- 338 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
TİKSİNTİ - 2.BÖLÜM (KİM KİMDİR?)
Numenler bizden bağımsız, kendi özgün yapılarıyla; kokusuz, tatsız, renksiz ve şekilsiz halleriyle vardırlar. Onları algılayıp özlerinden koparan, zihnin kalıbına döküp eriterek tanımlayan, onlara bir ad koyarak fenomen haline getiren bizleriz. Şeylere ad koymak bir nevi tanımlamak, sadeleştirip gerçeği aklın kavradığı ya da kavrayacağı biçime sokmaktır. Bu biçimlendirme gerçeği lime lime edip parçalara ayırarak yanılsamalara yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü her tanım onu kuran aklın bilgisi ve sezgisi dâhilinde şekillenir. Bilgi yanlış veya eksik olabilir, sezgi yanılabilir. Dolayısıyla her tanım gerçeğin eksik bir kısmını içerdiği gibi, içinde gerçeğin kırıntısını dahi barındırmayabilir. Beri yandan somut dünyada durum buyken, soyut evrende durumun farklı olması beklenilemez. Sevgiyi, nefreti, acıyı, neşeyi vb. ve daha bir sürü duyguyu algılayışınız; elinize aldığınız bir nesneyi algılayıp kavrayışınızdan daha karmaşık zihinsel süreçlerin eseridir. Bu yüzden insanların duyguları anlamada yanılma payının yüksek oluşu gibi; geçmiş, gelecek gibi kavramsal yanları ağır basan, bitmemiş, tükenmemiş ya da henüz başlamamış, bir süreç ifade eden olgusal durumları kavramada da yanılma payları yüksektir.
Benim için geçmiş bu noksan tanımıyla, A. şehrindeki dördüncü günün sabahına kadar anımsadıklarımdan ibaretti sadece. Yaşadığımı anımsamadığım anları umursamadığım gibi, onların üzerimde tesirleri olduğunu yahut olabileceğini düşünememiştim de. Dizime damlayan bir damla kan aradan geçen birkaç haftanın ardından; yanıldığımı, geçmişin hatırladıklarımdan daha büyük bir çokluğa tekabül ettiğini ve bu çokluğun belleğimde saklı kalan yanlarıyla bana etki ettiğini gösterdi. Bahsini ettiğim durum davranışların zamanla alışkanlıklara dönüşmesi, bu alışkanlıkların da tutumlar gibi yerleşik hale gelmesi değil; daha çok geçmişin bir noktasında, kısacık bir zaman diliminde olup bitmiş hadiselerin duygularımda ve zihnimde kök salarak beni bazı konularda daha duyarlı hale getirmesidir. Zihnim algımın seçici özelliğiyle, bir yönüyle bu olaylara benzer yahut onları çağrıştıran olayları bir şekilde hafızamın ücra köşelerine saklayarak; benzer hadiselerde vereceğim tepkileri, hissedeceklerimi belki bir savunma mekanizması olarak zihnimde bir cephane gibi biriktirmişti. Yığılan bu çokluk, yanımda taşıdığım fakat taşıdığımı asla fark etmediğim bir yük gibi, vakti geldiğinde eylemlerimde ağırlığını ortaya koyuyordu. Tıpkı cıva gibi; sinapslarımda birikiyor, taşıdığı ağırlığı bana fark ettirmeden zihnimin düşünce merkezine ileterek, algımı, ağırlığın olduğu yöne doğru yaslıyordu. Bu yönde, kulpuna asıldığımda açılmayan, anahtarının nerede olduğunu bilemediğim, ardı belirsizliklerle dolu, geleceğe açılan bir kapı duruyordu. Ondaki ihtişam ve görkem öylesine göz alıcıydı ki kendimi arkasında saklı dünyaya erişme isteğine kaptırmadan edemiyordum. Bahsini ettiğim şey basit bir gelecek tasavvuru yahut rahat bir yaşam arzusu değil; onların çok daha ötesinde, çocukluğumdan başlayarak onu zihnimde taşıdığım ana dek, çeşitli uyarıcılarla zihnime kodlanmış; düşüncelerimin tahayyülüne çoğu zaman elvermediği bir gelecekti. O nedenle; ne zaman çelimsiz düşüncelerimle bu kapıya bir maymuncuk uydurmaya çalışıyor olsam, onu açabilecek yeteneklerden mahrum acemi bir hırsız gibi başarılı olamıyor, bu başarısızlığın getirdiği kızgınlıkla eşiğinde kaldığım kapıyı yumruklayarak, tekmeleyerek, omuzumu koçbaşı olarak kullanıp açmaya çalışıyordum. Zihnimdeki gürültülerin ve seslerin sebebi buydu. Oysa onun zorla açılır bir tarafı yoktu. Bu kapının tam aksi istikamette, düşüncemi yaslamam gereken yönde, geçmişe açılan başka bir kapı, sisler ve puslar içinde saklı kalıyor; onu görmemi zorlaştırıyordu. Ona yönelseydim, arkasına geçip sislerin içinde saklanan şeyleri bulabilseydim, onca zaman açmak için çabaladığım kapının anahtarını da elde edebilecek ve o kapıdan zahmetsizce geçip geleceğe yol alabilecektim. Gerçi varacağım gelecek, arzu ettiğim gelecek olmayacaktı ama en azından zihnimi bu gizden arındırmış, duygularımı geçmişin içinden sıyırıp almış olacak; belki de ideal diye sığındığım düşlerin çocukça arzuların, korkuların, heveslerin beslediği havai düşünceler olduklarını çok daha erken kavrayabilecektim.
Alnımdan dizime damlayan, damladığı yerden eski bir yara izine uzanan o bir damla kanı ve onun zihnimde canlandırdığı pek çok anıyı sonraki günler uzun uzun düşündüm. Önce, düştüğü yerle ulaştığı yer arasındaki mesafeyi bana katettirerek, beni, düşüncemi yaslamam gereken kapının eşiğine kadar getirmiş; sonra da yara izini sarıp sarmalayarak zaten aralık duran kapının arkasına geçmemi sağlamış, tüm bunların neticesi olarak aradığım anahtar başta olmak üzere zihnimde sakladığım, hislerimi ve dolayısıyla da davranışlarımı kontrol eden hadiseleri gözlerimin önüne sermişti. Geçmişe bu tam ve sınırsız erişimim, gelecek algımı kökünden değiştirmiş; arzu ettiğim geleceğin dışında, bambaşka bir geleceğin var olabileceğini bana göstermişti. Netice itibariyle içimde yeniden başlamaya dair bir isteği de, farklı biçim ve formuyla, sönük bir volkanın yeniden canlanmak isteyişi gibi inceden inceye alevlendirmişti. Tekrardan nasıl başlayacağımı, yeniden başlamak için muhtaç olduğum gücü nasıl devşireceğimi bilememekle beraber; o sabah ardına geçtiğim kapının, zihnime üşüşen sorulara yanıt verebiliyor oluşu, beni bir nebze olsa da cesaretlendirmişti. Fakat yine de kavrayamadığım, karar veremediğim bir husus, közlenmeye yüz tutmuş bu isteğin üzerine su serpme gayretindeydi. Bu husus yeniden başlamak için geçmişi unutmam mı yoksa anımsamam mı gerektiği, hususuydu. Tıpkı yaşamla ölüm arasında gidip geldiğim günlerde olduğu gibi; unutmak ve anımsamak arasında gidip gelmeye başlamıştım. Tercihimi hangisinden yana kullanacağıma dair bir fikrim olmamakla birlikte, bir yerlerde benim on beş yıl evvelki halime benzer insanların oluşu ve bu insanların şimdiki bana gittikçe daha çok yaklaşıyor olabilecekleri sorunsalı da hala aklımı kurcalıyordu.
