- 348 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Köyümün 23 Nisanları
KÖYÜMÜN 23 NİSANLARI
Önce güncel
Dördüncü kat balkonunda oturduğum apartmanın önünde kuzeyden güneye uzanan bir yol ve yola paralel kıvrım kıvrım uzanan dere çukuru var. Kar yağışlı ve yağmurlu günlerde şırıltısını işittiğim derenin iki yakasını da çam, ıhlamur, defne ve yabani kestane gibi ağaçlar sardığı için dere yatağını göremiyorum. Karşı yakada, ağaçların bittiği noktada üç tarafı taş duvarla çevrelenmiş iki binadan oluşan ilkokul var.
Okul bahçesinde toplanan velileri ve öğrencileri görebiliyorum, hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduklarını işitebiliyorum. Öyle ya, bugün 23 Nisan; öğrenciler bayramlarını kutluyorlar. Önce okul müdürü, sonra bir kız öğrenci bayram konuşması yapıyor, ardından iki erkek öğrenci birer şiir okuyor. Derken mikrofondan verilen bir oyun havası eşliğinde halk oyunları gösterisi yapılıyor.
Çocukların bu gösterisi beni zaman yolcusuna dönüştürüyor; yarım asır geriye, çocukluğuma, köyümün 23 Nisan Bayramlarına gidiyorum bir anda.
Şimdi de düncel
İlkokul öğrencisiyken Ata’mızın bize armağan ettiği çocuk bayramını kutlayacağımız için 23 Nisan sabahlarında oldukça heyecanlı ve mutlu olurdum. Birkaç gün öncesinden sınıflarımızı süslerdik, bayram sabahı tertemiz siyah önlüklerimizi giyer, kolalı beyaz yakalarımızı takar ve okula giderdik. Önce okul bahçesinde büyük sınıflardan küçüklere ve kısadan uzuna olmak kaydıyla sınıf ve boy sırasına girerdik. Daha sonra “Uygun adım, marş!” komutuyla bayram yerine doğru yürüyüşe geçerdik. Evet, adımlarımız ve ileri geri salladığımız kollarımız birbirine uymadığı için tam bir karmaşa yaşanırdı ama biz yine de öğretmenlerimizin dediği gibi başımızı dik tutmaya çalışır, göğsümüzün ileride olmasına özen gösterirdik. Ne de olsa yakın geleceğin gençleri, yarının Mehmetçikleri ve Nene Hatunları bizlerdik.
Uzun boylu ve güçlü kuvvetli bir erkek öğrenci en önde bayrak taşır, onun arkasında da Ata’mızın çerçeveli posterini gururla taşıyan bir kız öğrenci yürürdü. Ufak tefek, zayıf ve çelimsiz bir çocuk olduğum için bu gururu hiç tadamamıştım maalesef.
Saat ona doğru “kahve önü” dediğimiz köy meydanında hazır olurduk. Köylüler, bilhassa öğrenci velileri bayram gösterimizi izlemek üzere çepeçevre kuşatırlardı bizi. Her Türk insanının defalarca tanık olduğu millî marş söylemek, günün anlam ve önemini ifade eden konuşmalar yapmak, şiir okumak gibi alışılmış etkinliklerden sonra gösterilere geçilirdi.
Bunlar olurken köy korucusu, biz öğrencilere beşer altışar tane bisküvi (köy halkının telaffuzuyla püsküt) dağıtırdı. Bazı arkadaşlarım bisküvilerini hapır hupur yerken ben cebime koyar, kırılmamasına özen göstererek bayram sonuna kadar sabrederdim. Sabrederdim çünkü bayram harçlığımla Yeşil İsmail’in dükkânından iki lokum alacak, her lokumu iki bisküvi arasına yayıp ballı kaymaklı kadayıftan daha nefis bir tatlı ziyafeti çekecektim.
Birkaç şarkı ve marş seslendiren korodan sonra halk oyunları oynanırdı. Şüphesiz ki köydeki bayramın en heyecanlı ve eğlenceli kısmı yarışmalardı. Kısa mesafeli düz koşulardan başka çuval içinde zıplayarak koşma, halat çekme, dişler arasındaki kaşıkta yumurta taşıma gibi yarışmalar yapılırdı.
Müzik kulağına sahip değildim, ellerim ve ayaklarım ritim duygusundan yoksundu; bu sebeple folklor oyunlarına ve koroya hiç katılmadım; beden gücü isteyen yarışmalardan ise daima uzak durdum. Şimdi diyeceksiniz ki “Büsküvi yemekten başka ne yaptın 23 Nisanlarda?”
İki defa şiir okudum, son sınıftayken öğrenciler adına konuşma yaptım. Sonuncusu ve en önemlisi bir piyeste rol üstlendim.
Şimdi içinizden “Aman ne önemli, ne önemli! Okul müsamerelerinde rol almayan mı kaldı bu memlekette?” diyebilirsiniz.
Kardeşim ben 80’li, 90’lı yıllardan bahsetmiyorum; 60’lı yıllardan söz ediyorum.
Yıl 1966, ilkokul dördüncü sınıftayım. Köyümüzde elektrik yok; sinemanın adını duymuşuz fakat hiçbirimiz film seyretmemişiz; tiyatro binalarında piyesler oynandığını kitaplardan okumuşuz. Seyirlik oyunlardan uzak biz köy çocukları, köy kahvesine kurulan sahnede bir saat süren piyes oynadık.
Geceydi; hava basınçlı bir tür petrol lambası olan iki lüks aydınlatıyordu sahneyi. Kahvehaneye sinema usulü dizilen sandalyelerin tamamı dolmuştu, gençlerin bazıları en arkada, ayakta izliyordu piyesi. Bir saat boyunca seyircileri hem heyecanlandırdık hem de güldürdük. Piyesin sonunda alkışlar gırla gidiyordu tabii.
