- 392 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUDDUSİ, Tarik-ul Kur'an Tefsiri (Necm)
KUDDUSİ, Tarik-ul Kur’an Tefsiri
NECM SÛRESİ
11-مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
"Onun gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı."
İkrime, İbn-i Abbas, Ebû Salih ve Reb’i b. Enes bu âyet-i kerime’yi şu şekilde izah etmişlerdir; "Muhammed’in kalbi gördüğünü yalanlamadı. Yani, Muhammed rabbini bizzat gözüyle görmedi. Allah onun kalbine nur verdi o da kalbinin nuruyla rabbini gördü.
Abdullah b. Mes’ud ve Katade’ye göre ise bu Âyeti kerime, Resûlüllah’ın, Cebrâili kalbiyle gördüğünü beyan etmektedir. Abdullah b. Mes’ud bu âyeti izah ederken şöyle demiştir:
"Resûlüllah Cebrâili ipekten bir elbise içinde gördü. O, gökle yer arasını doldurmuştu. (Tirmizi, K.Tefsir el-Kur’anf Sûre: 53)
Allahü teâlânın, gözle görüleceği hususunda üç görüş zikredilmektedir:
Birinci görüşe göre: Allahü teâlâyı gözler dünyada görmeyecek âhirette görecektir. Daha sonra da zikredileceği gibi Hazret-i Âişe: "Gözler onu göremez o ise bütün gözleri görür." (En’am 103) âyetini delil göstererek bu görüşü beyan etmiştir.
Mesruk diyor ki:
"Ben, Âişe (radıyallahü anhâ)aya dedim ki: "Ey anneciğim, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) rabbini gördü mü?" Âişe şöyle dedi: "Söylediğin söz tüylerimi ürpertti. Sen şu üç şeyi bilmezmisin ki, kim bunların meydana geldiğini sana söylerse yalan söylemiştir.
Kim sana "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) rabbini gördü." derse şüphesiz ki o yalan söylemiştir." Hazret-i Âişe bu sözlerden sonra şu âyetleri okudu. "Gözler onu görmez o ise bütün gözleri görür. (En’am Sûresi, âyet:103)
"Allah bir insanla ancak vahiyle veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyedir. (Şuara Sûresi, Âyet: 51)
Hazret-i Âişe sözlerine devamla şöyle buyurdu: "Yine kim sana yarın ne olacağını bildiğini söylerse şüphesiz ki o yalan söylemiş olur." Sonra şu âyeti okudu: "Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. (Lokman Sûresi, âyet: 34)
Yine kim sana: "Resûlüllah bir şey gizledi." derse şüphesiz ki o yalan söylemiştir."ve şu âyeti okumuştur: "Ey Peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah’ın peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz ki Allah, kâfiler toluluğunu hidâyete erdimez (Maide Sûresi, âyet:67)
Hazret-i Âişe sözlerine devamla şöyle demiştir: "Resûlüllah rabbini görmedi. Fakat o, Cebrâil (aleyhisselam)ı kendi asli suretinde iki kere gördü. Buhari, K. Tefsir el-Kur’an Sûre 53, bab: l
İkinci görüşe göre: Allahü teâlâ hem dünyada hem de âhirette görülecektir. Allahü teâlâyı dünyada görme Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için gerçekleşmiştir. Ancak Resûlüllah’ın, Allahü teâlâyı görmesi bizzat gözüyle mi yoksa kalbiyle mi gerçekleştiği meselesi ihtilaf konusu olmuşsa da kalbiyle bir veya iki defa gördüğü görüşü tercih edilmiştir. Abdullah b. Abbas, Ebû Salih, Süddi, İkrime bu görüştedirler.
İkrime diyor ki:
"Abdullah b. Abbas dedi ki: "Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) rabbini gördü ben de ona dedim ki: "Allah "Gözler onu göremez o ise bütün gözleri görür. buyurmamış mıdır? Abdullah b. Abbas ise şöyle cevap verdi: "Vay senin haline, bu durum, Allah’ın, nuruyla göründüğü zamandır. Görülen onun nurudur. Allah’ın nuru Muhammed’e iki kere gösterildi. (Tirmizî, K.Tefsir el-Kur’art, Sûre: 53, bab: 7, Hadis no: 3279.)
Abdullah b. Şekik diyor ki:
"Ben, Ebû Zer’e dedim ki: "Şâyet Resûlüllah’ın zamanına yetişmiş olsaydım ben ona bir şey sorardım." Ebû Zer: "Ondan neyi sorardın?" dedi. Abdullah da: "Ey Allah’ın Resulü, sen rabbini gördün mü?" diye sorardım." dedi.