Birkaç hafta sonra; taşınma işlemi bitmiş, başka bir şehirde yeni dairemde her zaman seyrettiğim haber kanallarından birini izlerken, ekrana gelen bir intihar haberine dikkat kesilmiştim. Haber, maddi sıkıntılar yüzünden bunalıma giren orta yaşlarda bir babanın intiharından bahsediyordu. Detaylar akarken kendimi bir cümleyi istemsizce tekrar ederken yakaladım: “Hayat, başkalarının aptallıklarını yaşayarak tecrübe etme sanatından ibarettir.” Bu cümleyi onu kınamak, ayıplamak yahut yazıklamak için sarf etmemiştim. Çünkü ben de bir başkasının aptallığını yaşayarak kısmen de olsa tecrübe etmiştim. O, benim muvaffak olamadığımı başararak, bana karşı ilk galibiyetini kazanmış; hatta belki de dünyevi duyularıyla öte dünyaya ait bazı şeyleri de algılayarak ikinci sayısını dahi yapmış olabilirdi. Buna karşılık ben, onun gibi dünyevi sebepler uğruna böylesine bir eyleme kalkışmamıştım. Daha yüce (!) sebeplere dayanan, daha erdemli (!) bir eylemdi benimkisi. En az gövdesine bağladığı bombayla kalabalığın arasına dalan herhangi bir örgüte mensup militanın eylemi kadar… Fakat sebepleri ne olursa olsun hiçbir şey yapmış olduğumuz eylemlerin aptalca eylemler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Evet; ne ben ne de o bu sanatta başarılı olamamış, ustalaşamamıştık. Belki çabamız yeterli değildi, belki yeterli beceriye sahip değildik, bilemiyorum. Beri yandan bu sanatta ustalaşanların, başkalarının aptallıklarından ziyadesiyle ders alanlar olduğunu biliyorum. Bu dersler sayesinde, sadece kendilerinin yakalandığı tuzakları değil, başkalarının da düştüğü tuzakları iyi kavrayabilmişler; belki de onlarca kez tekrar başladıkları hayatlarını bir kez daha yürümek zorunda kaldıkları yolların tehlikelerinden bu sayede uzak tutabilmişler ve yaşamlarını belli bir irtifaya çıkarabilmişlerdi. Çabalarımız ve yeteneklerimiz bir yana, onlara nazaran biz; ne kendi hatalarımızdan ne de başkalarının hatalarından ders almadığımız gibi; yine de bin bir zahmetle bir noktaya çıkardığımız hayatlarımızı, sırf Tanrı bizi öyle bir cezaya çarptırdığı için değil; bazen kibrimiz yüzünden, bazen inadımız yüzünden, çokluk da karakterimizin başka türlüsüne elvermeyişi nedeniyle sırtımızdan atmış yahut atmak istemiştik. Önce Tanrı rolüne bürünüp emir verişimizi, sonra kul rolüne dönüp emri dinleyişimizi; bir kaçış, bir pes ediş yahut korkaklık addedebilirsiniz. Fakat öyle değildi. En azından olay benim açımdan öyle gelişmemişti. Defalarca yeniden kurup bir akışa oturttuğum hayatımın, tıpkı Sisifos gibi, kaderim olduğuna kanaat getirdiğim bir yazgıyla, çokluk benim dahlim dışında kalan sebeplerle, sırtımdan düşüşüne şahit olmuş; o, dağın yamacından aşağı yuvarlanırken, ben büyük bir çaresizlikle oturup tepetaklak oluşunu seyretmiştim. Kütlesinin getirdiği yoğunlukla önce durağan bir hızla aşağı doğru hareket ediyor, sonra yolun açıklığı, kütlesindeki enerjiyi salarak ona denk bir hızla düşmesine neden oluyordu. Ben bu düşüşü büyük bir elem içinde izlerken hayatıma ortak insanlar onun ağır gövdesi altında eziliyor, sızlanıyor acı yakarışları dağın eteklerinden vadilerine kadar uzuyordu. Belki de kendi çaresizliğimden daha çok onların çaresizliği canımı yakınıyordu. Tüm bu yıkılış ve yeninden başlayışlar esnasında, hayata öylesine odaklanmıştım ki önceki tırmanışlarımda, seyirlerimde ister takılıp tökezlediğim isterse de benden önce o yollardan geçmiş ve onları da sendeye uğratmış, gücünü emip zayıf düşürmüş tuzakları çokluk zerre önemsememiştim. Hâlbuki bir damla kanın dizimde katettiği o kısacık mesafe üzerine düşününce dikkatimi yüke değil yola vermem gerektiğini, tıpkı kendisinin kaybettiği yoğunluk gibi benim de bu yolculuk esnasında kendi yoğunluğumu giderek yitirdiğimi, hayat diye odaklandığım şeyin aslında mühim olmadığını, insanın mutluluğunun yahut rahatının -kast ettiğim şey maddi rahatlık değil- arzu ettiği hedefe ulaşmaktan ziyade ona giden yoldan alınan haz olduğunu göstermişti. Bu bilgilerin ışığında son düşüşün ardınan kuşbakışı tepeden aşağı baktığımda, tırmanırken çoğunu bir ağacın arkasında, bir kayanın dibinde saklı oldukları için göremediğim tehlikeleri -yahut aptallıkları da diyebiliriz- tüm çıplaklıklarıyla gözlemleyebilmiştim. Aslında alalamadan yoksun, küçük ve cılız bedenleriyle, hayat coğrafyasında öylesine sırıtıyorlardı ki; biz insancıkların onlara nasıl yakalandıklarını anlayabilmeniz mümkün değildi. Belki de bütün güçleri bu zayıflıklarından kaynaklanıyor, insan onlardan gelebilecek herhangi bir tehdidi beklemediği gibi çokluk umursamıyordu. Gözlerimin üzerlerinde olduklarını anladıklarında sanki açığa çıkmamışlar gibi pişkince sırıtmaya ve durmaksızın konuşmaya başlamışlardı: Bu yoldan geçmiş nice tırmanıcının onlara takılıp sendelediğini, bu yüzden onları önemsememem gerektiğini, hepsinden önemlisi onlara takıldığım için kendimde kabahat aramamam gerektiğini, ayrıca vardığım noktanın büyük bir başarı olduğu öğüdünü, çoğu insanın bu noktaya kadar bile gelemeyeceği tesellisini, aralıksız ve bir ağızdan yineliyorlardı. Bu öğüt ve tesellilerin içine hınzırca bir gülümseyişi, hafifmeşrep kadınların tiz sesleri gibi iliştirmeyi de ihmal etmiyorlardı. Ne kadar tecrübeli olursanız olun; onlardaki bu hoppalık, bu uçarılık sizi bir yerinizden muhakkak yakalıyor, sarıp sarmalayarak doyuma ulaştırıyordu. Bu sahte orgazmların etkisiyle gevşeyen zihin, muvazenesini kaybediyor, dumura uğrayan algılama yetisiyle hep aynı hataları tekrar edip duruyor ve insanın hayatı kader denen kısır döngünün içerisinde sisifosvari dolanıp duruyordu, ta ki siz onu fark edene kadar. Şüphesiz, bu hataların, -aptallıkların- aklınızı çelmek isteyişinde bir amaç vardı. İstiyorlardı ki; tekrar yola düzüldüğünüzde, unuttuğunuz yer ve konumlarına ulaştığınızda, tekrar ayaklarınıza dolanıp sizi sendeletebilsinler.
