olan aşkı da kulaktan kulağa yayılıp gitti. Bir gün kapı çaldı, Poyraz elinden tuttuğu küçük bir kızla gelmişti Mihrace Hanımın yanına. Belli ki o da okumuştu ‘Efsane’ adlı kitabı. Mihrace Hanımla uzun sohbete daldılar, sonra içeri girdiler. Poyraz eline beni aldı ve yine ta en başa dönmüştük. Benim aşkım tazelenmiş, Poyraz’ın bana merakı ilk günkü gibi kabarmıştı. İlk günkü gibi beni elinde yavaşça evirip çevirip bağrına basmıştı. Burnuna götürüp kokumu içine çekmişti. Sonra ilk günkünden farklı bir hareketle beni o çok sevdiğim dudaklarıyla yumuşacık bir dokunuşla incitmeden öptü. Dünyalar benim oldu. Ben Seher’den bile daha güzel olduğumu işte şimdi anladım. Ben, Poyraz’ın beni, hani bir gün fırlatıp attığı, hiçe saydığı, adını ‘Kara’ koyduğu beni, Seher’den bile daha çok sevdiğini anladım. Poyraz, büyük aşkım benim..
Beni büyük uğraşlarla dil döke döke Mihrace Hanımdan zorla geri aldı. Mihrace Hanım: “Vermem rafımda dursun. Atmam da vermem de..” dedi, ama Poyraz beni bırakmak istemedi. “O benim anı defterim, sadık dostum ve sizin dilinizle o benim aşkım” dedi. Üzüldüm, “acaba hala anlamadı mı kendisine âşık olduğumu?” diye mırıldandım. Ama Poyraz son darbeyi bu arada vurdu; dik bir duruş, kendinden emin bir tavırla: “Mihrace Hanım ben şimdiye kadar eşyanın dilinden anlamıyordum. Sizin kitabınız gözümü açtı, bu defterin bana âşık olduğunu anladım. Ben Seher’i bile ardımda bırakamadım. Bakın bu çocuk Seher’le benim çocuğumuz, mutlu evliliğimizin bir meyvesi. Şimdi söyler misiniz bana, derin aşkını duyduğum bu defteri, Efsane’yi nasıl gerimde bırakırım? Üstelik yanına kadar gelmişken!..” dedi. Mihrace Hanım bana bakıp tekrar başını salladı. Başını yere eğdi. Poyraz elinde tuttuğu beni yüzümü çevirip inceledi ve Mihrace Hanıma beni uzatarak: “Mihrace Hanım bana eşyanın dilini öğreten siz, bu deli aşığı benden nasıl koparacaksınız? Eğer bu defter bana romanınızda anlattığınız kadar âşıksa ayaklanıp peşimden koşmayacak mı? Bu deli âşık, beni burada bir kere görmüşken kendisine olan sevdamı anlamışken beni bırakıp ardımdan basitçe “Hoşça kal” deyip sizinle kalır mı?”dedi. Bunun üzerine Mihrace Hanım durdu, bir bana bir Poyraz’a baktı. Dolu gözlerle “Ama ben de alışmıştım Efsane’ye” dedi. “O sadece senin için değil, benim için de değerli, bana en büyük ün kazandıran o oldu. Sanma ki insanlar, sen ve Seher için aldılar kitabımı, herkes Efsane için aldı; o meşhur Efsane adlı kitabı.” Poyraz: “Biliyorum Mihrace Hanım, ben de zaten Efsane için aldım. Anlattıklarınız ben ve karımdı, ama Seher’in, benim ve daha başkalarının asıl dinlediği romanın sonlarına sıkıştırdığınız Efsane’ydi. Aslında siz baştan sona Efsane’yi anlattınız kitabınızda. Biz bir hayali kahramandık” dedi. Bütün bu konuşmaların ve zorlu iknanın ardından Mihrace Hanım, “Tamam, ama Efsane’yi bir daha üzmeyeceksin! Onu bir daha perişan halde atmayacaksın!” diyerek beni ilk, tek ve son aşkıma, Poyraz’ıma verdi. Ve işte ben küllerimden yeniden doğdum. Hani Poyraz’ın beni attığı gece ‘neydi bu efkâr!’ demiştim. “Ben öldüm mü, yoksa küllerimden yeniden doğmak üzere dirildim mi?’ demiştim. Ve öyleydi. Aslında Poyraz beni öldürmemiş, bana yeniden hayat vermek için beni denize atmıştı. O gün çok kızmıştım, Poyraz’a kin gütmemiş, ama öfke duymuştum. İyi de nereden bilebilirdim ki: Poyraz’ın aşkımı anlayıp beni sevmesi için, aslında tek aşkı Seher’den ayrılıp beni suçlu ilan ederek denize atıp sonra bana bu vesile ile âşık olacağını?.. İyi ki satın almışsın beni Poyraz, iyi ki kavga etmişsin Seher’le iyi ki denize atmışsın beni. Eğer bunları yapmasaydın sen, şimdi olmayacaktı aşkımız. Leyla ile Mecnun misali düşmeyecektik dillere. Ve sana âşık bu deli Efsane, Zümrüdü Anka misali yeniden doğamayacaktı küllerinden.
Şimdi hayat bana güzel. Aşkımın evinde, aşkımın kokusunda, aşkımın nefesinde tadıyorum hayatı. Üşüdüğümde beni ısıtan bedeni siper oluyor tüm zorluklarıma. Beni de sahiplenen çıktı artık. Ben de sevgiyle bağlandım bir insanoğluna, basit bir eşya olsam da. Onca zorluklara rağmen yıkılmayan, gelecekten ümidini kesmeyen körpe bedenim Zümrüdü Anka’nın kanatlarında can buldu delice esen Poyraz’da. Küçük bir kırtasiyede başlayan hayatım sevdiğim kollarında yelken açar oldu yarınlara…
La Rocca Rukiye Baldede
Tarih: 02.10.2014 – Perşembe
Saat: 01.30