Ebû Zer dedi ki: "Ben onu sordum o da: "Ben nur olarak gördüm." dedi (Müslim, K.el-İman, bab: 292, Hadis no: 178)
Diğer bir Rivâyette:
"O nurdur o bana nasıl gösterilecek (Müslim, K. el-İman, bab: 292, Hadis no: 178/Tirmizî, K. Tefsir el-Kur’an Sûre 53 Hadis No 3282) diye cevap verdiği bildirilmektedir. Yani, benim, onun zatını görmeme nuru engel oldu.
Görüldüğü gibi bu Rivâyetler, Resûlüllah’ın dünyada iken Allah’ı kalb gözüyle gördüğünü beyan etmektedirler.
Şa’bî diyor ki:
"Abdullah b. Abbas Arafat’ta Kâ’b ile karşılaştı ve ondan bazı şeyler sordu. Bunun üzerine Kâ’b "Allahu Ekber" diye seslendi. Öyle ki yankısı dağlardan geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas dedi ki: "Biz, Haşimoğullarıyız." Kâ’b ise "Allah, görünmesiyle konuşmasını Muhammed ile Mûsa arasında taksim etti- Mûsa ile iki kere konuştu. Muhammed de onu iki kere gördü (Tirmizî, K. Tefsir el-Kur’an Sûre 53 Hadis No 3278) dedi.
Üçüncü görüşe göre ise: Allahü teâlâ ne dünyada ne de âhirette görülecektir. Bu görüş Mutezile’ye aittir. Allahü teâlânın âhirette görüleceğini beyen eden sağlam nasslara ters düşmaktedir. Bu sebeple nazar-ı itibara alınacak bir görüş değildir. Allahü teâlânın âhirette görüleceğini beyan eden âyetlerden bazıları şunlardır:
"O gün rablerine bakan pırıl pırıl parlayan yüzlerde vardır. (Kıyamet sûresi Âyet, 22-23) "Hayir, o gün yalancıların önüne, rablerine karşı perde çekilmiştir." (Mutaffifin sûresi, Âyet- 15)
Şu sahabiler de Allahü teâlânın, âhirette görüleceğini beyan eden sahih hadisler Rivâyet etmişlerdir. Bunlar Ebû Said el-Hudrî, Ebû Hureyre, Enas b. Mâlik, Süheyb-i Rûmî ve Bilal-i Habeşî (radıyallahü anhüm)dür.
12-أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى
"Şimdi siz, gördüğü şey konusunda onunla tartışacak mısınız?"
Yani Hazreti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrâîl’i ayan-beyân gördükten sonra, yahut tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde halleri beyân edildikten sonra da kendisiyle tartışacak mısınız?
Yahut siz tartışmada ona galip gelecek misiniz!
Yahut onu bile bile inkâr edecek misiniz?
"Ayeti kerimede " أَفَتُمَارُونَهُ"’nun manası: Onunla mücadele mi ediyorsunuz, demektir. O da Mira’ kökünden gelir.
"Diğer bir kıraatte ise "أفَتمْروُنه" Onu inkâr mı ediyorsunuz, demektir.
13-وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
"Yemin olsun, gerçekten onu diğer bir defa daha gördü."
İbn Mes’ûd (radiyallahu anh), ayeti kerime’de sözü edilenin Cebrâîl (aleyhisselam) olduğunu ve Peygamber Eefendimz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in onu bir kere daha aslı suretinde gördüğüdür.
Yani Cebrâîl (aleyhisselâm) ona asli suretinde indi. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’de onu o asli suretinde gördü.
Bu mi’raç gecesinde oldu.
İbn Abbâs ise; Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Rabbini gördü. Bunun açıklamasını şöyle yapmaktadır: O beş vakit namazın tesbiti için birkaç kere gidip geldi. O seferlerden birinde Rabbini bir defa daha gördü.
Ka’b de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Muhammed (aleyhisselam) ve Mûsa (lehisselam) ile konuşmasını ve görünmesini taksim etti; Muhammed (aleyhisselam) O’nu iki defa gördü; Mûsa (leyhisselam)’ da O’nunla iki defa konuştu.
-تفسير البغوي
{ ولقد رآه نزلةً أخرى }، يعني رأى جبريل في صورته التي خلق عليها نازلاً من السماء نزلة أخرى، وذلك أنه رآه في صورته مرتين، مرة في الأرض ومرة في السماء.
14-عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
"Sidretü’l - Münteha’nın yanında."
"Sidretü’l - Münteha’nın yanında” mahlukatın amellerinin ve ilimlerinin son bulacağı yer, yada yukarıdan inenin ve alttan çıkanın son buluşma noktası demektir. Bu noktadan sonra gayb âlemi ve ona ait bilgiler başlamaktadır.
