- 417 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENDEKİ NİSAN SANCISI
Nisan geldi mi bir canlılık fışkırır doğadan. Çimenler, yeşil bir örtüyü sararlar kara toprağa. Ağaçlar tomurcuklanır önce, bulut gibi çiçek açar elmalar, kayısılar, zerdaliler. Yükseklerde kardelenler başlarını çıkarır. Tepelerde, ormanlarda rengârenk kuşlar görülür. Süzüle süzüle konarlar ağaçların dallarına. Böcekler uykularından uyanıp birdenbire canlanıverirler. Cıvıl cıvıldır ortalık. Çocuklar, şarkı, türkü söyleyip sokakları doldururlar. Yaşlılar daha sık bakar capcanlı bahara pencerelerden.
Doğanın aksine, Nisan ayında beni, yok edilen kazanımlar kaygılandırır. Gözlemişimdir, bu topraklarda ulusal kazanımların çoğu Nisan ayında gerçekleşmiştir. Ne yazık ki kazanımların kaybedilmesi de bu aya rastlar. Gizemli bir uğursuzluk sezerim Nisan ayında. Bu nedenle de bende bir “Nisan sancısı” beliriverir. Hemen güncel sorunlar aklıma gelir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için tasarlanan yaşam tarzını sorgulamaya çalışırım. Üzerinde düşünülmeden tartışılmadan bir gecede değiştirilen eğitim sisteminin bu topluma neler kaybettireceğini düşünür, kaygılanırım.
Nisan ayı geldi mi Akpınar İlköğretmen Okulu’nda okuduğum yılları hatırlarım. Okulun salonundaki “tohum saçan” köylü resmini yeniden çiziyormuşum gibi gelir bana. Sonra köylerde geçirdiğim öğretmenlik yıllarımı anımsarım. Toprakla boğuşan köy çocuklarını düşünürüm. Sarı saçlı, yeşil gözlü kızlar, yamalı elbiseler içindeki öğrencilerim gelir gözümün önüne. Sonra da onları yatılı okullara göndermek için uğraşlarım.
Bu ülkenin uygarlaşması için yıllar önce kurulan düşler aklıma gelir. Köy Enstitülerinin önce yeşertilmesi, sonra karartılmasını düşünürüm her 17 Nisanda.
Sanayi toplumu olamadan bilgi toplumunun içine giren insanlarımızın şaşkınlığını gözlerim. Sanayi toplumundaki özgürlükleri neden içselleştiremediğimizi daha iyi anlarım.
Bugüne dönerim. Özgür düşüncenin, bağımsız ve onurlu yaşama çabalarının nasıl yok sayıldığını, “yapısal uyum programları” adı altında, neo-liberal politikalarla kamusal kazanımların berhava edilmesini ibretle izlerim. Çalışanların, sözleşmeli personel rejimiyle iş güvencelerini kaybetmelerini, siyasi kadroların, işçi alımı simsarlığına soyunan taşeron şirketleşmelerini düşünürüm. Bu şirketler kanalıyla çalıştırılan sendikasız personelin işten atılma korkusuyla yaşamaları ve sorunlarını konuşma cesareti bile bulamamaları yüreğimi burkar. Sözleşmeli çalışan garsonun saygılı bir tavırla getirdiği sıcak çay, boğazımda düğümlenir, çekinerek söylediklerini dinleyince
çaresizliğimden utanırım. Metin olmasını söylerim sadece.
Ulusal Egemenlik ayıdır Nisan ayı. “Türk”, “Ulus”, “Ulusal Egemenlik”, “Bağımsızlık”, “Türk dünyası”, “Milliyetçilik”, “Atatürkçülük” gibi kavramların, sözüm ona liberal aydınlarca demokrasi kisvesi adı altında ve gerçekte faşistçe sorgulandığı, ilkellik sayıldığı, buna karşı çıkan sıradan insanların bile korkuya kapıldığı simsiyah gelişmeleri izlerim televizyonlarda, gazetelerde. Mazlum bir ulusun kurtuluş zaferinin, kuruluş mucizesinin yok sayılma çabalarını, emperyalizme karşı zafer kazanmış bir milletin kolektif gurur simgelerinin terbiyesizce aşağılanması haberlerini okurum ulusal basında. Amaçsız toplulukları “millet” yapan ortak ruhun yok edilmek istendiğini anlarım. Anadolu coğrafyasında ruh çağırma seansları gibi sanal etnisitelerin ebeliğine soyunanları izlerim.
Kaygılanır, ne hale geldiğimize hayıflanırım.
Yurt topraklarını vatan yapmak için büyük bir kalkınma savaşına giren nesilden, hala genç kızların berdelle satıldığı, töre cinayetlerinin devam ettiği, bir milyondan fazla insanın aç yatağa girdiği, bir türlü kapanmayan “el kapılarına”, Nazım’ın zamanından daha da muhtaç olmuş bir ortama nasıl geldik diye düşünürüm. Ortak paydaların yok edilip yeni inanç ve gettoların inşa edilmesini, emperyal laboratuarlarda sentetik dinler imal edilmesini ve piyasaya sürülmesini ibretle izler, düşünürüm.
Düşündükçe utanırım.
Birçok liberal kalem ve sözde kanaat önderi ağzıyla, “demokrasi”, “insan hakları”, “küreselleşme”, “yönetişim” gibi alımlı sözcüklerin, Türkiye özelinde kamusal kazanımlar ve ulus devletin tasfiye edilmesi ve özellikle emeği ile geçinen kesimlerin geleceklerinin linç edilmesi için “araçlaştırıldığı”nı gözlerim.
Duygulanır, için için isyan ederim.
Bütün bunların sebebini de bilirim aslında. ABD’nin ve batının bölgemize yönelik tasarımında Türkiye’nin ulus devlet yapısı sorun yaratmaktadır. Bu nedenle de emperyal güçler ve Türkiye’deki besleme kalemleri önce ulus devletin simgesi Atatürk’ü yıpratmaya çalışmakla işe koyuluyorlar. Şimdiden bazı resmi kurumlarda Atatürk’ün resimleri indirilmeye başlandı bile. Gençliğe hitabenin indirilmesi de çabası. Ne kadar yazık!
Hiç kimse geceden sonra gündüzün geleceğini aklından çıkarmamalıdır. Ben de çıkarmıyor ve geleceğe yine de umutla bakıyorum. Uygarlıklar mezarlığı olan Anadolu’da Türk kimliğinin sonsuza kadar yaşayacağından o kadar eminim ki!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.