- 283 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ONUN HİKAYESİ
O’NUN HİKÂYESİ
"…aslında eskisi çok mu iyiydi?
Devlet çiftliklerde yetiştirip üretiyordu tohumu. Köylü çiftçi toprağı sürüp ekiyordu. Allah bolca rahmet verirse ekilenler büyüyor, olunca biçip hasat ediyordu ve fiyatı da devlet belirliyordu. Götürüp döküyordu ofise, alıyordu parasını ve az ya da çok harcayıp hayatını sürdürüyordu… Beli, bileği, bedeni çalışıyordu ama beyni hazıra alışmış haylaz, aklı pas tutmuş bir insan tipi…
…öylesi iyi olsaydı eğer, şimdiye dek iyi olurduk bin kere, milyon kere…
…bugün küresel dünyanın parasal sistemi liberalizmi beğenmeyip eleştiriyoruz, acımasız ve gaddar olduğu için kitleleri eziyor, insanları mutsuz ediyor diye çok kereler ağız dolusu küfrediyoruz…
…kimisi batıyor bu sistem içinde, bataklara ve soluksuzluktan boğulup ölüyor. Tabii ki akılsız olduğu için. Kimisine de Allah yürü ya kulum diyor ve onun yolu düz, hem de açık; yürüyüp gidiyor tahtırevanla ve Karunun hazinesine erişip zengin oluyor… Tabii ki akıllı olduğu için(!)
…ak göbek üstünde deği,l Akdeniz’in göbeğinde ve Allah’ın sana bahşettiği(!) gemiciğin güvertesinde güneşlenirken bir fırtına çıksın da sular kükresin, kudursun, büyük dalgalar oluşsun ve beli, bileği, bedeni değil de aklı çalışıp zenginlemiş sen itin eniğini kapıp kaçırsın, ham yapsın ve bir daha da geri vermesin!
Su testisi suyolunda kırılır diyen ataların hiç mi bir şey görmemiş, aklını çalıştırıp hiç mi bir şey bilmemiş de…"
Noktayı koyup bugünkü yazısını bitirdi adam. Başını kaldırıp az doğruldu. Bedeniyle çalıştığı için beli ve sırtı ağrımıştı. Az geriye yaslanıp sırtını koltuğa dayadı. Gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı. Hem de aklıyla çalıştığı için beyni yorulup başı ağrımış, karıncalanan gözlerini biraz ovaladı ve daralan içinde tuttuğu nefesini derin derin verip biraz rahatladı…
Masada darmadağın gazeteler, bir sürü yazılı basılı kâğıtlar, evraklar, dosyalar… Boşalmış kahve fincanı, yarılanmış sigara paketi, lacivert bir çakmak, cep telefonu, diz üstüsü, kalemler, şunlar, bunlar…
Her şey bir yana, eli gayri ihtiyari uzandı pakete; sigara yakacaktı gene. Baktı ki, küllük tıka basa dolu, uçları kararmış izmarit ve külle. O anda aklına karısı geldi ve yüzünde garip bir gülümseme belirince caydı…
Çok değil daha dün akşamdı. Evdeki çalışma odasının kapısı usulca açılmıştı ve yine belirivermişti karşısında ruh gibi. Ağzı sıkı sıkıya yumuk ve suskun, kaşları çatık gibi yüzü donuk, bakışları gene her zamanki gibi kararını çoktan vermiş bir yargıcın aynısı. Ve elinde karar metni, bilmem kaçıncı kez okuyup tebliğ edermiş gibi… Tek kelime etmemiş, hiçbir şey dememişti ama adam, karısının ne dediğini anlamıştı gene her zamanki gibi.
"İşte aynı sahne! Önünde kâğıt ve elinde kalem! Kaçıncıya boşladığı belli olmayan bir fincan, izmarit dolmuş pis bir küllük ve oda duman duman! Şuraya bir kapanıyorsun ki, hali yaman bir adam! Çık azıcık be! Ya da camı biraz aralayıp bak sokağa! Kış bitmiş, bahar gelmiş mi? Çimenler çıkıp yeşermiş mi? Bak bir; erikler, bademler çiçeklenmiş mi? Gecede misin gündüzde mi? Mavi mi, siyah mı; ne renk gökyüzü? Yıldızlar parlıyor mu? Hava açık mı, kapalı mı? Ay var mı? Bak hele; yarım mı, yuvarlak mı, ya da hilal mi? Ne olacak senin bu halin yaman adam?"
"Hayatım…" demişti ona ezik büzük, "Hayat zor! Yaşamak için yemek lazım. Yemek için çalışmak lazım. Ekmek davası…"
"Hayat zormuş… Ne klasik bir laf! Zor tabii, kolay diyen mi var? Lakin hayat demek yemek demek mi tek? Hava lazım değil mi, su lazım değil mi, moral hiç mi lazım değil? Yazmak demek mi sadece hayat; kapanıp bir odanın içine dünyadan koparak! Başın içinde kırk tilki gibi düşünceler koşuşturup dururken, birinin bile kuyruğu diğerine değmezken, sigaran duman duman, içini bağrını balgama sarmışken… Bu mu zoru kolay etmenin tek yolu? Öleceksin genç yaşında adam! Tek kendin ölsen ve sessiz sedasız çekip gitsen… Hadi ben kendimden çoktan geçtim. Hadi oğlan büyüdü şükür, ondan da geçtim. Senin bir kızın var adam! Unuttun onu. Bir kızın olduğunu unuttun be!"
"Hayatım neden unutayım ki?"
"Koca yıl geçtii gidiyor… Okul bittii bitecek… Acaba ne yapıyor, ne ediyor… Dersleri, notları nasıldır…"
Hemen kalktı. Ceketini aldı askıdan. Şapkasını, çantasını, telefonu, bilgisayarı… Sigarasını ve çakmağını cebine koydu. Karısı haklıydı aslında. Yerden göğe kadar… Öylesine dalmıştı ki dünyanın bitmez tükenmez işlerine; dediği gibi her şeyi unutmuştu. Değil kızını, kendisini bile…
"Yaa" demişti ona "Kocaman kız be hatun! Okula gitsem, öğretmenleriyle konuşsam ne olacak ki? Gidiyor geliyor işte! Üstünde başında var. Cebinde harçlığı var. Ne derdi var? Kalemi, silgisi var. Defteri, kitabı var. Programını kendisi yapıyor ve çıkması gerektiğinde çekip kapıyı çıkıyor, çalışması gerektiğinde kapanıp çalışıyor. Koca kız… Koskoca kıza neyi nasıl yapacağını ben mi anlatayım hala?"
