- 433 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Panayır
Nisan ayının son günleriydi. Askerliğini bitirmişti. Sivil hayata yeniden başlamıştı. Kendini geleceğe hazırlıyordu. Planlar yapıyor, hayaller kuruyordu.
Önünde yepyeni bir hayat vardı. Askerliğinin son günlerinde de hep bu hayatı düşünmüştü. Öğretmen olacak, vatana, millete çalışkan, üretken, hayırlı öğrenciler yetiştirecekti. Öğrencilerine sevgiyi, saygıyı, doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği, güzelliği, yardımlaşmayı öğretecekti. Kısaca onlara insan olmayı öğretecekti. Son günleri hep bu düşüncelerle geçti.
Nihayet askerliğini bitirdi. Bu, kutsal görevini de en iyi şekilde yerine getirmişti. İşte, yıllarca uğraştığı, didindiği, çok sıkıntılar çektiği, uğruna ömrünü verdiği, saygın ve rahat mesleğine kavuşuyordu.
Birkaç gün dinlendi. Gerçek olan bir şey vardı ki dinlenerek, yatarak kimse bedavadan geçimini temin edemiyordu. Bu nedenle mesleğe başlayana kadar geçici de olsa bir iş bulmalıydı. Fakir bir aile çocuğu idi. Daha üzerinde doğru dürüst bir elbisesi dahi yoktu. Hatta ayağında bir ayakkabı da yoktu. O nedenle eve geldiğinde samimi arkadaşlarından biri, evindeki fazla ayakkabılarından birini getirerek vermiş “Bunlarla idare et” demişti. Cebine biraz da harçlık sokmuştu.
Başka bir arkadaşının aracılığı ile de Gazimağusa’da hediyelik eşya satan bir ticaret evinde iş buldu. İşi, basitti. Eşyaları düzene koyup, istif edecek ve satılacak olan malları paket yapacaktı. Kolay gibi görünse de yorucu ve ağır bir işti.
Lefkoşa’dan gelen bütün eşyaları indiriyor, ambara atıyor ve onları tek tek paket yapıyordu. Bu iş, onu hayli yoruyordu. Bu tür ağır işlerde daha önce hiç çalışmamıştı. Vücudu alışık değildi böyle yorucu işlere. Akşam eve geldiğinde çok bitkin düşüyordu. Banyosunu yapıp kendini hemen yatağa atıyordu.
Patronu genç biriydi. Dükkâna pek uğramaz, yapacağı işe de pek karışmazdı. Zaten satışlar da gemi olduğu günler yapılıyordu. Haftanın üç günü Türkiye’den gelen gemiler vardı. O gün şehir kalabalık oluyor, dükkânlar Türkiye’den gelen müşterilerle doluyordu. Bunlar bavul ticareti yapan kişilerdi. Kıbrıs’tan aldıkları malları Türkiye’ye götürerek küçük karlarla satıyorlardı. Sürümden kazanıyorlardı. Bu müşteriler iyi para bırakıyorlardı. Yüzlerce kişi o gün şehirde mal almak için dolaşıp duruyordu. Bu günlerde patronu dükkândan ayrılmıyor, satış işleriyle ilgileniyordu. Kendisi satış işlerine hiç karışmıyordu.
Gelen müşteriler, onun öğretmen olduğunu öğrenmişler böyle bir işte çalışmasına şaşırmışlardı. Bir öğretmen hiç hamallık yapar mıydı? Kendisine sorduklarında “Ekmek parası. Mesleğe başlayana kadar çalışmak zorundayım” diyordu.
Patronu, eşyaların çoğunu veresiye alıyor, günü geldiğinde de hiç aksatmasan borcunu ödüyordu. Ticaretle uğraşanların büyük güvenlerini kazanmıştı. Her defasında da “İşinden ekmek yemek istiyorsan dürüst olacaksın. Dürüst olmayan her zaman kaybeder” diyordu. Onda bile bu güveni fazlasıyla sağlamıştı. “Çok temiz bir insan” diye düşünüyordu onun için.
Bir sabah işyerine gittiğinde dükkânı kapalı buldu. O gün, boş yere saatlerce kapının önünde bekledi, durdu. Ne o gün; ne de başka bir gün, patronu bir daha dükkâna gelmedi. Çünkü dolandırarak yüklü bir para ile ilk uçakla adadan kaçmıştı. Dürüstlük timsali o genç, akşamdan bütün ticaretçileri dolaşıp para toplamış ve hepsini tokatlamıştı. Bankalardan çektiği krediler de işin cabasıydı. Olan, kefillere oldu. Artık bütün borcu kefiller ödeyecekti. Patronun umurunda değildi kefiller. Vurgunu yapmıştı ne de olsa.