Belki de Sidre’ye Nebk ağacına (Arabistan kirazına) benzetilmesi, gölgesinde toplandıkları içindir. Merfû’ hadis olarak yedinci kat gökte olduğu da söylenmiştir.
15-عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى
"Cennetül Me’va da Sidretül Münteha’nın yanındadır."
Abdullah b. Abbas (radiyallahu anh); "Cennetül Me’va, arş’ın sağında bulunmaktadır ve şehitlerin menzilidir." demiştir.
Bir başka görüş ise; Cennetü’l-Me’va’nın, müttakilere va’dolunan cennet, veya meleklere âit bir cennet olduğudur.
-تفسير البغوي
{ عندها جنة المأوى }، قال عطاء عن ابن عباس جنة يأوي إليها جبريل والملائكة. وقال مقاتل و الكلبي يأوي إليها أرواح الشهداء.
16-إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
"O zaman Sidre’yi bürüyen bürüyordu."
"O zaman Sidre’yi bürüyen bürüyordu": Müslim’in, tek başına rivayet ettiği bir hadiste İbn Mes’ûd (rdiyallahu anh); Onu altın kelebekler bürümüştü, demiştir.
Malik b. Sa’saa hadisinde de Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: Onu Allah’ın emriyle bürüyen bürüyünce değişti, artık Allah’ın hiçbir kulu onun güzelleğini anlatamaz.
Hasen ileMukâtil de: Onu ağaçlara üşüşen kargalar gibi melekler bürüdü, demişlerdir.
Dahhâk da: Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nûru bürüdü, demiştir.
17-مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
"Göz başka yöne kaymadı ve aşmadı da."
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın, gözü o gördüğü şeylerden ne sağa kaydı nede sola. Nede onun görme alanı olarak sınırlanan noktaları aştı.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın o makamdaki edebini anlatmaktadır. Çünkü orada sağa ve sola dönüp bakmadı.
-تفسير البغوي
{ ما زاغ البصر وما طغى }، أى ما مال بصر النبي صلى اللّه عليه وسلم يميناً ولا شمالاً وما طغى، أي ما جاوز ما رأى.
وقيل ما جاوز ما أمر به وهذا وصف أدبه في ذلك المقام إذ لم يلتقت جانباً.
18-لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
"Andolsun o Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü."
Miraç gecesinde göklere çıkarıldığında, dünya âlemi ile melekût âleminin acayiplikleri kendisine gösterilir.
Müfessirler şöyle derler: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gece gökyüzünün ufkunu kapatan yeşil refref -o bir halıdır- gördü. Onun üzerine oturup, Sidretü’l-Müntehâ’yı geçti.
Yine o gece meleklerin taifelerini, Sidretü’l-Müntehâ’yı, Cennetu’l-Me’vâ’yı, ehli imandan cennette olanları ve azgınlardan cehennemde olanları gördü."
-تفسير الماوردى
{ لَقَدْ رَأَى مِنْ ءَايَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى } فيه ثلاثة أقاويل
أحدها : ما غشي السدرة من فراش الذهب ، قاله ابن مسعود .
الثاني : أنه قد رأى جبريل وقد سد الأفق بأجنحته ، قاله ابن مسعود أيضاً .
الثالث : ما رأه حين نامت عيناه ونظر بفؤاده ، قاله الضحاك
19-أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى 20-وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى 21-أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى
"Ey putlara tapanlar! Şimdi siz şu Lât ve Uzza’ya ve üçüncü olarak da öteki Menât’a ne diyorsunuz? Erkek sizin de dişi onun mu?"
Yani bize ibadet ettiğiniz bu ilâhlardan haber verin; onların Rabbül izzete verilen kudret ve ululuk gibi sıfatları var mı?
Lât, Taif’te olup Sakîf kabilesinin putu idi. Diğer bir görüşe, göre ise, bu put Nahle denilen yerde idi ve Kureyş’illerin putu idi.
Lât kelimesi, leva kökünden olup bükülmek anlamındadır. Ona tapanlar, onun huzurunda bükülüp onu tavaf ettikleri için ona Lât ismi verilmiştir.
Bu kelime, Lâtt şeklinde de okunmuştur. Buna göre, vaktiyle tereyağını zeytinle, karıştırıp hacılara yediren bir adam, Lâtt (karıştıran) vasfıyla şöhret bulmuştu.