İşte ben, uzun zaman boyunca unuttuğum geçmişimle, bilmediğim başka hayatların verdiği cehaletle ne okuduğum romanlarda, hikâyelerde ne de tanık olduğum hayatlarda kendi yaşamımın izlerini sürebilecek, beni bu noktaya sürükleyen aptallıkları bana gösterebilecek, beni bu kısır döngünün içinden çekip alabilecek bir yön tabelası göremiyordum. Belki de insanın kaderi de kişiliğinin belirginleşmeye başladığı çağlarda oluşuyor; talih, insanı o daha küçük bir çocukken belirlenmiş yollardan geçmeye zorluyordu da, her insan farklı koşullarla tecrübe ettiği hayatının bir eşdeğerini bulamıyordu. Bu körlüğün etkisiyle evrendeki gerekirciliği (determinizmi) kaderle karıştırıyor, yazgısı olduğuna inandığı sebepleri -yahut aptallıkları- ortadan kaldırmayı, ya da yapmamayı denemek yerine, onlara ilahi kaynaklar atfedip, teselliyi, Tanrının sabırları karşısında göstereceği cömertlikte arıyorlardı. Oysa olması gereken bu cahilce sevginin, “Amor Fati”ye evrilerek, geçmişe ve geleceğe karşı büyük bir aşka dönüşmesiydi. Çünkü insan, neyi yapmaya karar verdiyse yahut neyi yapmamaya karar verdiyse; sonuç olarak bunlar kendi tercihleri olmaktan öte, bazen tabiatın doğal akışı içinde ama çoğu zaman da insanların kurduğu düzenle birlikte ona sunulmuş seçeneklerden öte değillerdi. Her ne kadar onları tercih ediyor gibi gözükse de, tek yapabildiği ona sunulmuş seçeneklerden herhangi birini işaretlemekten ibaretti. Bu yüzden insanı eylemlerinin ya da eylemsizliğinin sonuçlarından koruyabilecek yegâne yol, insanın yazgısına olan bu sevgisinden geçiyordu. Beri yandan belki de ne çocukken ne de daha sonra bizim için belirlenen bir kader yoktu da, her birimiz gün içinde yaptığımız sayısız tercihlerle olası olayların birine yol açacak nedenlerden herhangi birini tercih ediyor ve her birimizin imkân dâhilindeki sayısız sebeplerinin bir kartezyen çarpımı olarak ortaya çıkıyorduk hayatlarımızı. Bence bu ihtimallerden hangisinin doğru olduğu mühim değil. Önemli olan; insanın hayatın içinde kısmen de olsa etkin bir rol üstlenip, eylemleriyle farklı gelecekler kurgulayabiliyor oluşuydu. Örneğin; belki başka bir zaman diliminde, başka bir evrende o akşam yaptığım şeyi yapmaktan vazgeçen bir ben vardı. Belki de başka bir evrende cesedi morga kaldırılmış; ailesinin teşhisi için bekleyen başka bir ben daha vardı. Yahut başka bir evrende haberini izlediğim babayla tanışıp, arkadaş olan başka bir ben ve o vardı. Oysa asıl ben buradaydım. İntihara teşebbüs ederek ölümün beni özgürleştireceği avuntusuna kapılmış, büyük bir becerisizlikle, canı yerine içinde başka şeyleri yitirmiş halde, kafası kesilmiş bir hayvan gibi yaşamaya çalışırken, kanepeme kurulmuş, cesedi morga kaldırılmış, hiç tanışmadığım arkadaşımın ölüm haberini izliyordum. Belki de o gece hiçbir şey kaybetmemiş, eksiltmemiştim kendimden. Sadece ideallerime olan inancımı yitirdiğim için başvurduğum bu aptalca yöntemin başarısızlığa uğramasıyla, kendime başka bir teselli aramış ve öz ruhumu yitirdiğim yalanına sarılarak kalan hayatımı devam ettirebileceğim bir çıkış noktası, bir nirengi aramıştım kendime. Pek çok şey gibi ölümü ve hayatı umursamıyor oluşuma rağmen artık ölmek istemeyişimi aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ başka türlü açıklayamadığım gibi; bu şehire gelmeseydim, T. İle tanışmasaydım, üniversiteye başlamasaydım gibi onlarca muammanın hücumundan kaçabilecek başka bir izahat da bulamıyorum. Çokluk bu muammaların olası sonuçlarının zenginliğiyle bu zamana bakıyor, tıpkı binlerce insan fotoğrafının içindeki tek bir manzara resmi kadar anlamsız durduğu için tasarladığım olası şimdilerimin içinde hiçbir şekilde yer veremediğim gerçekleşen bu anı, tasavvurlarımın içinden kaldırıp atıyorum. Bu an diyorum çünkü yaşadığım anı saliselerle bile ölçmüyorum artık. Beri yandan beni hayatın dolayısıyla da zamanın dışına ittiğine inandığım sebepleri, algımızdan bağımsız var olan numenleri algıladıkları halleriyle gerçek sanan ve hayatın benimkilere benzer muammalarını gelecek kaygısıyla, çıkarla yoğurarak hayata dikte eden insanların kurguladığı yapay dizgelerde arıyorum. Bu sistemlerin insanın elinden bütün olanakları aldıktan sonra, ondan insanlığı arayıp bulmasını, yaralarını sarıp iyileştirmesini bekleyen ikiyüzlü tavırlarını kınıyorum. Ona giden aydınlık bütün yolları tıkayıp, insanı, eline verdiği küçük bir fenerle sarp coğrafyalara salmasını doğru bulmuyorum. İnsanın eline tutuşturduğu birkaç ağrı kesiciyi, kolları ve ayakları budanmış insanlığın ağrıları için ilaç diye yutturmasını kavrayamıyorum. Bu yüzden var olan şimdilerin; hayatın içindeki gizilgücü tamamen yansıtan, var olan potansiyelini açığa çıkaran, hiçbir atıl yanını bırakmayan şimdiler olduğuna inanmıyorum. Şikâyetlerine, ağlamalarına, sitemlerine kulak kabartınca şimdilerinden memnun olmayan hallerinde payım olabileceğini düşünüyorum. Bu düşünce her ne kadar içimde bir duygunun belirmesine neden olmuyor olsa da, herkesin yapması gerektiğine inandığım bir sorgulamayı zihnime sokuşturuyor: “Yaşamaya değer bir hayat yaşadım mı? Hakikatte yaşadım mı?”