Demişti ama birden takıldı kaldı, aklına bu gelince… Sahi ya, Sevgi kaç yaşındaydı bu yıl tam olarak? On yedi miydi, on sekiz mi? Karısı yerden göğe haklıydı aslında. Öylesine kaptırmıştı ki kendini yalan dünya işlerine… Bir de aylardır uğraştığı ve içinden bir türlü çıkamadığı o esrarengiz mesele! Belki de oydu sebep her şeye…
Kapıyı açıp ofisinden çıktı. Asistanı masanın başında; karşısında bilgisayar ekranı, elinde ince uçlu bir kalem, kısık gözleri dizi dizi yazıların silikliğinde…
"Maküle…" dedi ona oldukça aceleci bir hal ile.
"Makbule, Makbule!" diye uyardı genç bayan, üstüne basa basa. Adamın bu hitap şekline kızmış, içerlemiş gibi. Ona Maküle der gibi bir şekilde hitap ediyordu ya bazen işte bu yüzden cin ifrit oluyordu aniden. Ulan kasten mi yapar, ne için yapar, bir takıntısı var da bu yüzden mi; her ne içinse hayret bir şeydi ona göre.
"Makbule," dedi sonra adam, yanlışını düzelterek "ben çıkıyorum…"
"Ama daha erken…"
"Tamam, bugün erken çıkıyorum işte…" Derken saatine baktı bir kez daha. On dört elli. Yani üçe on var. "Sevgi’nin okuluna gitmem lazım. Toplantıları varmış. Akşam yengen söylediydi üstüne basa basa ama az daha unutuyordum. Aklıma yeni geldi, bu yüzden…"
"Saim Bey beklesin demişti siz için…"
"Boş ver şimdi Saim’i! Sahi Sarıyer’e mi gitmişti o?"
"Evet."
"Neyse boş ver! Yazıyı hazırladım ben. Şimdi geç içeri ve güzelce düzenle onu. İşin bitince Remzi’ye de göster. Bir de o baksın…"
Konuşuyordu ayaküstü Makbule’yle. Bir şeyler söyleyip daha bir şeyler ilave edecekti ki, tam bu sırada cep telefonu çaldı. Alıp baktı. Arayanın ismi yazmıyordu. Kimdi ama başka bir şehirden tuşlanan sabit telefona ait numaralar vardı ekranında.
"Maküle," dedi gene ağız alışkanlığıyla. "iki yüz seksen sekiz nerenin koduydu be?"
Aklında kayıtlıymış gibi hiç düşünmeden anında yapıştırdı cevabı Makbule:
"Kırklareli’dir Oğuz Bey…"
"Allah Allah!" dedi adam, hayret etmiş gibi. İçinde tuhaf bir şeyler depreşti o anda. Sanki bu etki, altıncı hissin tepkisi gibi bir şeydi farkında olamadığı. Biraz titredi anlamsız bir şekilde.
Ayça mıydı acaba arayan? Toplantı üç buçukta… Okul, ta Cağalolu’da. Zamanı azdı ama içinden bir ses //aç Oğuz// dedi ona ve açtı. Kibarca: "Efendim.” dedi sadece. Başka bir şey diyemedi. Öylece susup uzun uzun karşı tarafı dinledi.
Makbule’nin dikkatli bakışları üstündeydi. Ama aniden bir şeyler olmuş gibi alnı boncuk boncuk terledi. Yüzü birden düştü, gözleri donuklaştı, içi titrermiş gibi ürperdi, göğsüne tuhaf bir sancı yerleşti.
Genç bir bayan sesiydi telefondaki ve sorgu sual etmeden, //kimle görüşüyorum// bile demeden o şiiri dinletiyordu kendi sesinden. Sanki telesekreter kaydı gibi bir şeydi bu. Şiir bitince birkaç saniye içinde beti benzi soldu adamın. Sanki gücü kuvveti tükenmiş de diz bağları çözülmüş gibi bir an sallandı ve düşecekmiş gibi oldu. Titreyen dudaklarıyla: "Hamfendi kimsiniz siz?" diye kekeledi ve az bekledi. Sonra, "Ayça mı?" dedi. "Ayça kim? Ayça Samancı mı? Çok özür dilerim, çıkaramadım! Kızımın arkadaşı mısınız acaba? Adı mı? Adı Sevgi... Değimlisiniz? Öğretmeni misiniz acaba? Değilsiniz. Anladım… Kimsiniz peki? Siz mi yazmıştınız bu şiiri? Siz yazmadınız… Anladım. Peki kim yazdı? Anlatacaksınız… Anladım. Tamam… Zamanım yoktu aslında, şimdi gidiyordum ama… Tamam, dinlerim. Sizi dinlerim tabii. Az beklerseniz odama geçeyim…"
Telefonun mikrofonunu avucuyla kapatarak asistanına baktı bir an. Sorgucu gözleri kan çanağı gibi. Kız, elinde olmayaraktan olsa da ürktü ondan. Yakalanmış mıydı acaba? Suçüstü bir durum mu?
"Sen mi verdin numaramı birisine?" dedi sinirli bir şekilde. Makbule, ürkek bir kuş gibi, ya da suçluymuş da yakalanmış gibi: "Hayır!" dedi, keskin ve net.
"Peki, kim verdi?"
"Bilmiyorum efendim! Yoksa o mu arayan?"
"O da kim?"
"Bilmiyorum efendim!"
"Efendimmiş! Kes kes!"
"Vallahi bilmiyorum Oğuz Bey!"
"Sen maillerimi mi okuyorsun benim? Mektuplarımı…"
"Vallahi efendim…"
"Makbule hanım!"