Kendisi de haftalığını alamamıştı. Bir hafta boş yere çalışmıştı. En çok üzüldüğü nokta emeğinin karşılığını görememiş olmasıydı.
Bir daha patronu hiç gelmedi. Dükkân da bir daha açılmadı. Para kaptıran tüccarlar, her yerde patronu aradılarsa da onu bulamadılar.
Yine işsiz kalmıştı. Gerçi kazandığı üç-beş lirayla üzerine bir şeyler almıştı. Bir iki gömlek, bir kravat, bir pantolon, bir ayakkabı, birkaç tane de tişört…
Gazeteler, öğretmenlik münhallerinin açıldığını yazıyordu. Büyük bir heyecanla Kamu Hizmetleri Dairesi’ne giderek kaydını yaptırdı. Birkaç gün sonra mülakata çağrıldı.
O gün, yeni aldığı elbiseleri giydi. Akşamdan da sinekkaydı tıraşını oldu. Kravatını takarak Lefkoşa’nın yolunu tuttu.
Mülakata girip çıktı. Beklediği gibi zor olmadı. Sorulan sorulara kolayca cevap vermiş, istenilenleri rahatlıkla yapmıştı. Mülakat sonunda “Sen git, sonucu biz sana bildireceğiz” dediler. Sevinçle dışarı çıktı. Heyecanı hala geçmemişti. Artık kendine öğretmen diyebilirdi. İçinden öyle geçiyordu. Merakla bekleyecekti sonucu. Arkadaşları “Öğretmenlere çok ihtiyaç olduğunu, bu nedenle mutlaka alınacaklarını” söylemişlerdi. Bu haber, yüreğine su serpmişti. Geriye sadece beklemek kalıyordu.
Beklerken de boş durmamak gerekiyordu. Mutlaka bir iş bulup çalışmalıydı. Daha tam teşekküllü bir takım elbise alamamıştı. Mesleğe başlarsa giyecek bir elbisesi yoktu. Kış gelince üzerine giyecek bir şeyler almalıydı. En azından bir ceketi olmalıydı. Birkaç gömlek, birkaç kazak… Biraz da cebinde harçlığı olmalıydı.
Aramasına rağmen bir iş bulamadı. İşsizlik, memlekette hat safhadaydı. Nereye gittiyse “İşçiye ihtiyacımız yok” cevabını alıyordu. Bir arkadaşı farklı bir teklifte bulundu: “Eğer, sıkılıp utanmazsan panayırda çalış. Sana bir tezgâh yapalım. Birkaç karton sigara, bir iki şişe de içki alırız. Halka attırırsın. İyi de para bırakır. Böylece işi kurarız. Fazla bir sermayesi yok. Biz de yardımcı oluruz” dedi. İş olsun da nasıl olursa olsundu onun için.
Bu teklifi hemen kabul etti. Önce bir sunta aldılar. Birkaç karton sigara ve bir iki şişe içki aldılar. 30-40 kadar da halka yaptırdılar. Panayırın kurulduğu bölgeye giderek yer kiraladılar. Tezgâhlarını hemen o gün kurdular.
Panayırın ilk günü hayli kalabalıktı. İnsanlar, sel gibi bir aşağı, bir yukarı akıp gidiyordu. O, bağırıp çağırıyordu. Önünden geçenleri tutuyor, zorla halka attırıyordu. İşine çabucak alışmıştı. Utanılacak bir şey yoktu bunda. Namusuyla, şerefiyle çalışmıyor muydu? İşin ayıbı olmazdı. Dürüst olduktan sonra insan her işi yapmalıydı.
O gece, geç saatlere kadar çalıştı. Çok bağırdığı için sesi de kısıldı. Eski çalıştığı işte, bir haftada aldığı parayı, burada, sadece bir gecede almıştı. Paraları sayınca, keyfi yerine gelmişti. Yorgunluğunu bile unuttu.
Panayır, tam bir hafta sürecekti. Böyle giderse kendisi için çok iyi olacaktı. Bir haftada iyi kazanırdı. Tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Hiç değilse biraz parası olacaktı.
Üçüncü günü idi. İşler, biraz azalmıştı. İlk günkü gibi kalabalık kalmamıştı. Yine bağırıp çağırıyor, müşterileri tezgâha çekmeye çalışıyordu. Bu arada iki tane genç kız gelerek tezgâhın önünde durdu. Aralarında İngilizce konuşuyorlardı. Ama yabancıya hiç benzemiyorlardı. Esmer, kısa boylu, şişman idiler.