Bu soruların türevi onlarca soruyu sorabilirsiniz kendinize. Hepsinin cevabı, atalarınızdan miras aldığınız, çocukluğunuzdan başlayıp şimdinize uzanan, sizi siz yapan, sizin de sonraki nesillere miras bırakacağınız zihinsel ve kültürel mirası barındırıyor içinde. Bu miras çoğu zaman avantajlar sağlasa da insana, -özellikle de herhangi ikili ilişkilerde- onun hayatı kavrayışında ve yorumlayışında tahribatlar yapıyor; bunların neticesinde insanın kendine oluşturduğu hayat felsefesinde doğasına aykırı anlayışları benimsemesine neden oluyor. Bahsini ettiğim tahribatlar basit anlayış farkları olmaktan daha öte, aksine, insanı ruhtan yoksun saf madde bile kabul etsek bu maddenin doğasıyla dahi tezat içeren, onu programlanabilen bir otomat belki daha biyolojik bir ifadeyle her koşulda şartlandırılabilen bir varlıkmış gibi sakat bir algılayışa da sürüklüyor. Nesiller boyu kendisinden beklenen davranışları seleflerinden bekleyişinin nedeni budur. Çünkü o da kendi çağının nevi şahsına münhasır bozuk algılayışıyla mutluluğu arayan ve ona ulaşmak için de sıklıkla başkalarının emeğini, duygularını hunharca sömüren bencil bir yaratıktır. Bu yüzden kendiniz için değilse bile sırf gelecek nesilleri böylesi bir kurguyla baş başa bırakmamak adına bu soruları yöneltmelisiniz kendinize. Bizi inşa eden bu bozuk algıların karanlığında, büyüdükçe yitirdiğimiz hayret ve merak duygusuyla, değişime uğrayıp başkalaşmış insanca olmayan diğer duygularımızla, çocukluktan çıktığımız anda ölüyoruz aslında. Kaynağını ruhtan almayan bu duygular, tıpkı içgüdüleriyle hareket eden hayvanların duyguları gibi, hatta çoğu zaman onlardan bile daha fazla, hayvani bir kalıba döküyor bizi. Kalan ömrümüzü, ruhtan yoksun, tiksintiden uzak, hayvanca yaşayan, et ve kemikten oluşan bir yığını taşımakla mükellef, zavallı bir ceset mahkûmu olarak geçiriyoruz. Ben bu cesetten haftalar önce kurtulmuş (!) olabilirdim. Oysa şimdi, oturup neden ölmediğimi size anlatıyor; belki de kendime yüklediğim bu son misyonla, artık inanmadığım bütün ideallerimi umutsuzca diriltmeye çabalıyor, belki de sadece benden esirgendiğine inandığım yardımı başkalarına cömertçe verdiğime dair başka bir aptalca düşünceye kapılıyorum. O nedenle kimseyi motive etmeyecek yahut çok az etkisi olacak, abartılmış küçük başarıların aksine; insanın inşasında daha çok rolü olan değerli başarısızlıklarımı anlatacağım size. İyi biliyorum ki, bunca isteyişime rağmen neyi başaramadıysam, şu an onu başarmak için çırpınan, sonu hiçbir zaman gelmeyecek olan arayışlara giren ya da girecek olan, ben olmaya aday yüzlerce insan var bu toplumda.
Bu babanın çaresizliği her ne kadar benim çaresizliğime benziyor olsa da, arayışı ve bulamayışı benim arayışıma ve bulamayışıma benzemiyordu. Çünkü ben ve benim gibiler, dünyanın maddi yükünden bıktığı için arayışı kesip, çareyi gitmekte bulan insanlar değildir. Biz, onların da arayıp bulamadıklarını onlar adına bulacağımıza olan inancımızla, üzerlerindeki yükleri hafifletip rahatlamalarına neden olacağımızı düşünen, kahramanlığa özenip Robin Hoodluğa, Don Kişotluğa soyunmuş belki de bir avuç ahmaktık. Ahmaktık çünkü kendi içsel savaşımızı vermeden, belki de vermek istemeden -insanların neredeyse tamamı böyle bir savaşı vermez, vermekten kaçınır- düzenle hesaplaşmak istemiş; bunun bedelini de genellikle sahip olduğumuz sınırlı ve sıradan yaşantılarımızla ödemiştik. Çünkü biz bir şeyi ona sahip olmak için arayan kişiler değildik. Bizim için aramak, bulmaktan daha kıymetli olmakla birlikte asla tatmin edici de değildi. Hududu olmayan bir evrende sınırlı bir alanı yurt edinerek, imkânları daraltmak, zihinleri köreltmek, duyguları yağmalatmak niyetinde değildik. Aksine, sonuna varamadığımız hudutları daha da genişletmek, var olan imkânları daha da arttırmak, duyguları yağmadan koruyarak; bir gerçeğe dikkat çekmek istiyorduk. Bu gerçek yukarıda kısaca özetlediğim ve tafsilatıyla izah edeceğim gerçekten başka bir şey değildir. Arayışımıza yön veren, saçmalığını bertaraf edip ona bir nebze mana kazandıran hep bu gerçektir. Bu gerçek onu kavrayabildiğimiz ölçüde insanlığın dermanı olabilecektir. Çünkü o insanca duyguların, insanca çabalara dönüşmesiyle vücut bulmuştur. Beri yandan bizdeki arayış taraflı, tarafsız, doğru, yanlış bilgi ve yorumların göverdiği bu sınırsız evrenin kırlarında, zihinleri yeniden inşa edecek, ona kaybettiği dirliği yeniden kazandırarak, hem içsel hem de dışsal görüngülerini sağlam temellere oturtacak küre katık yapacak, insanın içindeki faşisti eğitip medenileştirecek, zihnindeki zehri süzüp alacak bir panzehirdir. Bu panzehir gerçeğin kendisinden öte, gerçeğin inşasına ve bu imarın sonucunda bir hayata, bir yaşama gayesine, serinkanlı bir felsefi kimliğe açılan majik bir kapıdır da. Öyle olduğu için farkına varan neredeyse yok, farkına varanların arasında eşiğinden aşanları da hayli azdır.