"Şifrenizi bilmiyorum ki…"
"O mu dediğin kim öyleyse?"
"Bilmiyorum Oğuz Bey!"
"Kes makbule, kes! Yüzünden okunuyor her şey. Ağzından kaçırıverdin birden, şimdi kıvırmaya çalışma! Bal gibi biliyorsun! Saim söyledi… Tabii ya! Dilini eşek arısı soksun onun. Sır filan tutamaz ki! Bilmeliydim… Kabahat bende tabii, magazinciye sır mı söylenir! Sana da söyledi her şeyi öyle değil mi? Kalksın, ya da kalsın… Tövbe tövbe!"
Makbule, //lütfen Oğuz Bey// diyecekti adama. Yani; //efendim, beyim, paşam// gibi takılara takıntılıydı ya adam, ama bazen nasıl ki o da kendisine Makbule yerine Maküle diyebiliyorsa, o da ara da bir zorda kaldığında unutuyordu ve ona efendim diyebiliyor, bey diyebiliyor yani…
//Oğuz abi olur mu öyle bir şey! Nasıl düşünebilirsin? Kaç yıldır birlikte çalışıyoruz, beni hiç mi tanıyamadın?// Diyecekti ama adam çekip gitti ve sözü boğazında düğümlenip kaldı. Yani, son günlerde adam zor durumdaydı ve Makbule bunu çok iyi biliyordu. "Zor Oğuz abi, zor" dedi içinden. Belki sesli söylemişti ama Makbule bunun farkında değildi. Aslında o, adamın bildiklerinden daha çoğunu biliyordu ama cesaret edip söyleyemiyordu. Yani adamın içine düştüğü esrarengiz olayın tamamını biliyordu da… "Zor Oğuz abi, zor! Onun hikâyesiyse zordan da zor. Sen bilmiyorsun ki!"
Kapı açık kaldı odasına gidince. Önce uzun uzun gezindi, bir o yana bir bu yana; volta atan mahkûmlar gibi, telefon kulağındayken. Ağzı bir yudum açılmadan, dudakları az kıpırdayıp dilinden tek bir sözcük çıkmadan ve sadece dinleyerek. Beş dakika, yedi dakika, on dakika… Bitmedi. Sonra masanın öbür yanına geçip orada dikildi telefon kulağında put gibi. On iki, on üç, on beş dakika… Bitmedi. Oturdu meşin koltuğuna sonra, gayri ihtiyari. Dakikalar akıp gitti. Bitmedi. Telefon kulağındayken kararını çoktan vermiş yargıç karısını unuttu, dün geceyi unuttu, az önceyi ve kapı açık meraklı gözlerle onu seyreden Makbule’yi unuttu. Oğlu Mustafa’yı, kızı Sevgi’yi… Toplantı mı vardı üç buçukta? Okulu, müdürü, öğretmeni; hepsini, her şeyi unuttu ve eli gitti gayri ihtiyari cebine, çıkarıp bir sigara daha yaktı. Sabahtan beri kaç tane içmiş belli değil; küllük tepeleme pislik doluydu ama peşi peşine iki taneyi daha tepeledi.
Yirmi dakika… Makbule zaman tutmuştu, açık kapıdan onu gözlerken. Yirmi dakika… Yirmi dakikadır o da tarifsiz bir sıkıntı içinde çaresizdi. Kalkıp yanına gidecek; dolup taşmış küllüğü alıp çöpe boca edecek ya biliyordu ki kızdığı zaman ters birisi oluyordu adam. Hele son birkaç aydır tersin de tersiydi. Laf söylüyordu; abuk sabuk. Azar ediyordu; genç, yaşlı, erkek, kadın demeden. Adam zordaydı. Zor. Acayip bir çıkmazın girdabında gibi... Morali çok bozuktu ve gün geçtikçe de kötüye gidiyordu durumu. Bir türlü cesaret edip gidemedi yanına ve bu süre içinde suskunca bekledi son durumu.
Esrarengiz bir konuşma… Yani o hiç konuşmamış, sadece susmadan konuşan birisini dinlemiş durmuştu ya dakikalarca; telefonu kulağından alıp görüşmeyi bitirince çöktüğü yerde kalakalmıştı adam. İşte o zaman bir fincan sıcak kahve alıp gitti yanına Makbule. Kahveyi masaya koyarken, usulca:
"İyi misin Oğuz abi?" dedi ona, "Biraz su mu verseydim acaba? Kolonya… Sarardın da…"
"İyiyim…" dedi adam. Ama sesi soluğu yok gibiydi. "Sağ ol, iyiyim. İyiyim iyiyim! Sağ ol…"
"O muydu arayan?" dedi Makbule, ıkına sıkıla. "Ayça o muymuş?"
"O değil kızıymış…"
"Kızı mı varmış?"
"Kızıymış…"
"Abi, iyi misin sen? İyi olduğundan emin misin? Benzin sararıp soldu da…"
"İyi değilim Makbule!" dedi adam, "Hiç iyi değilim. Aslında biraz… Şey… İyiyim iyiyim, meraklanma sen! Bak şimdi… Benim gitmem lazım. Gördün mü aksiliği; okul işi gene yattı! Sen Ragıp beye söyle. İzah et durumu usturuplu bir şekilde. Boşboğazlık etmeden…"
"Ne demek abi, lafı mı olur…"
"Bir şeyler söyle işte! Yarın işe gelemeyebilirim. Belki de birkaç gün gelmem. Günlük yazılarımı gönderirim ben sana. Bugünkü hazır zaten… Bak işte, düzenle güzelce. Remzi de baksın sonra, ona da göster yanlışlık olmasın. Tamam… Anladın dimi?"
"Tamam Oğuz abi, sen hiç meraklanma!"
"Yengene telefon et işin bitince. Söyle, acil bir işimin çıktığını, Trakya’ya gittiğimi, bu gece dönemeyeceğimi… Ay Allah! Nasıl anlatsak ki! Daha dün akşam dır dır edip başımın etini yemişti. Ay Allah… Bunca yıldan, bu yaştan sonra yalan mı yapsak acaba! Neyse… En iyisi sen hiç arama onu. Ben arayıp anlatırım…"
"Tamam, Oğuz Bey!"