Diğer bir görüşe göre ise, Taif’te oturan bir şahıs, kavut karıştırıp (yapıp) hacılara yedirdiği için bu vasıfla şöhret bulmuş. Bu adam öldükten sonra nisanlar, onun mezarında toplanıp kendisine tapmaya başlamışlar.
Bir diğer görüşe göre de, anılan şahıs, bir kayanın üstüne oturuyordu. Kendisi öldükten sonra o kaya, kendi ismiyle anılmış ve Allah’tan başka ona da tapılmaya başlanmıştır.
Bir görüşe göre de, bu kaya, onun suretinde idi (onun heykeli.) idi.
Uzza ise, bir sakız ağacı idi. Cahiliyye döneminde ona tapıyorlardı. Mekke fethinden sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Halıd b. Veiıd’i onu kesmek için gönderdi. Halıd b. Velid de, onu kesti. Onun içinden dişi bir şeytan çıktı. Bu dişi şeytan, saçlarını dağıtmış halde elini başına koyup vaveyla koparıyordu. Hazret-i Halid, kılıcıyla vurup onu öldürdü. Hazret-i Halid, döndüğünde bunu Resûlüllah’a anlattı; Resûlüllah’da: "İşte o Uzza’dır; bundan sonra ebediyyen ona tapılmayacaktır" buyurdu.
Menât, Hüzeyl ve Huzaa kabilelerinin taptıkları bir kaya idi. Kurbanların kanları onun yanında akıtıldığı için ona Menât denilmiştir. Bu kelime, Menâet olarak da okunmuştur. Buna göre bu ismin verilmesi, öyle sanılıyor ki, onun yanında kendisinden bereket dilenerek akan yıldızlardan yağmur niyaz edildiği içindir.
Putlara tapanlar, anılan putlara tapmaktan başka bir de, meleklerin ve bu putların Allah’ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Allah, bundan son derece münezzehtir. İşte bundan dolayi onları tahkir ve iskât için böyle denilmiştir.
Yani ey puta tapanlar! Allah’ın kâinattaki azametinin, celal ve ceberûtunun kemâlinin eserlerini, kudretinin hükümlerini, fermanının hem yüce âlemde, hem yerin altında ve hemde her ikisi arasındaki nüfuzunu duyduktan sonra ve bu putların da son derce değersiz ve önemsiz olduklarını dinledikten sonra yine onları Allah’ın kızları olarak mı göreceksiniz?
Diğer bir görüşe göre ise mânâ şöyledir: "Bu putların bu kadar hakir ve zelil olduklarını ve Allah’ın da bu azametini gördükten sonra yine bu putları Allah’ın ortakları olarak mı göreceksiniz?"
Bir diğer görüşe göre ise mânâ şöyledir: "Bana ilâhlarınızı anlatır mısınız: bu geçen, âyetlerde izzet Rabbinin, vasıflandırıldiği kudret ve azametten en ufak bir şeye sahip midirler?"
Başka bir görüşe göre ise mânâ şöyledir: bu taptığınız putların size faydaları olacağını, zannediyor musunuz?
Yahut bu putların âhirette size şefaat edeceklerini zannediyor musunuz? Yahut bu putlara bakar mısınız: onlara tapsanız, size fayda temin edemezler; onları bıraksanız, size zarar veremezler.
22-تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى
"Öyleyse bu, insafsızca (zalimce) bir taksimdir."
وقرأ الجمهور : { ضِيزَى } من غير همز
وقرأ ابن كثير : (ضئزى) بالهمز
Öyleyse bu yani erkeğin sizin, dişinin O’nun olması zalimce düzgün olmayan bir taksim.
Çünkü kendiniz için istemediğiniz şeyleri Allah’a uygun gördünüz.
Âsım, Nâfi, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, dadın kesri ile hemzesiz olarak "dıyza” okumuşlardır.
İbn Kesir de dadın kesrinde onlara katılmıştır, ancak o, hemze ile okumuştur.
Übeyy b. Ka’b ile Muaz el - Kari, dadın fethi ile hemzesiz olarak "dayza” okumuşlardır.
Zeccâc şöyle demiştir: Dıyza Arap dilinde, haksız yere eksik vermektir, Dazehu yedıyzuhu denir ki, hakkını kısmaktır. Hemze ile de daezehu yedezuhu da denir. Nahiv bilginleri şunda müttefiktirler ki, dıyza’nın aslı duza’dır. Delilleri de şudur: O "fu’lâ” vezninde duvza’dan dıyza’ya çevrilmiştir, sebebi de ye harfinin selametidir. Nitekim Ebyad ve biyd derler ki, aslı: Buvd’dur, zamme kesreye çevrilmiştir. Ben lügat bilginlerinden "dıyza"da şu lügatlerin olduğunu okudum: Dıyza, duvza, du’za, da’za, "fe’lâ” vezninde. Kur’ânda ise ancak hemzesiz ve ye ile "dıyza” câiz olur: Neden nahivciler, onun aslı üzere kalamayacağını söylediler? Çünkü onlar Arap dilinde sıfat olarak "fı’lâ” kalıbını bilmezler. Onlar sıfatlarda ancak "fe’lâ” vezninde sekra ve gadba ile zammeli olarak da hubla ve fudla gibi şeyleri bilirler.