Bu kapının eşiğinden geçmiş olanlar, içlerinde bir medeniyet kurarak, varlığın özüne erişmiş olanlardır. İnsanlığın binlerce yıllık birikimini özümseyen saygın ve seçkin insanlardır. Onlar bu dünyanın şairleri, yazarları, düşünürleri, sanatçıları vb. kısaca duygu ve düşünce insanlarıdır. Hayata bakışları arı ve diridir. Her daim ayık zihinleriyle, her şey olup biterken, olan biten her şeyin acısını, sevincini, tasasını, kederini vb. iliklerine kadar hissederler. Geçtikleri kapıdan geri döndüklerinde, arkalarında bıraktıkları evren ile bu dünya arasındaki fark onları tiksindirir. Tıpkı o muhteşem masalda olduğu gibi, kırmızı güller açması gerekirken beyaz güllerle donanmış kraliçenin ağaçlarını beyaza boyayan ikili, beşli ve yedili gibi; sanatlarıyla ve fikirleriyle, hayatı allayıp pullamak, içindeki zararlı havayı temizlemek, yerine insanlığın bütün değerlerini barındıran bir hava basmak isterler. Bu nedenle icra ettikleri sanatlarını bir panzehir gibi kullanırlar. Tuallerine attıkları her fırça darbesiyle, cümlelerine ekledikleri her kelimeyle yahut virtüözü oldukları enstrümandan dökülen her bir notayla; isterler ki siz de bu panzehiri alasınız. Çünkü bilirler ki; bu panzehirden yoksun olduğumuzda, bitmek tükenmek bilmez inadımızla, iştahımızla, tüm o anlamayışımızla, hayatı ve kendinizi eksiltişimizle, insanlığı budayıp onu kupkuru gövdesiyle kızgın güneşin altında bırakışımızla geleceğin gövdesinde tamiri zor hatta çoğu zaman imkânsız gedikler açıyoruz. Bu gediklerden sızıp içeri giren haşereler; zihinlerimize sarılarak, hayatlarımızı normal akışından çıkarıp, aşılması güç, bir havzaya dökülmesi oldukça fazla zaman alan sarp yataklara yönlendiriyor ve bu yönlendirişlerin her biri kıvrıla kıvrıla usulca akan hayat pınarlarımızda bir anafora dönüşüyor. Bu burgaçlara yakalanan yaşamlar, eksenleri etrafında dönerek yeknesak bir hal alıyor. Ve yine biliyorlar ki, bu tekdüzelik başta tiksinti hissi olmak üzere, içimizde insana dair ne varsa hepsini bizden söküp alıyor; bizi fizyolojik ihtiyaçlarımızla ve egomuzla baş başa bırakarak çevremizde olup biten ne varsa hepsine karşı duyarsız hale getiriyor. Bu kanıksayışlar, kabullenişler, adamsendecilikler içimizi müphem duygularla doldururken, çoğumuz yitirdiğimiz tiksinti hissiyle, çoğumuz da yitirdiğimiz ruhuyla, kimliğiyle kendinden önce gelip geçmiş milyonlarca insan gibi; hiç sahip olamadığımız hayatlarımızın zayıf ve kırılgan halkalarıyla tarihin belirsizliğinde yok olup gidiyoruz. Ayrıca, bilirler ki; tıpkı benim gibi o majik kapının eşiğinden geçmediği halde onun yanında yakınında dahi dolaşmayan, zihinlerini ve içlerindeki medeniyeti inşa edebilmek için gereken kumu, çimentoyu ve onlara katalizör vazifesi görecek suyu çaresizce arayıp duran insanlar, o eşikleri aştıkları yanılsaması içinde varlıklarını büyük değerlere vakfettiklerini düşünerek, hayatlarını safça harcayıp giderler. Bize göstermek isterler ki; gittiğimiz yol, çabalarımızın tümü, gövdesinde çatlaklar oluşan insanlığın bedenine tutmayacak yamalar yapmaktan öteye gidemez. Yaptığımız yamalar tutmadıkça yahut yama yapmayı dahi beceremediğimizde, tıpkı Aleksandros Panagoulis gibi kendimize hep aynı soruları, “Ne için, kimin için bu savaşım?”, soruşumuz; yeislere kapılıp içe kapanışlarımız, tiksintiyi unutup yaşama alışmalarımız ve tüm bunların sonrasında varlığımızı anımsayıp ona sarılmalarımız, tiksintiyi kanıksayıp onunla içimizi boşaltışımız; hep bu yolda oluşun, arayışın bizdeki yan etkileridir. Günün birinde, bir dalgakıranın üzerinde tiksintiyle midemizden attığımız kusmuğa bulanıp çıkan enkaz, yıkık bir medeniyetin milyonlarca yıllık kalıntılarıdır. İstila edilen ülkelerin, katledilen masum insanların, yatağına aç giren çocukların, haksız yere tutuklananların, ülkesinden sürgün edilenlerin, hesabı sorulmayanların, ailesi için yutkunan babaların, çocukları için katlanan annelerin ve daha nice mazlumun paramparça edilmiş bedenlerinin uzuvlarıdır. Onları bu kadere mahkûm eden Tanrı değil, bizim bozuk algılarımız ve bu algıların getirdiği vurdumduymazlıktır. Bu yüzden alnımızdan sızıp damlayan, ellerimize ve yüzümüze bulaşan kan en çok da onların kanıdır. Bizi bir sürek avına tabi tutan, menziline girdiğimizde acımadan tetiği çeken bir yapı vardır. İsterler ki; bu vahşi ava son verip, yapının içinden çıkalım. Bu yüzden onların malik olduklarına biz talip olalım diye, tıpkı Hansel ve Gretel’in arkalarında bıraktıkları ekmek kırıntıları gibi, sanatlarını ve fikirlerini bize yol gösterici olarak bırakırlar.