"Makbuleee! Başlatma şimdi ağasına beyine! Ama Saim’e sen söyle. Onu aramam bak! Spor yazarı ya, son günlerde magazinci olup çıktı. Kızdım kendisine. Neyse, tamam… Ben çıkıyorum…"
"Güle güle. Yolun açık olsun."
Arabayı çalıştırıp bastı gaza. Trafik her zamanki gibi gene yoğundu İstanbul sokaklarında ama o alışıktı yıllardır bu duruma. TEM’e çıkması uzun sürmedi. Hızlı giderse varması bir saat bile tutmazdı o şehre. Gerçi hiçte acelesi yoktu kızın anlattıklarından sonra. Bu saatten sonra; bugün gitse ne olacak, yarın gitse, hiç gitmese bile… Olan zaten olmuş. Ama canı çok sıkkındı. İçi daralıyor, boğulacak gibi oluyordu. Kalbi hızlı çarpıyordu ki, arada bir duracak gibi oluyordu. Bu yüzden gitmeliydi o şehre ve bir an evvel almalıydı emanet denilen o şeyi…
Çok üzgündü aslında; suçu günahı olmasa bile… Belki de vardı. Bilemiyordu. Düşünüyordu da acaba nerede nasıl bir hata yapmıştı. Yapmış mıydı? Bilemiyordu. Hayatı boyunca dürüst ve düzgün yaşadığını düşünüyordu. Kimseye yanlış bir şey yapmamış olsa da, bir hatası, yanlışı yoksa da, suçsuz ve günahsızsa bile karmakarışık duygular, karmaşık düşünceler içinde eli ayağı tir tir ederek, insan yüreği bu; ne olursa olsun böyle acıklı bir hikâye karşısında gene de sızlayıp duruyordu. Vicdan azabı gibi bir şey miydi bu tuhaf duygular. Ne alaka? Bunca yıldan, bunca zamandan sonra! Bir sürü sorular soruyordu kendine. Sorsa ne olacak ki, hiçbirinin cevabını veremedikten sonra. Soruyordu gene peşi peşine ya nafile. Hayat almış herkesi başka başka yönlere sürüklemiş. Kimi mutlu, kimi mutsuz; ne söylese boştu bundan sonra. Sonsuzluğa giden ucu açık dar ve uzun bir yoldu bu…
Düşünüyordu da araba yolda akıp giderken; her şey beş ay önce başlamıştı esrarengiz bir şekilde. Aslında başlangıç bile değildi o. Hele esrarengiz hiç değildi. Aslında mesele bile yoktu ortada. Sıradan, rutin bir şey… Gayet doğal. Hiç şaşılası olmayan bir şey…
Bir şiir gelmişti isimsiz bir postayla. "Aşk Ağladı" diye yazıyordu başında. Olsun. Yazmış, anlatmış işte birisi ne olacak? İlk değildi ki bu! Yüzlerce kez karşılaştığı, çokça yaşadığı bir şey… Gün geliyor övenler oluyordu yazdıklarından ötürü. Sövenler de oluyordu tabii zaman zaman. Alışmıştı bunlara. Bunlar hayatının bir parçasıydı ve artık kanıksamıştı. Kimini okumadan siliyor, kimini okuyup geçiyor; böylece sürüp gidiyordu işte…
Ayça’yı düşündü araba asfaltta akıp giderken. Ne tuhaf! Telefon çalıp da açtığında; kim olduğunu dahi sorup sual etmeden, kendisinin kim olduğunu bile ifade etmeden ve alo bile demeden titrek sesiyle o şiiri okumuştu kendisine; "Aşk ağladı" diye başlayarak. "Kadın kovaladı, adam kaçtı. Yakalanmadı. Kadın kaçtı, adam kovaladı. Tutamadı…"
İlk bu şiirle başlamıştı o esrarengiz hikâye. Şiir, kadın ve adam diyerek derin ifadeler içerse de fazlaca önemsememiş; "yeni nesil böyle işte" deyip geçiştirmişti meseleyi o zaman.
Biliyordu ki, sert ve eleştiri dozu yüksekçe yazıları yüzünden bir kesimce sevilmese de gene biliyordu ki, sevenleri de çoktu. Hem gazetedeki köşe yazıları, hem yazılarından derlediği kitapları ve Romaları; şiirleri, hikayeleri hem genç kuşak tarafından hem de her yaştan insanlar tarafından sevilerek okunuyorlardı. Övgüler aldığı kadar çeşitli eleştirilere de maruz kalıyordu doğal olarak. Bunların hepsine alışıktı. Lakin bu başkaydı. Başkaca bir şey…
Aklı başında bir okur olabilirdi mesela bu kimse. Mesela genç bir hayranı. Kızı Sevgi’nin arkadaşlarından biri bile olabilir. Hangi kadınla hangi adamı anlatıyorsa bu şiir…
Ona neydi, öyle ya! Yazmıştır birisi! "Yazsın işte, kime ne" demişti kendince. Bir adam olabilir, bir kadın, herkes olabilir. Ama hiç düşünememiş, aklının ucundan bile geçirememişti ki, onu bilen bir kadın yazsın ve bu şiirde kendisini ve onu anlatsın!
Sonra arkası kesilmemişti bu isimsiz mektuplarla gelen şiirlerin, beş ay boyunca. Kimi hasret ve özlem kokan duygularla yüklü, kimi hüzünlü, kimi isyan edercesine. Şiir değil mektup misali ve aşk ve hasret kokan ve sevda içerikli ve mesajlarla dolu iletiler. Bir mana, anlam biçemediği ve adlandıramadığı…
Kimdi bu kadın? Ne diyordu ve anlattıkları neydi, ne yapmak istiyordu. Gizli bilgiler içeren ve arkasından gelecek üstü kapalı tehditler miydi bunlar? Bir oyun muydu? Duygu oyunu, aşk oyunu, kötü veya masum bir oyun… Biri oyun mu oynuyordu kendisiyle alay edercesine? Mesela aldatılmış ve erkek düşmanı kesilmiş bir kadın… Tahtası eksik kafadan kontak bir adam… Ütopik biri… Karşılıksız aşka yakalanmış, aklını oynatmış genç bir kişi… Kim? Bilemiyordu ki!