-معاني القرآن وإعرابه – للزَّجَّاج
وقوله عزَّ وجلَّ : (تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى (٢٢)
أي جَعْلكم للّه البنات ولكم البنين.
والضِّيزى في كلام العرب : الناقصةُ الجائرة ، يقال : ضازه يَضِيزُه : إذا نقصه حَقَّه ، ويقال : ضَأَزَه يَضْأَزُه بالهمز.
وأجمع النحويُّون أن أصل ضِيزَى : ضُوزًى ، وحُجَّتُهم أنها نُقلت من «فُعْلى» من ضْوزى إلى ضِيزى ، لتَسلم الياء ، كما قالوا : أبيض وبِيْض ، وأصله : بُوضٌ ، فنُقلت الضَّمَّة إلى الكسرة . .
وقرأت على بعض العلماء باللُّغة : في «ضيزى» لغات؛ يقال : ضِيزَى ، وضُوزَى ، وضُؤْزَى ، وضَأْزَى على «فَعْلى» مفتوحة؛ ولا يجوز في القرآن إلاّ «ضِيزى» بياءٍ غير مهموزة؛ وإنما لم يقُل النحويُّون : إنها على أصلها لأنهم لا يعرفون في الكلام «فِعْلى» صفة ، إنما يعرفون الصِّفات على «فَعْلَى» بالفتح ، نحو سَكُرَى وغَضْبى ، بالضم ، نحو حُبْلى وفُضْلى . .
وكذلك قالوا مشية - حيكى ، وهي مشية يحيك فيها صاحبها ، يقال : حاك يحيك إذا تبختر ، فحيكى عندَهم فعْلَى أيضاً (٢).
23-إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
"Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir."
Onlar (putlar), ancak sizin ve bu hususta kendilerini taklit ederek atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil belge ya da burhan indirmediği birtakım (boş) isimlerden ibarettir. Yani bu putlar, "Lat", "Menat", "Uzza" ancak sizin adlandırdığınız (boş) isimlerden ibarettir.
Kendi elinizle yonttuğunuz bu putlara ilâh diye isim verdiniz.
Müşrikler, putlara bu adları takarken ne Allah tarafından gönderilen bir vahye dayanmışlardır ne de peygamberin bildirdiği bir habere.
Bunlar ancak zanna ve nefislerin hevasına (nefislerin meylettiği) şeylere uyarlar.
"Halbuki yemin olsun ki Rabblerinden kendilerine hidayet" Rasûlü vasıtasıyla bunların ilâh olmadıklarına dair açıklama "gelmiştir."
24-أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى
"Yoksa insan, umduğu her şeye sahip mi olacak?"
Bu, kâfirlerin içinde bulundukları halin, kuruntu ve nefislerin boş arzularından başka bir şeye dayanmadığının ve bunun hiçbir fayda sağlamayacağının beyanıdır.
"Umduğu" diye terceme ettiğimiz ”temenni", bir şeyin nefiste takdir ve tasvir edilmesidir. Çoğunlukla bu, aslı astarı olmayan şeyin tasviri şeklinde olur.
Ayetin manası şudur: ”İnsan için, istediği ve canının çektiği her şey gerçekleşecek değildir." Putlarının şefaatleri konusunda ki boş arzuları ve benzeri şeyler de bu kabildendir.
Bir diğer görüşe göre anlam şudur: ”Yoksa insan için, uzun ömür, öldükten sonra dirilme ve haşrin bulunmayışından arzu ettiği şeyler mi var?"
25-فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى
"Dünya da, ahiret de Allah’ındır."
"Dünya da, ahiret de Allah’ındır." Dilediğine verir, dilediğine vermez.
İnsan için istediği her şeyin mutlaka hasıl olamayacağının gerekçesidir. Çünkü dünya ve ahiret işlerinin tümünün Allah’a ait oluşu insan için herhangi bir yetkinin olmamasını gerektirir.
-تفسير البغوي
{ فللّه الآخرة والأولى }، ليس كما ظن الكافر وتمنى، بل للّه الآخرة والأولى، لا يملك أحد فيهما شيئاً إلا بإذنه.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.