Biz, olgunlaşmamış beyinleriyle olgunlaşmış fikirlere talip olanlar, onlar gibi hayata bir şeyler katmak yerine onu kökünden değiştirme saygısızlığına kalkışarak kendimizi Tanrı yerine koyma küstahlığına kapılıyoruz. Kendi kaderimizi sevemediğimiz gibi, insanlığın “Amor Fati”sine de saygı duymuyoruz. Bu yüzden bizim savaşımımız, Panagoulis’in savaşımı gibi önünde sonunda başarıya ulaşmıyor. Bu gördüğümüzde, acziyetimizi kavrıyor ve bu kavrayışla kendimizi normal bir insan olarak göremediğimiz gibi, yaşamın gayesini kavramış o büyük insanlar zümresine de dâhil edemiyoruz. İkisi arasında kalışımız, bu melez halimiz, ya kendimizi dışlanmış gibi hissetmemize neden oluyor ya da çoğunlukla uyumsuz, o majik kapının eşiğinde dolanıp duran, yolu hiçbir yere varmayan, hiçbir eşiği aşamayan yolculara dönüştürüyor bizi. Ben bu katışık halimle, iki seçenekten hangisine dâhil olduğumu bilemiyorum. Bana ister dışlanmış sayın ister uyumsuz, hatta biraz zorlamayla üdebadan biri. Önemi yok. Tanımların aldatıcılığını bildiğim için, hiçbirini umursamıyor; ciddiye alamıyorum. Beri yandan anlatacaklarım karşısında vasfımın da sıfatımın da bir değer taşıdığına inanmıyorum. Bu yüzden, bütün tanımları ve sıfatları bir kenara iterek; sadece adımı bir belirteç olarak anıyorum size. Bana kısaca K. deyin. Ben ise kim olduğumu uzun uzadıya izah edeyim size:
“Ben; hayatları boyunca kendileri ve aileleri dışında hiç kimseyi umursamayan, sadece umursarmış gibi yapan, kokuşmuş bir düzene karşı çeşitli nedenlerle ses çıkarmadan yaşamaya devam eden insanların oluşturduğu ruhsuz bir yapının önemsiz, küçük bir parçasıyım. Politik ve ideolojik görüşlerin insandan daha çok değer bulduğu, her bir uyruğunun diğerini ısırmak için pusuda beklediği ama herkesin birbirine ahlak, namus, din, iman, vatan sevgisi ve daha bir sürü konuda nasihat verdiği, riyakârlığı yerden göğe erişmiş insanlara, eşelendikleri mezbeleliğin kendi pislikleri olduğunu, sözlerinin işe yaramayacağını bildiği halde, söyleyecek olan o akıllanmaz kişiyim. Akıllanmazım çünkü daha evvel bunlardan çok daha basit konularda bunu denemiş ve her defasında terli bir gömleğin vücuttan çıkarılıp atıldığı gibi toplumun içinden çıkarılıp atılmış olmama rağmen, bu kez çok daha büyük konularla deniyorum bunu. Kimsenin söylemediği gerçekleri ben söyleyeceğim bu ruhsuz topluma. Çünkü artık bu sizlerin basiret ve ferasetine güvenmiyorum. Sizin basiret ve feraset diye övgü konusu yaptığınız şeyler bencillikten öte değiller. Öz konforunuzun ve güveninizin size sağladığı rahatlıktan öte değiller. Sizi yolların dikeninden koruyan bir ayakkabı, bozkırın hoyratından koruyan bir kürkten başka bir şey değiller. Biri ayaklarınızın altından potini çekip almadıkça, bu yollarda yalın ayak yürümek zorunda kalanların topuklarına batan dikenleri asla görmeyecek; biri sırtlarınızdaki kürkü çekip almadıkça da başkalarını tir tir titreten bozkır soğuklarını hiçbir şekilde fark etmeyeceksiniz. İşte ben, başkalarının size söylemediklerini söyleyerek ayaklarınızın altından potinlerinizi, sırtlarınızdan kürklerinizi çekip çıkaracağım. Çırılçıplak kalacak, yüzleşmekten imtina ettiğiniz vicdanınızla sizi baş başa bırakacağım. Kapılarınızı, pencerelerinizi açarak, köşe bucak kaçtığınız bozkır soğuklarına sizi maruz bırakacağım. Ayaklarınızı sakındığınız dikenleri yataklarınıza atıp sizi üzerlerinde yatmaya mecbur kılacağım. İyilik ve adaletten dem vurup kötüden ve adaletsizlikten yana saf duruşunuzdaki politik ve ideolojik tüccarlığı size gösterecek, ticaretinizde yaptığınız sahtekârlığı hoyratça yüzünüze vuracağım. Çünkü siz, haysiyet ve onurlarınızı azıcık dünya menfaati karşılığında, üstelik başkalarının hayatı pahasına adice satan müflis tüccarlarsınız. Bu yüzden savurganca harcıyorsunuz hayatı ve hayatları. Harcıyorsunuz geleceği, çocukları ve gençleri. Onlara büyüklük yapmıyor, büyüklük taslıyorsunuz. Sahip çıkamadığınız -belki de çıkmadığınız- gençliğinizin hesabını gençliğine sahip çıkmaya çalışan gençler sormaya kalkıyor; onların kafalarını da ideolojik zırvalarınızla doldurmaya kalkıyorsunuz. Oysa gençlerin ne size ne de sizin ideolojik zırvalarınıza ihtiyaçları yok. Onlara zaten onların olan hayatlarını, özgürlüklerini vermeniz kâfi. Onlar er ya da geç yollarını bulduracak zekâya ve içgüdülere zaten sahipler. Bu yüzden siz, ideolojik zırvalarla kafaları tıklım tıkış dolu olanlar; bu ülkenin sırtında bir yük, gençlerin ayağında bir prangasınız. Geleceği kilit altına alan haramiden başkası değilsiniz. Tarihi bagajlarınızın ağırlığı öylesine çok ki, istiyorsunuz ki bu gereksiz yüklerin bir kısmını hatta belki de tamamını genç dimağlar yüklensin. Bu yüzden kendi ideolojik harcınızla karılmış saçma sapan bir toplum örgüsüne bu genç insanları zorla dâhil etmek istiyor, sizi ve sizin düzeninizi reddetmelerini kaldıramıyorsunuz. Onlara hıncınız bu yüzden. Onları düşünmeyişiniz, küçümseyişiniz bu yüzden.
Bu metnin dili, üslubu gerecek, kızdıracak ve bana karşı kin beslemenize neden olacak, biliyorum ve bunu bile isteye kaleme alıyorum bu satırları. Şimdiye kadar hiç kimsenin belki cesaret edip söylemediğini belki tenezzül edip dile getirmediği bu gerçekleri büyük bir iştahla kişisel başarısızlıklarım üzerinden ben anlatacağım size. Üstelik tüm başarısızlıklarımın müsebbibi olarak kendimden başka hiç kimseyi anmayarak yapacağım bunu. Böylece arta kalanın ne olduğunu ve bu arta kalanda payınızın ne olduğunu açıkça göreceksiniz. Kendimle beraber yerden yere çalıp kendimle beraber sopalayacağım sizi. Hatta sizin üzerinizde kırmadığım sopaları, kendi üzerimde kıracağım. Böylece derdimin kişisel bir dert olmadığını, izah etmeye çalıştığım şeyi anlatırken ister istemez kişisel mevzulara girmek zorunda kaldığımı görecek, anlatmak istediklerimin yanında adımın, vasfımın, sıfatımın hiçbir öneminin kalmadığını siz de kavrayacaksınız. Hayatın yol ayrımlarına kurduğunuz barikatlarla onu doğal akışı içinden çıkarıp başka bir yatağa nasıl oturttuğunuzu göreceksiniz. Çükü siz, ya hayatın kilit noktalarını tutmuş insanlarsınız ya da o insanları seçip bu noktalarda hatalarına rağmen tutan ahmaklarsınız. Bu yüzden onlarca hayatın mesuliyetini omuzlarınızda taşıyor, onların hayatlarına kementler atıp; onlara roller biçiyor, hayatlarına istemedikleri halkaları ekliyorsunuz. Bu yüzden siz, ülkenin sensen öncesi kuşakları; istisnasız hepiniz benim gözümde suçlusunuz.”