Önceleri her ne kadar kafaya takıp önemsememiş olsa da gün geçtikçe rahatsızlığı büyüdükçe büyümüştü. Evine yansımıştı bu durum. Ailesine. İşine yansımıştı belli belirsiz. Sosyal ilişkilerine yansımıştı elinde olmadan irili ufaklı. Beyninde gelişen gitgeller, aklını kemirip duran cevapsız sorular, ne olduğu belli olmayan tuhaf düşünceler ve lüzumsuz ağır yükler; agresifleşmişti. Kimdi kendisine musallat olmuş bu kişi? Ne istiyordu? Neydi derdi? Kendisiyle alıp veremediği mesele ne?
"Oğuz Devrim Bey siz misiniz?" demişti telefonda şiir okuyan genç kız. Sonra anlatmıştı. Adı Ayça’ymış. On yedi yaşındaymış. Okumaktaymış Kırklareli’nde ve lise sondaymış. Daha önce Elmacık Köyündeymişler annesiyle birlikte ama gidip gelmek zor olduğu için Kırklar mahallesindeki evlerine taşınmış ve anneannesiyle birlikte orada oturmaya başlamışlar liseye başladığından beri.
Önce özür dilemişti kendisinden. Böyle tuhaf bir davranışın içinde olması kendi iradesi dışında gelişmiş bir durummuş. Annesinin vasiyeti böyleymiş ve buymuş sebep, onu yerine getirmişmiş ister istemez. Buluşmaları da gerekmiş o şehirde ve ona bir emanet verecekmiş. Çok da önemliymiş. Sonrası Oğuz D. Atasoy denilen adamın bileceği bir şeymiş. Garip… Adam beş aydan beri zaten garip bir durumun içindeydi; anlamsız, manasız, cevapsız, tuhaf…
Yola çıkarken düşündüğü gibi oldukça hızlı gitmişti ki o şehre varması bir saat tutmamıştı. Merkezi bir yerde bir park vardı Ayça’nın dediği gibi. Gerçi daha evvelden gelmişliği vardı buraya ama bu seferki farklıydı. Bu sefer yalnızdı ve iş için biri veya birileriyle değil de esrarengiz şekilde tanımadığı genç bir kızla buluşacaktı. Baktı, parkın yanında ulu bir çınar ağacı vardı. Kuzey Batı köşesinde taksi durağı vardı. Çay bahçesiydi park ve oturan insanlar vardı. Ayça’nın tarif ettiği yer burasıydı kuşkusuz.
Arabadan inmeden telefon etti kendisine anlaştıkları gibi. Evleri Kırkşehitlerin oradaymış. Uzak sayılmaz yakınmış. Eve gelmesin/miş ve beklesin/miş orada. Kendisi gelip bulacakmış onu. Dinledi ve bekledi. Çok da beklemedi aslında. Anneannesinden izin almış çabuk geldi kız.
Sarı kıvırcık saçlıydı telefonda söylediği gibi. Sarı tişörtü ve mavi pantolonu vardı. Elinde fermuarlı siyah bir evrak çantası vardı. Kendi çantası da omzundaydı ve o da kırmızıydı. Anlaştıkları gibi ulu çınar altındaki arabada bekleyen adamı o da tanıdı…
Çay bahçesinde oturup konuşacaklardı önceden anlaştıkları gibi. Öyle yaptılar. Oturdular. Çay içtiler ikişer bardak. Üçüncüyü söylediler…
Annesi üç hafta önce ölmüş. Yaşadıkları sürece anne kız değil arkadaş gibiymişler. Saklı gizlileri yokmuş ama gene de ölmezden önce tembih üstüne tembih etmiş annesi. Vasiyet değil tembihmiş bu. Kendisinin de bildiği ve onun sayesinde tanıdığı Oğuz D. Atasoy isimli adamı ölümünün yirmi birinci gününde araması ve mutlaka bulması lazımmış. Adres vermiş. Kendisi de biliyormuş ama iyice tembih etmiş ve telefon numarasını da vermiş. "Eğer kaybedersen veya ulaşamazsan Makbule Hanımı ara o sana yardımcı olur" diye eklemiş… Emanet dediği şey bu siyah çantaydı.
"İçindekiler anneme ait şeyler. Getirip verdim ve sanırım görevimi yaptım. Bundan sonrası sizi ilgilendirir Oğuz Bey!"
Konuştular bir süre. Kız, kendisini ve annesini anlattı. Adam da kısa da olsa kendisinden bahsetti. Küçük sorular sordu kıza ara sıra ama genellikle az konuşup Ayça’yı dinlemeyi yeğledi...
İkindi üzeriydi ve akşamın olmasına az zaman kalmıştı. Adam karanlığa kalmadan gidip dönmeliydi. Görüşmek üzere deyip ayrıldılar...