Hiç şüphe yok ki biz profesyonel oyuncular değildik, kaşını gözünü yara yara ilerlesek de eserin hakkını vermeye çalışıyorduk. Seyircilerimiz de birer eleştirmen değildi elbette; onlar babalarımız, abilerimiz, amcalarımızdı. (Hepsi de erkekti maalesef)
Nisan’ın 23’ünü 24’e bağlayan o gece köylülerimiz doyasıya eğlenmiş, biz dokuz minik tiyatrocu ise fazlasıyla gururlanmıştık. Üzerinden elli altı yıl geçtiği hâlde o geceyi unutamıyorum.
Aslına bakarsanız asıl gururlanması gereken kişi; bize bu piyesi oynatarak halkımızı tiyatroyla tanıştıran, provalarda canla başla çalışan; sahne, kostüm, makyaj gibi her türlü ihtiyacı temin eden eli öpülesi öğretmenimizdi.
Tekrar güncel
Şimdi, şu anda, 23 Nisan 2022 / 10.30’da, köyümdeki meydanda, yani babamın ve benim ve hatta evladım yaşında çocukların bayram kutlaması yaptığı kahve önünde nasıl bir manzara vardır sizce?
Şöyle diyebilirsiniz: “Senin zamanına göre çok daha güzel kutlama yapılıyordur; öğrenci ve seyirci mevcudu fazladır, mikrofonlu ses tesisatı konmuştur, kim bilir belki de boru trampet takımı marş çalıyordur.”
Yanlış kardeşim yanlış; bilemediniz. Ortada ben olmak kaydıyla üç neslin bayram kutladığı o küçük meydan bomboş şimdi. Ne öğrenci ne öğretmen ne de seyirci… Olsa olsa birkaç ihtiyar, çınar altındaki tahta sandalyelere oturmuş çene çalıyordur. Belki de birkaç köylü; ellerinde testere, sırtlarında merdiven zeytin budamaya giderken o meydandan geçiyordur.
“Neden? Okul mu yıkıldı?” diyebilirsiniz.
Yıkıldı elbette; fakat yenisi yapıldı. Önünde geniş bahçesi olan, üç katlı, kaloriferli bir bina… Öğretmenlik hayatım konargöçerler gibi doğudan batıya, kuzeyden güneye göçlerle geçmeseydi de köyümde yaşasaydım, çocuklarım bu güzel okulda okuyacaktı.
Kısaca köyümde üç dört yıl önce kapısına kilit vurulan okul var fakat öğrenci ve öğretmen yok; dolayısıyla bayram da yok.
Diyeceksiniz ki: “Neden? Köyde kuraklık mı oldu, salgın hastalık mı çıktı? Yangın çıktı da ovadaki zeytin ağaçları mı yandı? Topraklarınız verimsiz veya değersiz mi?”
Hayır kardeşim; yangın, salgın, kuraklık vurmadı köyümü. Çocukluğumda bu köyde toplam elli bin ağaç zeytin varsa şimdi yüz bin ağaç var, çocukluğumda bu köyde üç yüz ev varsa şimdi beş yüz var.
Ayrıca bu topraklar çok değerlidir. Köyümün yaslandığı Samanlı dağlarının tepesine çıkıp kuzeye bakın, İzmit Körfezi’ni göreceksiniz. Değirmendere ve Gölcük ayaklarınızın altında gibidir; tam karşıda Derince’yi, kuzeydoğuda ise İzmit’i görürsünüz.
Başka ne görürsünüz? Elbette ki Marmara’yı kuşatan evleri, apartmanları ve kiremit denizini…
Sonra geri dönüp güneye bakın. Ne görüyorsunuz?
Türkiye haritası gibi doğudan batıya uzanan sakin İznik Gölü’nü… Gölün doğu yakasında İznik, Batı yakasında Orhangazi…
Gölün kuzey ve güney tarafları dağlara kadar yemyeşil ağaçlarla bezenmiştir; bunların yüzde doksanı zeytin ağacıdır. Dikkatle bakarsanız, her iki yakada zeytinliklerin arasına sıkışmış gibi görünen bitişik düzen köyler fark edersiniz.
Tam karşıda, zeytin ağaçlarının sona erdiği yüksekliklerde meşe ve gürgen bağırlı Katırlı dağları vardır. Gözlerinizde kartal berraklığı varsa eğer, çok çok ötelerde Uludağ’ın karla kaplı zirvelerini görürsünüz.
Arkanızda kalan ve önünüzde olan bu iki farklı manzara yüreğiniz titretir ve size: “Allah’ım, Orhangazi / İznik havzasını yapılaşmadan koru,” gibi bir dua söyletir.
Son söz
Sözün özü şu ki genç nüfus azaldı köyümde. Dolayısıyla öğrenci de azaldı. İlkokul çağındaki on beş yirmi çocuk taşımalı sistemle komşu köydeki okula götürülüyor.
Gidin, gezin ilçemin köylerini, hepsi de aynı durumda. Gençler tarım ve ziraatta kendileri ve evlatları için parlak bir gelecek göremiyor, kent merkezlerine gidip sigortalı bir işte çalışmayı tercih ediyor.
Şimdi gidin köyümün köy meydanına, çevrenize bakın. Çocukluğumda ve gençliğimde iki kasap dükkânının, iki berberin, en az iki bakkalın ve dört kahvehanenin bulunduğu meydanda kasap falan yok artık.
Emlakçılar var, emlakçılar… Köydeki zeytinlikleri pazarlamaya çalışan emlakçılar… Hem de birden fazla…
Neredeeen nereye?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.