Televizyonu kapatıp, alnımda kapanmaya yüz tutmuş yaramı parmaklarımla yoklamaya başladım. Ortaya çıkardığım bir zincirin son halkası olarak; silinip kaybolmaya, kendini saklayan diğer hatalar gibi varlığını unutturmaya başlamıştı. Alaycı sırıtışları, tiz kahkahaları kulaklarıma ilişirken, izlediğim haberin etkisiyle anımsadığım kendi hayat zincirimin, daha evvel oluşturduğum ve zihnimde sakladığım özetini tekrar canlandırdım zihnimde. Bu zincir öylesine kopmaz halkalardan oluşuyordu ki, içlerinden bir tekini dahi çekip alsanız yahut onu başka bir halkayla değiştirseniz, ucuzluktan alınmış o masanın başında oturup, anlatmaya karar verdiğim, daha önce tam olarak hatırlayamadığım hikâyemin giriş bölümünü yazmayacak, belki de başka şartlar altında sizlere bu nahoş hikâye yerine daha hoş bir hikâyeyi anlatmaya koyulacaktım. Fakat hikâyem buydu ve artık onu tüm hatlarıyla, zihnimi eğiten, algılarımı yönetip beni geçtiğim yollara iten, belki de benim gibi onlarca insanı aynı sona sürükleyen nedenler zincirini dizimde izi kalmış yaranın sebeplerini hatırladığım kadar net hatırlıyorum. Doğrulup oturma odasına karşılıklı yerleştirilmiş iki odalardan küçük olanına, ucuzluktan alınma masanın başına tekrar oturup yazmaya başladım:
“Sekiz yaşındaydım. Sırtımda kiloma denk bir çantayla, okul çıkışı, arkadaşlarıma yetişebilmek için yokuş aşağı koşarken tökezlemiş ve yüzükoyun yere uzanmıştım. Küçük bir çakıl taşı pantolonumu da delerek sol dizime saplanmış, saplandığı yerde yorgun bir mermi çekirdeğini andırır gibi kapaklanmış, temas ettiği eti geçemeyerek ete dikilmiş gri bir düğme gibi kalakalmıştı. Koşmuştum! Çünkü okul çıkışı futbol oynayacaktık; gecikirsem iki takımdan birine giremeyecek ve dışarda kalacaktım. Oysa her çocuk gibi, sonsuz sandığım bir enerjiyle oyuna aç ve hazırdım. Doğrulurken sırtımdaki ağırlıktan kurtulmuş; ellerimdeki ve yüzümdeki tozu toprağı silkelerken vücudumun hasar almış başka bölgelerinin de olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştım. Bu beklenmedik kaza sadece sol dizimi değil, dirseklerimi ve yüzümü de çizik içerisinde bırakmıştı, dizimdeki ağrıya nazaran onlara katlanabilir, yine de futbol oynayabilirdim. Fakat dizimdeki yara öylesine ağrı veriyordu ki, o ağrıya dayanabilmek mümkün değildi. Derisi soyulmuş avuç içlerime aldırmadan, taşı saplandığı etin içinden çekip aldım. Kan, kapağı açılmış bir barajın suyu gibi tazyikli bir biçimde boşalmaya başladı. Önlüğümün cebindeki mendili alarak birkaç kat yapıp sıska dizime bağladım. Yürümeye çalıştığımda, topallıyordum. Çaresizce, yol ağzından sağa sapıp evin yolunu tuttum. Eve giderken önünden geçtiğim toprak sahada arkadaşlarımın çoktan oyuna başlamış olduğunu, oyunun verdiği coşkuyla bağıra çağıra koşuşturduklarını gördüm. Sessizce yanların geçerek, eve seğirttim. Günün sonunda hiç dâhil olamadığım bir oyundan, oyunla hiç alakam olmadığı halde ayrılmıştım. Oysa bir amacım vardı: Oynamak! Sırf bu amaca erişmek için; sırtımda vücuduma fazladan yük bindirip adımlarımı dengesiz hale getiren çanta ile koşmuş, belki bacaklarımdaki kuvvetin kesilmesinden dolayı, belki de normalde takılıp düşmeyeceğim küçük bir taşın etkisiyle tökezleyip düşmüştüm.”
Çocukluğuma dair bu kısacık anı, hayatımın deşifresi olabilecek keskinlikteydi. Tıpkı o çanta gibi hayatım boyunca taşıdığımı fark etmediğim yüklerim vardı, tıpkı o zamanki gibi heyecanlıydım. Tıpkı o zamanki gibi, benim dışımdaki etmenler beni tökezletmişti. Ve tıpkı o zaman olduğu gibi, hiç dâhil olamadığım hayattan onunla hiç alakam olmadığı halde ayrılmak zorunda kalmıştım. Bu zorundalıkların hepsi beni bu köhne masaların başına oturtan sebepler zincirinin bir halkasıydı ve bu zincir çocukluğumun geçtiği köyün ıssız ve izbe patikalarından başlıyor, eğitim için gittiğim şehrin kalabalık caddelerinde çatallanıp iş için gittiğim büyükşehirlerin sakin mahallelerinde son buluyordu. Her yol ayırımına kurulmuş bir barikat, arada geçen zamanı bazen eğip bükerek bazen de kesip biçerek birbirine yaklaştırıyor; bu sebepler zincirine istemim dışında yeni halkalar ilave ediyordu. Bu zincire ilave edilen her halka; aynı zamanda karakterime şekil veriyor, beni olduğum kişiye çeviriyordu. Her halka; bir kavram, bir imge, bir duygu eklerken karakterime, eklenen her yeni bilgiyle ruhumun DNA sarmalı giderek daha karmaşık hale geliyor; belki de bölünüp başka kişiliklere bürünüyor, hatta bambaşka bir ruh, kendi ruhumla birlikte büyüyordu. Eklenen her yeni halka, manevi varlığıma gıda olurken, bölünen yahut manevi varlığıma tebelleş olan bu yeni varlık, benimle, benim öz ruhumla simbiyotik bir hayat yaşıyor; ruhuma gıda olan ne varsa kâh onlardan, kâh onların posalarından beslenip gittikçe semiriyordu. Belki de öylesine büyümüş ve semirmişti ki; kendi öz varlığım onun varlığı altında ezilmiş, güdük kalmış sesini çıkaramaz hale gelmişti. Belki de özvarlığım dediğim ne varsa aslında hiçbiri bana ait değildi de yabancı dediğim, özvarlığıma tebelleş olduğunu düşündüğüm gerçekte benim özvarlığım, insan olma sebebimdi.