Elmacık Köyü Istranca Dağları üstünde düzlük bir yerdeydi. Önce kahve önünde durup muhtarı sordu ve buldu. Ayaküstü konuştular az. Kendisini anlattı kısaca. Tanıyanlar çıktı. Muhtar da üç beş anlattı o kadın hakkında. Yedi senedir buradaymış. İnsan gibi bir insanmış Melek Hanım. Adı Melekmiş. Adı gibi melek bir insanmış. Gece gündüz dememiş, bayram seyran dememiş kimin ihtiyacı varsa onun yardımındaymış. Kendini insanlara adamış, adam gibi bir kadınmış. Muhtar, övgüyle sevgiyle bahsetti ondan. Geçen yıl hastalanmış amansız bir şekilde. Son bir yıldır yılmadan o lanet hastalıkla savaşmış ama ne yazık ki başaramamış. Her ne kadar melek gibi olsa da sonunda o da etli canlı bir insanmış. Yüce Allah’ın takdiri işte…
Muhtar anahtarı verdi kendisine. Evi gösterdi. "İsterseniz ben de sizle geleyim" dedi ama adam teşekkür etti. "Giderken görüşmek üzere…" deyip ayrıldılar…
Duvarları kireç boyalı iki oda, bir mutfak; küçük ama şirin bir şeydi ev. Etrafı da taş duvarla çevriliydi Ayça’nın dediği gibi. Derli toplu, düzenli; rengârenk çiçekler, yemyeşil çimenler, fideler, meyveler ve duvar boyunca dizilmiş sedirler…
Çerçeveler ve kapılar kayın ağacındandı ve maviye boyalıydılar. Camlar, sahipsizmiş gibi kirli ve tozlu değildi. Perdeler, tüller de öyle. Her şeyler bakımlı ve temiz, sahibi ölmüş gibi değildi…
Ürkerek girdi içeriye. Tedirgindi. Öylesi bir durum; hüzün verici ve bir o kadar rahatsız edici. Nasıl bir şeydi ki bu, bunca zamandan sonra böylesi karmaşıklık, aklına sığdıramadığı, bir anlam katamadığı, adlandıramadığı ve çaresizlik içinde tükenmişlik gibi…
Ama öyle.
Birisi çıkıp deseydi birgün kendisine veya bir falcı veya geleceği bilebildiğini söyleyen birisi işte böyle böyle olacak diye; deli misin deyip gülüp geçeceği, ya da iki cihan bir araya gelse bile inanamayacağı bu durum…
İçi tir tir, yüreği acıyıp sızlayarak ve kor ateşler içinde cayır cayır yanarak… Kolu kanadı kırılmış gibi, takatsiz; sancılar batıyordu sol omzuna ve acı akıp gidiyordu su gibi kolundan bileğine, eline. Korku muydu bu, nelerin olduğunu bilemediği?
Çöküp oturdu ak dantellerle süslü yastıkların başucunda yattığı, desen desen bezenmiş işlemeli örtünün hüzünlere rağmen gülümsediği boş yatağın ayakucuna. Sönük gözlerle dört bir yanı seyretti.
Duvarın birinde boydan boya kitaplık vardı. Tıka basa doluydu ama düzgün, özene bezene dizilmişler. Hemen yanında ahşap bir masa vardı. Üstünde açık kalmış bir defter ve bir kalem, yarısına kadar su dolu cam sürahi ve boş cam bardak, mavi boş küllük, yarısı içilmiş bir paket sigara, eflatun çakmak ve kalın çerçeveli bir gözlük… Ve ahşap bir iskemle…
Sürahideki sudan alıp yarım bardak içti. İyi geldi biraz. Kireç boyalı duvarın biri fotoğraf sergisi gibiydi. Onları görünce iyice garipsedi, daha da hüzünlendi. Çünkü hepsi kendisine ait fotoğraflardı bunlar. Gençlik yıllarından bu güne çeşitli zamanlarda çekilmiş siyah beyazdan renkliye bir sürü fotoğraf. Ve bir tarafında da kadının kendisine ait olan fotoğrafları… Çeşitli şehirlerde, irili ufaklı köylerde çekilmiş değişik bir sürü fotoğraf…
Fotoğraflı duvar dibinde kitaplığa benzer gözleri ve rafları olan küçük bir dolap daha vardı kapaksız. Onlarca gazete kupürü; bunlarda da kendisine ait köşe yazıları vardı. Kitapları da ayrı bir gözün içinde toplucaydılar; "O. D. ATASOY KİTAPLARI" diye.
Yan duvarda ise yeşil çuhayla kaplı panoya iğnelenmiş ve süslü püslü yazılarla yazılmış kendine ait günlüklerden seçmeler vardı. O şiir de oradaydı "AŞK AĞLADI" diye başlayan. Kırmızı kalemle yazılmıştı her nedense. Bilemedi sebebini. Bilse bilse o bilirdi ve keşke sorabilseydi ama şimdi o bir melekti ve yerde değil göklerde bir yerlerdeydi…
Daha fazla dayanamayacaktı ve dayanamadı da. Hemen dışarıya çıktı. Kapıyı girerken açtığı gibi kapadı ve kilitledi. Anahtarı cebine koydu. Bahçeden yürüyüp yola indi. Bahçe kapısını da kapayıp sürgüledi, arabasına binip dosdoğru köy içindeki kahvehaneye gitti. Muhtar bıraktığı yerdeydi ve evin anahtarını ona teslim etti. Hiçbir şey söylemeden geri döndü ve tekrar arabasına binip sürdü…
Çıplak Tepe, köyün az ötesinde bir yerdeydi. Ayça’nın dediği gibi tepenin tam üstünde yalnız bir ağaç vardı. Tepenin arkasında uzun bir dağ vardı ve dağ ormanla kaplı yeşil mi yeşildi. Güney yanı derin bir dereydi ve içleri de ağaçlarla kaplıydı. Adı çıplaktı tepenin ama etekleri çayır çimendi hep. Ağaç olmadığı için bu adı almıştı Ayça’nın dediğine göre. Tepenin batı eteğindeki düz yerde durdu. Güneş ufka yakındı. Gün ikindiyi geçmişti ama Mayıs Ayıydı ve hava oldukça sıcaktı hala. Terliyordu inceden inceye. Ceketini çıkarıp yan koltuğa attı. Kapıları kilitledi ve yanına sadece içinde kadının günlüklerini yazdığı defterler olan çantayı alarak tırmandı yarım küreye benzeyen tepenin yamacını. Sık soluk içinde zor varabilmişti ki tepe üstüne, yalnız ağacın altında bir mezar vardı. Onu gördü. Gök rengi mermer taşından yapmışlar ve etrafını mavi taşlarla işlenmiş alçak bir duvarla çevirmişlerdi. Biraz soluklanınca ruhuna fatiha okuyacaktı ama mezar taşında yazılanları okumaya dalınca duayı unuttu.