Bir tanesinin eline halka verdi. “Atmak ister misiniz? Bir şansınızı deneyin isterseniz” dedi. Kızlardan şişman olanı, bozuk bir Türkçe ile “Bizim paramız yok” dedi. Gülerek: “Önemli değil. Şansınızı denemek istiyorsanız buyurun atın. Para istemez” dedi. Halkaları genç kızlara verdi.
Kızlar, sevinçle halkaları alıp sigaralara atmaya başladılar. Fakat bir türlü halkaları sigaralara denk getiremiyorlardı. Kurala göre sigaralardan biri veya birkaçı, halkanın içine tam olarak girerse onları atan kişi kazanıyordu.
Kızlar, ilk denemelerinde başarılı olamadı. Halkaları ikinci kez aldılar. Bu arada gençler de tezgâha gelmeye başladılar. Kızlar, halkaları attıkça, genç erkekler de oraya geliyor, halka alıp şanslarını deniyorlardı. Biraz sonra orası ana baba günü oldu. Kızlar, gençleri mıknatıs gibi çekiyordu. Hemen hepsi de halka istiyor, sıraya geçiyorlardı. Nihayet kızlardan biri halkalardan birini sigaraya geçirmeyi başardı. Kazandığı sigarayı sevinçle aldı. Bedavadan hediye kazanmıştı. Teşekkür edip oradan uzaklaştılar. Oysa teşekkür etmesi gereken kendisiydi. Çünkü bu kızlar sayesinde o gece çok iyi iş yapmışlardı. Kızlar, belki de bunun farkında olmamıştı. Nasıl olsa bir daha görmeyecekti onları.
Ertesi gece kızlar yine gelmişti. Karşısındaydılar. Bu defa ellerinde para da vardı. Halkaları alıp atmaya başladılar. Birkaç kez denedilerse de başarılı olamadılar. Kazanamadılar. Parayı uzattılar. Ama o, parayı almadı. “Rica ederim. Ne parası” dedi.
Onları orada fazla tutmak istemedi. Doğru bulmuyordu bunu. Onların sırtından para kazanmış gibi hissediyordu kendini. Teşekkür etti kızlara.
Kızlar, oradan ayrıldı. İngilizce konuşmayı bırakmış, Türkçe konuşuyorlardı. Belki hava atmak amacıyla öyle davranmışlardı. Oysa doğru değildi yaptıkları. Güzelim Türkçemiz dururken neden yabancı dil konuşuluyordu?
Yabancı dili bilmek, öğrenmek, konuşmak mutlaka güzeldi. Ama hava olsun diye de insanın kendi dilini göz ardı etmesi hoş değildi doğrusu. Önce kendi dilimizi konuşmalıydık. Doğru, düzgün ve herkesin anlayabileceği bir şekilde. Kendi dilimize önem vermezsek kültürümüzü, geleceğimizi kaybederdik. O nedenle ana dil önemliydi.
Sonraki gün, kendisinin bir işi çıktığı için gidemedi panayıra. İşin aksamaması için bir arkadaşına rica ederek işe bakmasını rica etti. Arkadaşı da kabul ederek o gece işi idare etti. Gecenin tüm gelirini de aralarında pay ettiler. Arkadaşına “Önemli bir şey oldu mu?” diye sordu. Arkadaşı “ Hiçbir şey olmadı. Yalnız iki genç kız geldi. Biri şişmandı. Seni sordular. İşi çıktı, gelemedi dedim. Onlar da çekip gitti” dedi.
O da yaşananları arkadaşına anlattı. İstemeden kızları işe alet ettiğini, onların sayesinde para kazandığını ve sonra üzüldüğünü söyledi. Arkadaşı: “Takma. Önemli değil. Nasıl olsa onları bir daha görmeyeceksin.” dedi.
Panayır haftası da bitti. Kendisi biraz kazanmıştı. Üzerine başına aldı.
Beklediği haber geldi. Öğretmenliği kazanmıştı. İlk görev yeri de belli olmuştu. Bir köy ortaokulu idi. Okulların açılacağı günler çok yakındı.
Nihayet beklenen o, büyük gün geldi. Okullar açılmıştı. İlk görev yeri ücra bir yerdeydi. Kendisine hayli uzak bir bölgeydi. Ama olsundu. Memleketin her yeri birdi onun için. Adanın her yeri kutsal vatan toprağı idi. Her yerde görev yapabilirdi. Buna hazırdı. Çalışmak için ant içmişti.