Okuduğum bir kitap, izlediğim bir film ya da yaşadığım bir hadise karşısında değiştirdiğim düşüncelerim davranışlarıma da yansırken; değiştirdiğim davranışlarımla hayatımın da yönü değişiyor, değişen her yön beni şu eski masanın başına daha da yaklaştırıyordu. Bu masaya yaklaştıkça arzu ettiğim hayattan uzaklaşıyor, var olduğuna inanamadığım, yüz yıllar geçse de inanmayacağım bambaşka bir hayat önüme serimleniyordu. Bu hayatın, arzuladığım hayata yakınsadığını dahi düşünmüyorum. İkisi arasındaki fark, idealle gerçek arasındaki fark kadar belirgin ve katlanılmazdı. Açıkçası arzu ettiğim bir ütopyaydı, oysa yaşadığım bir distopyadan öte değildi. Her ne kadar karakterime, dolayısıyla hayatıma yön veren bu halkaların tercihi bana ait olsa da, önüme seçenek diye yığılan yolların varacağı neticeler, öyle veya böyle aynı noktalara varan daha uzun ya da daha kısa yolların muadili kollar olmaktan öteye gidemiyor; en nihayetinde beni olduğum kişinin dışında başka bir kişiye dönüştürecek kabiliyetten uzak, toprağa atılan kısır tohumlar gibi zaman içinde çürüyüp, kaybolup gidiyorlardı. Öte yandan, arzuladığım hayatı kurabilecek doğru halkaları birbirine ekleyebilseydim dahi, ulaşmak istediğim yaşam gerçekten çok uzak, More’un Ütopya’sı, Hesse’nin Kastalya’sıydı. Medeniyetin kadim, kayıp şehri Atlantis’ti. Bu sebeple benim arayışım cennetten kovulan Âdem’in cenneti arayışı gibi sonsuz; zamanın ve mekânın başlamasından önce, var olan gerçeğin arayışı kadar da imkânsız bir arayıştı. Ona ulaşmak için ekleyeceğim her yeni halka, başka halkalara olan ihtiyacı doğuracak; beni uç uca eklenmesi gereken sonsuz uzunluktaki halkalar zincirinin karşısında çaresiz bırakacaktı. Beri yandan, kavramam gereken asıl gerçek, ulaşmak istediğim yaşamın çok berisinde, ona ulaşma çabalarının içinde olmam gerektiği gerçeğiydi ve bu gerçek, Karun’un hazineleri gibi saklıydı. Onu saklayan, ulaşılması güç hale getiren, bulunduğu takdirde tüzel kişiliğinin zedeleneceğini zanneden ve bu nedenle sadece gerçeği değil, gerçeği arama çabalarını da kusurlu sayan, aslında kusurun kendisi olan bir yapı vardı.
Adına “toplum” denen bu yapı, kurduğu kurumsal düzenle bu amacın peşinde koşan herkesi yargılıyor, suçlu olup olmadığına bakmıyor, suçunun ağırlığına aldırmıyor; tehdit olarak gördüğü herkesi giyotinin altına yatırıyordu. Adına “toplum” denen bu yapı vahşi hayvanların gündelik rızıklarının peşinde koşması gibi şuursuzca, ölçüsüzce, bilinçsizce paranın peşinden koşuyor; vahşi bir hayvan karnını doyurduktan sonra doyuma ulaşabiliyorken o doymuyor, doyamıyor ve başkalarının ekmeğini önünden alma uğruna, başkalarının açlığı pahasına varlığına varlık katmaya devam ediyordu. Bu zenginleşmenin adına ihtiyaç, ticaret, kâr, kazanç diyor; fakat asla sömürü demiyor, diyemiyordu. Adına “toplum” denen bu yapı, insani hiçbir duyguyu doğal ve yasal yollardan yaşamana müsaade etmiyor, yaşama isteğine, hakkına asla saygı duymuyordu. Gülmene, ağlama, kızmana, konuşmana, eleştirmene, sevmene müsaade etmiyor; bu duyguları satan ya da alan birini ayıplıyor, ancak kendisi gizliden gizliye bu duyguları tatmaya kalkıyordu. Bu hatanın adına şeytan, nefs diyor; fakat asla günah demiyor, diyemiyordu. Adına “toplum” denen bu yapı, kendine ait tüm kusurları geçmişine sığınarak ve şimdilerinin ellerinden alındığından dem vurarak kapatmaya kalkıyor, adına riya diyemediği, tembellik diyemediği tüm yanlışlarını kendisinin dâhil olmadığı insanlara, gruplara hamlediyordu. Sürekli olarak geçmişe sığınıp şimdinin muvaffaklarını yerden yere çalmaya kalkıyor, geçmişin bakiyesini yıllar önce harcayıp tüketmiş olduğunu bilmeden, ataları olduklarını idda ettikleri nesillerin menkıbelerine, kıssalarına başvurup bu günü yerden yere çalmaya kalkıyordu. O neslin devamı olmadığını, onun manevi ve kültürel mirasını hoyratça savuran bir mirasyedi olduğunu biliyor, fakat kalbiyle ikrar ettiği bu gerçeği diliyle ibraz etmekten ısrarla kaçınıyordu. Çünkü bu kaçınma kendisinin ekmeğiydi, suyuydu, havasıydı. Ondan vazgeçtiğinde varlık sebebi de ortadan kalkacak; kendini bina ettiği temeller yıkılacak, senelerdir tahakküm ettiği yaşamlar özgürleşecekti.
Sakın yanlış anlamayın! Otuz yılı aşkın bir hayatın öznesi olarak ben, içimde taşıdığım şeyi geç ve güç kavrayışımın yegâne nedenini, sadece içine doğduğum ve içinden kaçtığım toplumun duyarsızlıklarında ya da bağnazlıklarında görüyor değilim. Daha evvel söylediğim gibi, bu yaşamın öznesi olarak ben de pek çok kişisel yanlışı ve aptallığı hayat hikâyeme eklemiş, bu yanlışların ve aptallıkların neticesinde akmakta olan hayatımın önüne aşılması güç ve zaman alan setler çekmiş; ulaşmak istediğim hayattan zamanla uzaklaşmıştım. Fakat hiçbir aptallığım ya da yanlışım hayatımı böylesi bir tercihe sürükleyecek kadar büyük değildi. Ben de her erkek çocuk kadar asi, haylaz ve delidoluydum. Hatta çoğuna kıyasla daha sakin, daha yufka yürekliydim. Hepsi buydu ve hepsi bu kadar olduğu için toplumun görmezden gelebileceği kadar küçük, umursamayacağı kadar önemsizdim. Savaşa giden milyonlarca askerden sadece biri, bir salgında ölen binlerce insandan sadece tekiydim. Hemen hemen her akşam izlediğiniz haber programlarının içinde, telaffuz edilen herhangi bir çokluğun içindeki herhangi bir sayıydım. Örneğin, Somada’ki maden kazasında ölen üç yüz bir insandan belki yirmincisiydim, belki yüz yirmincisi, belki de üç yüz birincisi. Birkaç hafta önce ölseydim, bu yıl kendi canına kıyan bilmem kaçıncı kişi olacaktım. Siz benim adımı değil; sayımı işitecek, bu sayının arkasında etten, kemikten ve ruhtan bir insan olduğunu elbette umursamayacaktınız. Çünkü sabahları gitmeniz gereken bir işiniz, ödemeniz gereken faturalarınız, taksitini düşündüğünüz eviniz yahut arabanız vardı. Bu yüzden beni bu masanın başına oturmaya iten nedenler zincirinin çoğu halkası ya kaderin kaçınılmaz neticeleri olarak ya da toplumun duyarsızlık ve bağnazlıklarıyla çoktan birbirine eklenmişti. Hatta çoğu halka birbiri ardına eklenmişti de bana kalan sadece, üst üste yaptığım aptallıklarla birbirinden kopuk bu uzun zincir kümelerini birbirlerine bağlayacak halkayı üretip onları birbirine bağlamak ve kopuk olan hikâyenin gelmişi ile geçmişi arasında bağ kurup onu anlamlı hale getirmekti. Bu anlam verme çabasına siz yaşam diyorsunuz, ben ise, çoğu bana ait olmayan kararların neticelerine katlanmak diyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.