"Son nefesini burada verdi. Nasihatiydi, buraya gömüldü" yazıyordu en üstünde. Sonra devam ediyordu; "Fatma kızı Melek Sarıalioğlu. Bin dokuz yüz elli dört senesinde Mudurnu’da doğdu. İki bin beşte Elmacık’ta öldü…” diye devam ediyordu. Ve "…Allah rahmet eylesin" diye bitiyordu. "…ışıklar içinde yatsın…"
Gönüllerinde ölümsüzleştirmişler dedi içinden. Sırtını kalın gövdesine dayayıp oturdu yalnız ağacın dibine. Çantayı dizleri üstüne koydu. Fermuarı açıp baktı. Birisi sarı, birisi mavi ve birisi de kırmız kaplı üç kalın defter vardı içinde.
Aslında evi ve mezarı ziyaret edip er ya da geç dönecekti geri. Günlükler oku oku bitmez ki, üç defter dolusu ve haliyle çok uzundular.
Ayça ile görüşecekti tekrar ve gece karanlığında ışıkları yakıp basacaktı gaza ve İstanbul’a gidecekti. Bu düşünceyle telefon bile etmemişti karısına. Bütün düşüncelerden sıyrılıp kurtulduktan ve kendine geldikten sonra sakin kafayla okuyacaktı bir ömür boyu satır satır yazılmış olanları. Ve daha iyi değerlendirebilecekti hayatındaki alıntıları. Şiirleri üzerinde çalışacaktı elinden geldiği kadar. Ayça’ya söz verdiği gibi kitap yapıp ölümsüzleştirecekti hepsini. Ve Melek annesinin ismini…
Meraktan ölüyordu. Şöyle bir göz atsa mıydı acaba? Ama hangisine baksa… Ak sayfalarına günlüklerini yazdığı üç kalın defter vardı çantada. Biri sarı kaplı, biri mavi, biri de kırmızı...
Önce mavi olanı aldı eline ve sayfaları üçer beşer çevirerek şöyle bir göz attı kısaca. Sonra aynı şekilde sarı kaplı olana baktı. Arkasında kırmızı olana…
Birisinden bir şeyler okudu kısa kısa ama o defterin kabı hangi renkte olanıydı, bunu bilmiyordu. Takıldı ve farkında olmadan okumaya başladı...
"…bir gurur yaptın ve çektin gittin o gün. Gitme demedim sana. Ben de gurur yaptım ve peşinden gitmedim. Sonra bekledim durdum kaç günler geleceksin diye ama gelmedin. Üç gün, beş gün, yedi gün… Kaç gün geçti gelmedin. Sonra bir hafta geçti, iki hafta, üç hafta… Bekledim, gelmedin. Üç ay geçti, hep bekledim ama gelmedin. Ben de gururuma yediremedim bunu ve sana gitmedim…"
"…bir daha ne aradın ne sordun. Gidişin o gidiş. Beni aramayanı ben de aramazdım ve öyle yaptım…"
"…tam üç yıl geçti o günden bu güne. Ama seni unutamadım…"
"…aklım fikrim hep sende… Okulda, sokakta, gürültü içinde, ıssız bir yerde; mezun olduktan sonra işte, evde, her yerde… Aklım hep sende ve tek kelime söylemeden çekip gidişinde… Ne yatsam uyku tutuyor, ne kalksam ruhum huzur buluyor, içim içimi yiyip bitiriyor. Keşke /git öyleyse/ demeseydim de gitmeseydin…"
"…asla unutamayacaktım seni, bunu kesin olarak anladım…"
"…birgün, dedim kendi kendime; aşkta gurur olmazmış derlerdi de inanmazdım ama şimdi çok iyi anladım. Ve o zaman küfrettim. Gururun en küçük zerresine tüküreyim ulan dedim…"
"…gelmedin ya hala, ben gidecektim sana. Gururun inadına… Buldum izini birgün ve gittim. İstanbul’daydın. Yakınına kadar sokuldum ama karşına çıkamadım. Çünkü evlenmiştin. Yıkıldım o zaman. Aldım başımı gittim ben de vurdum kendimi dağlara ondan sonrasında…"
"…Anadolu dört bucak, gezdim durdum durmadan. Gittiğim hiçbir yerde bir yıldan fazla kalmadım. Ama gene de seni unutamadım. Lanetler yağdırdım kimi zamanlar kaderime. O anlamsız gidişine ve gelmeyişine. Feleğin sillesine… Kimi de vurdumduymazları yaşadım. Ama gene de unutamadım…"
"…senden sonra kimseyi sevemedim. Sevemedim değil sevmek istemedim ve bu yüzden hiç evlenmedim. İsteğimle şartsız koşulsuz adandım. Ütopya yaptım kendime seni her şeye rağmen ve ondan sonraki günlerimi öyle yaşadım…"
"…Adapazarı’ndaydım doksan dokuz yazında ve o korkunç yıkımı da yaşamıştım. Yıkım deyince, Ayça ile orada tanıştım. Deprem sonrası bütün ailesini kaybetmiş bir yıkım çocuğuydu o. Bir arkadaşım vesile oldu da onu yanıma aldım. O, bana anne dedi, ben ona kızım dedim ve sonraki yılları birlikte yaşadık ana kız iki kişi olarak. Birbirimize sıkı sıkıya sarıldık, birlikte güldük, birlikte ağladık, geceleri yan yana yattık el ele, yanak yanağa, yer sallandığında birbirimize dayandık ve ayakta birlikte kaldık. Ayça anlatmadı mı sana? Bunları anlatma demiştim, demek söz dinlemiş, aferin ona..."