Okulların açıldığı ilk günü iki dirhem bir çekirdek oldu. Bir takım elbise giymiş ona uygun bir de kravat takmıştı.
İlk gün için bin bir hayal kurmuştu kafasında. Bir arkadaşının arabasıyla gitti. Giderken tatlı düşünceler içindeydi. Öğretmenliğe ilk başlayacağı gündü. Bu günü hiç unutamayacaktı.
Çok heyecanlıydı. Ne de olsa artık öğretmen idi. Bütün dertleri, sıkıntıları bitmişti. Yoksulluğu artık geride bırakmıştı. Parasız kalmayacaktı. İş aramayacaktı. Öyle ağır, yorucu ve pis işlerde çalışmayacaktı. Kılığı, kıyafeti hep düzgün olacaktı bundan böyle. En önemlisi kendisiyle birlikte ailesi de huzura kavuşacaktı. Yokluğun, yoksulluğun belini kıracaklardı.
Okula geldi. Aracı bir kenara çekti. Avludan içeri girdi. Öğrenciler, dışarıda geziyor, arkadaşlarıyla bahçede yürüyor, oynuyorlardı. Okul İdaresine doğru yürüdü.
Müdür odasına girdi. Müdür, masada oturuyordu. Güler yüzlü biriydi. “Buyurun” dedi. Kendini tanıttı. Yeni atandığını söyledi. Müdür, çok içten karşıladı. Babacan bir adamdı. Yeni meslektaşına hayli nasihat etti. Nasıl olması gerektiğini, neler yapması gerektiğini, nerelerde dikkatli olması gereken şeyleri anlattı. Doğrusu müdürünü çok sevmişti. Onunla çok iyi anlaşabileceğine hükmetti. Çok içten, samimi ve güven veren biriydi.
Diğer öğretmenlerle tanıştı. Kendisine hayırlı olmasını söyleyerek başarılar dilediler. O gün çevreyi dolaşıp okulu tanımaya çalıştı. O nedenle ilk gün derse girmedi. Müdür: “Önce Okulu bir tanı. Öğretmenlerle tanış. Çevreyi öğren, sınıfları gör. Yarından itibaren derslerine başlarsın” demişti.
İlk gün derse girmedi. Ertesi gün gittiğinde müdür, eline ders programını vermişti. “Bu programa göre derslere girip çıkacaksın hocam” demişti.
İlk sınıfına girdi. İlk dersini verecekti. Ayakları zangır zangır titriyordu. Ne yapacaktı? Heyecanını nasıl yenecekti? Sınıfta öğrencilere neler söyleyecek, neler konuşacaktı? Ne yapacağını kendi de bilmiyordu. Her şeyin bir ilki, bir acemiliği vardı. Her şeyi oluruna bırakacaktı. Heyecanı doruktaydı. Ama bu heyecanı yenmek zorundaydı. Biliyordu ki ilk konuşmalardan, ilk sözlerden sonra heyecan dediği şey kaybolup gidecekti.
Girdiği sınıf son sınıflardan biriydi. Kendini bekleyen sürprizden haberi yoktu. Sınıfa girince tüm öğrenciler ayağa kalktı. Düğmesini ilikleyip çocuklara “Günaydın” dedi. Çocuklar da hep bir ağızdan “Günaydın” deyip yerlerine oturdular.
Bir iki dakika sonra şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Herkes yerine otururken bir öğrenci oturmamış, ayakta kalmıştı. Şaşkın şakın kendisine bakıyordu. Öylece kala kaldı. Bu öğrenci, panayırda halka attırdığı, İngilizce konuşan şişman kızdan başkası değildi.
Birkaç dakika şaşkınlık içinde kaldı her ikisi de. İlk şaşkınlığı atlatan kendisi oldu. Öğrenciden yerine oturmasını istedi. Kız, tebessüm ederek oturdu yerine.
Kendini tanıttı tüm sınıfa. Bundan sonra bu dersi beraber yürüteceklerini, neler yapacaklarını ve neler istediklerini anlattı.