"…hep yazdım. İnsan söyleyemediklerini yazarmış, ben de öyle yaptım. Yoksa beynimi kemirip duran kemirgen düşüncelerle bu kadar yaşayamazdım ki! Katlanamazdım ve bu kadar ağır bir yükün altında ezilir kalırdım ve dayanamazdım. Yazdım durdum ve o kimilerini sayfalara döküp bazılarından kurtuldum onların…"
"…Yedi yıldır bu köydeyim. Annemle ikisini kente gönderdim. Ayça Liseye başladı çünkü. Arada bir gidiyorum yanlarına. Telefon var artık, çokça telefonlaşıyoruz ya o yetiyor bize. Yalnız kaldım gene ama hiçte öyle değil aslında. Öyle söylersem bazı şeyleri inkâr etmiş olurum. Annem var hala sağ ve kızım var, Ayça. Ve sen varsın. Bu gerçek değil ütopik olsa bile. Hem beni çok sevdi buranın insanları. Onlar çok başka. Övmem gerekirse, bambaşka… Ben de onları sevdim. Doğruyu söylemem gerekirse bu sevgi de başka…
Bana bahçe verdiler köyün kıyısında. Yardım ettiler ve birlikte küçük bir ev yaptık içine. Zaten son bir yıldır hastaydım bu uğraş iyi geldi. Emekli olmuştum çoktan, işi gücü de bıraktım bu yüzden ve işte toprak, işte su, işte hava, işte güneş… Güller, dikenler, bülbüller… Akşam sabah yürüyorum ara sıra kendi kendime. Yalnız ağaç mekânım oldu son günlerde. Gidip oturuyorum onun dibine vakitli vakitsiz. Dere boylarında öten kuşların seslerini dinliyorum, üfür üfür esen yelin nefesini içime çekiyorum, sabahın seheriyse güneşin doğuşunu görüyorum oradan. Akşamüzeriyse eğer vakit, batışını… Ve birisini hala çok özlüyorum…"
Başını kaldırıp baktı. Vakit, Melek hanımın bahsini ettiği gibi akşamüzeriydi ve ufuk kızıla boyanmış, güneş batmak üzere. Çan sesleri geliyordu aşağılarından kulaklarına. Koyunlar sürü sürü dönüyorlardı kırlardan yurtlarına. Çobanın çaldığı kavalın yanık nağmelerini işitiyordu derinlerden. Köpekler peşi peşine dizilmişler tek sıra çıplak tepenin yamacında, koyunlar daha aşağıda, çobanın torbası sırtında ve kavalı ağzında, onlar da sessizce yürüyorlardı arkası sıra…
Çoban, el mi sallamıştı sırtı yalnız ağaçta dayalı oturan yabancı adama? Adam görmemişti ki onu. Çünkü o sıra, o şiiri okuyordu aklı sıra kim sorarsa… Öyle miydi acaba?
kadın kovaladı, adam kaçtı
yakalanmadı
kadın kaçtı, adam kovaladı
tutamadı
kaçan yoktu aslında
kovalayan da
bu çocukça bir oyundu…
Tan yerleri ağarmış, sabah oluyordu. Güneş biraz sonra doğacaktı dağların arkasından. Koyun sürüsü gene aynı yerden geçiyordu çan sesleriyle. Bu sefer akşamkinin tersi oluyordu. Güneş batmayıp doğuyor, onlar da yurtlarından kalkmış dağlara gidiyorlardı otlaklarına doğru. Çoban Horali peşlerindeydi gene. Eşek Köroğlu sürünün gerisinde, sırtında kıl bir heybe ve en geride sıra sıra köpekler ve ihtiyar ala şeytan en geride… O yabancı adam akşamki yerindeydi gene. Tepedeki yalnız ağacın dibinde, sırtını dayamış kalın gövdesine ve aynı şekilde… El kaldırıp selam verdi çoban. Dün akşamki gibi selam almadı adam gene. Belki de onu görmedi…
Gün öğleyi geçmişti. Çoban Horali, eşeği Köroğlu ile köye gelmişti. Süt güğümlerini indirdi yere. Sonra köy odasına gitti. Muhtara vaziyeti söyledi. Dedi: "O yabancı adam Melek tepesinde. Dün akşamdan beri aynı şekilde… Kıpırtısız. Arabası da tepenin eteğindeki o düzlük yerde…"
Muhtar, yanına üç kişi alıp gitti. Vaziyet çoban Horali’nin dediği gibiydi. Baktılar; arabanın camları, kapıları kilitliydi. O yabancı adam Melek tepesindeydi. El ettiler, görmedi. Seslendiler, işitmedi. Tırmandılar yamacı, yanına gittiler. Seslendiler, işitmedi. Dokundular, titremedi. Adam put gibiydi. Sırtını yalnız ağacın gövdesine dayamış oturur vaziyette, dizlerini dikmiş, iki dizi üstünde yaprakları açık bir defter, iki eliyle iki kanadından tutmuş şekilde ve başı düşmüş göğsüne. O şekilde...
Seslendi: "Devrim bey!" dedi muhtar. Adamdan cevap gelmedi. İçinden tuhaf şeyler geçti o an ve biraz ürperdi. Karşısına gidip çömeldi hemen. Baktı, gözleri açıktı adamın. Boşlukta bir yerlere bakmaktaydı. Baktığı yere baktı o da, acaba orada ne vardı. Bakışları sayfadaki yazılarda ki, nedir diye merak etti. Okuyacaktı birkaç kelime ama terste kaldı. Defteri almak istedi elinden. Uzandı ama ölmüş adam vermedi. Elleri kilitlenmiş, kerpeten gibi… O zaman korktu ve az geri çekildi.
"Raif" dedi birinci azaya, "ölmüş bu adam galiba!"
Raif de acayip ürperdi o zaman. Sonra çabucak kendine geldi. Tersiz alnına değdi elinin üstüyle; adam buz gibiydi.
Tabii ya, ölmüş. Zaten belli. Belli. Apaçık. Nasıl akıl edemezler ki! Karasinekler göz nurunu içmiş ölü adamın, vızıldayarak uçuşup duruyorlar çevresinde sefilce…
"…tükendiğim andı. Hiç umut kalmamıştı. Keşke böyle olmasaydı ama ne diyebiliriz ki, takdiri ilahi işte…"
kadın kovaladı, adam kaçtı
yakalanmadı
kadın kaçtı, adam kovaladı
tutamadı
kaçan yoktu aslında
kovalayan da
bir oyundu bu sadece
tuhaf bir oyun
adı aşk oyunu
oynadı insafsızlar acımadan
aşk ağladı kahrından
ikisi de sustu sonra
ama cezalanacaklar
aşk öcünü alacak
çokça ağlayacak onlar da
Tevfik Tekmen. Nisan/2009/ Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.