Biraz sonra bir el kalktı havaya. Bu, o kızın eliydi. “Buyur” dedi kıza. Kız: “Ben, sizi tanıyorum hocam” dedi. “Nereden tanıyorsun?” dedi. Kız, alaylı bir tavırla “Panayırdan” dedi. “Panayırda halka attırıyordunuz. Ben de halka atmıştım” dedi. Tüm sınıf kahkahayı basıverdi bunu duyunca. Yüzü kızardı. Bu kız, ne yapmaya çalışıyordu? Kendini sınıfta nasıl küçük düşürebilirdi? Buna izin vermemeliydi. Kendini toparladı. Biraz sonra: “Evet arkadaşım. Bu yaz, panayırda çalıştım. Halka attırdım. Daha önce de inşaatlarda çalıştım. Hamallık yaptım. Hatta çobanlık dahi yaptım. Çalışmanın ayıbı olmaz. İnsan, namusuyla, şerefiyle, doğruluğu ve dürüstlüğü ile çalışırsa her iş ona kutsaldır. İşin ayıbı olmaz. Asıl çalışmamak, ona buna avuç açmak ayıptır. Doğru dürüst çalışan bir insan, her zaman kazanır. İşine haram katmayan, hile katmayan insan onurlu insandır. Bunlar her zaman takdir görürler ve sevilirler. Bu şartlar altında ne iş olursa olsun yaparım. Tuvalet bile temizlerim. Bu vatan, ancak böyle çalışmayla kalkınır. Emek olmazsa, iş de olmaz; aş da olmaz. Şurasını unutmayınız ki emek, insanın en yüce değeridir.” dedi.
Tüm sınıf, derin bir sessizliğe gömüldü. Kız, yaptığından utanmış olacak ki: “Hocam, siz beni yanlış anladınız. Ben, alay etmek için söylememiştim” dedi.
“Olsun. Böylece nasıl biri olduğumu, nerden geldiğimi öğrenmiş oldunuz. Hayatın ne olduğunu, ilerde geçim derdine düşünce anlayacaksınız. Hayat, o kadar kolay değil. Ancak azim ile çalışan başarılı oluyor. Çalışmazsanız hiçbir şeye sahip olamazsınız.” diye cevap verdi.
Uzun uzun anlattı çocuklara hayatın zorluğunu. Çocuklar, sevmişlerdi yeni öğretmenlerini. Bunu, çocukların kendisine karşı bakışlarından, tavırlarından anlamıştı. Çocuklar saygılı idiler.
O yıl, çok iyi bir diyalog kurmuştu çocuklarla. Hepsiyle de iyi geçinmişti. İlk göz ağrıları idi ne olsa. Yine de çocukların kendine lakap takmalarından kurtulamamıştı. Herkesin dilinde “Halkacı öğretmen” idi adı.
Sene sonunda tüm öğrencilerini mezun etti. Bir huzur, bir mutluluk vardı. Görevini en iyi şekilde yerine getirmenin mutluluğu idi bu. Unutulmaz bir deneyim yaşamıştı burada. Öğretmenlik zevkliydi. Onurluydu. Bambaşkaydı.
Elinizde bir hamur vardı. Onu alıp yoğuruyordunuz. İstediğiniz gibi şekil veriyordunuz. Zamanla istediğiniz kıvama getiriyordunuz. Sonra onları ülkenin en iyi yerlerinde görüyordunuz. Bunu düşünmesi bile, hayal etmesi bile güzeldi.
Sonra nakil alıp kendi bölgesine gitti. Burada yaşadığı günleri hiç unutmadı.
8 yıl sonra evinde otururken kapı çaldı. Kalktı. Kapıyı açtı. Karşısında bir bayan duruyordu. Önce tanıyamadı. Gülerek kendisine bakıyordu. Yanında da bir delikanlı vardı. Bu, panayırdaki öğrencisi olan kızın ta kendisiydi.
Kız: “Hocam, haftaya evleniyorum. Düğünümüz var. Sizi mutlaka düğünümüze bekliyoruz. Gelebilirseniz çok memnun oluruz. Biz, sizi hiç unutmadık” dedi. Elindeki davetiyeyi uzattı.
O da okumuş, üniversiteyi bitirmişti. Kendisi gibi öğretmen olmuştu. Şimdi de bir öğretmenle evleniyordu.
Kız: “Sizden çok şey öğrendik hocam. Bize hayatı öğrettiniz. Öğretmenliği sevdirdiniz. Bu nedenle ben de sizin gibi öğretmenliği seçtim. Sayenizde öğretmen oldum.” dedi.
Sevindi, gurur duydu. İlk meyvelerini topluyordu işte:
“Teşekkür ederim. Çok mutlu oldum. Mutlaka düğününüze geleceğim” dedi.
İçeriye buyur ettiyse de daha çok yere uğrayacakları için izin alıp ayrıldılar.
Kendi kendine:
“Öğretmenlik, sen ne yüce bir mesleksin” dedi.
Hakan Yozcu
Güzel Bir Dünya
Öyküler
KKTC 1997
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.